Pergamonlu Aristonikos

 

    Şimdi, hangi çocuğa, "Babanızı seviyor musunuz?" diye sorsak, yüzde doksan beşi "Eveeeet! Hemde çok seviyoruuuuz!" diye yanıtlarlar ve hepsinin de güzel nedenleri vardır. Örneğin kimi: "Benim babam çok oyuncak alıyor!" derken, bir başkası: "Babam dünyalar tatlısıdır, bizi kardeşlerimle her okul tatilinde izin için denize, yaylaya götürür." deyiverir. Hatta bir başkası, "Sınıfımı geçtiğim için babam bizi, Avrupa’ya, ta Venedik’e götürdü!" de diyebilir. Ben onların hiçbirini kıskanmıyorum. Çünkü benim babam da en az diğerleri kadar iyidir, mükemmeldir.

    Peki, ne mi yapıyor babam?
    Şimdi söylediğimde şaşırabilirsiniz işte. 

    Babam, her akşam ben uyumadan önce, bana öykü  kitapları okuyor, Dede Korkut, destanından, Ezop masallarından anlatıyor. Hem de öyle enteresan, öyle ilginç şeyler ki, dinleseniz, eminim sizler de çok seversiniz. O anlatırken, geçmişten kalan güzel, renkli dünyaları yatağıma getiriyor sanki. Örneğin bin, iki bin yıl önce bizim buralarda yaşamış olan insanları, adetleri, gelenek ve görenekleri, hatta kıyafetleriyle bile o insanları yatağıma oturtuyor. Sonra ne mi oluyor: ben uykuya daldığımda, babamın bana anlattığı güzel dünyaların düşünü kuruyor, hatta rüyalarımda, onlarla el ele güle oynaya aynı güzellikleri yaşıyorum. Doğrusu babamın dün akşam okuduklarını sizlerin de dinlemesini isterdim. Aktardığı bu öykü, bizim köyün geçmiş tarihine yönelikti. Üstelik öyle üç beş yıl değil, tam iki bin yıl öncesine, Pergamon’ Krallığ’na (Bergama)  aitti. Meğer bizim köyün tarihi eski Roma dönemine kadar uzanıyormuş da, haberim yokmuş. 

 Size bu öyküyü anlatabilirim ama, önce önünüze güzel bir Türkiye haritası açmalısınız. Orada Ege Bölgesi’ni bulun, parmağınızı üzerinde gezdirerek, Manisa’ya, ardından da onun şirin bir ilçesi olan, Akhisar’a gelin. Öyküye konu olan bizim köyümüz ‘Mecidiye’ Akhisar’a 19 kilometredir. Parmağınızı gezdirmeye devam edin ve Mecidiye’ye gelerek orada durun. Önceleri Mecidiye’nin tam ortasından bir su geçerdi ve bu suyun ismi ‘Konurca’ydı. Konurca’nın Antikçağdaki ismi ise, ‘Kissos’dur. Ama suyumuz, -biz ona ‘Çay’ derdik.- ne yazık ki kurudu.

Sanırım Mecidiyeli çocuklar bile, bu şirin köyün hikayesini bilmezler. Ama olsun, şimdi hep beraber öğrenmiş oluruz.

Artık belediyelik olan köyümüz Mecidiye’nin, bundan iki bin yıl önceki ismi ‘Doidye’ imiş ve o dönemde varlığını sürdüren Pergamon Kırallığı’na aitmiş. Kentin, kırallığın sınırları içine alınmasının da ayrı bir hikayesi var. Burası, eskiden  bağımsız bir devlet durumundaymış; yani ‘Kent Devleti’. Pergamon Kralı I. Attalos, bir savaş sonucu, kenti kazanmış ve kentin ismini değiştirerek, karısının ismi olan ‘Apollonis’ adını koyup,  eşine düğün hediyesi olarak vermiş. Bundan böyle kent, ‘Apollonis’ olarak ün salmış.

 Güçlü durumdaki kıral, kentin o yörede önemli bir alışveriş merkezi olmasını sağlamış. Hatta kent, kendi gümüş paralarını (sikke) bile basmış. Ayrıca Apollonis’de birçok tapınaklar olduğundan, romalılar bu şirin kente hayran kalıyorlarmış. Şimdiki ‘Kale’ dediğimiz ve antik kalıntıların bulunduğu dağın eteğinden kaynayıp, kıvrılarak Gediz’e akan ‚Kissos’ (Konurca) ise, o zamanlar Apollonis’e daha bir güzellik katıyormuş. Toprakları verimli, meyveleri tatlı, zeytinleri bir daha bol yağlıymış. Babamın anlattışına göre. Bu yörede yetişen taze mısırların püskülleri, sarışın genç kız saçlarını andırır, rüzgarda efil efil savrulurmuş. Ovasına köylülerin yerleştirdiği yüzlerce arıkovanları sayesinde Apollonis, o çevrenin en tatlı balını üretir, Roma’nın içlerine, başka kentlerine bile pazarlarlarmış. Burada hayvancılığa çok önem verilir, at, sığır ve küçükbaş hayvan sürüleri tüm yeşil otlakları doldururmuş. Doğrusu o dönemi de yaşamak isterdim.

Aynı dönemlerde bu çevrede yaşayan Aristonikos isimli, de asi bir adam varmış.

Babam, Aristonikos’u şöyle anlatırdı: "İki metre boyunda, yüz elli kilo ağırlığında, iriyarı, dev bir insan. Sanki anasından doğduğundan beri traş olmamış, saç sakal birbirine girmiş, koca kafalı, iri gözlü Pergamonlu bir asker. Üstelik hiç gülmez, kaşları çatık; adamlarına sert emirler veren bir adammış. Aklı fikri, Roma kralını devirip, onun yerine kral olmakmış. Çünkü kendinin kral II. Eumanet’in gayrimeşru çocuğu olmasına karşın, Kral kesinlikle böyle bir iddiayı kabul etmiyormuş. Başka bir söylentiye göre de, komşuları yaşlı Sophia, onu yoksul bir kadının doğurduğunu, babasının da, dağlarda haydutluk yaptığını anlatırmış. Hangisi gerçek bilinmez. Bilinen bir şey var ki, Aristonikos’un son günlerde Apollonis’i sık sık ziyaret ettiğidir.

Bu ziyaretler büyük tapınak çevrelerinde hiç iyi karşılanmamasına karşın, kimse cesaret edip, onu yasaklayamıyormuş. Çünkü adam, gelirken, ardında üç yüz askeriyle geliyor ve askerlerini suyun başında bırakıp, gizlice tapınağın bahçesine giriyormuş; nedeni de, orada, ‘Eleni’ isimli bir rahibeye aşık olmasıymış.

Söylentilere göre Eleni, Apollonis kentinin en güzel, en alımlı kadınlarından biriymiş. Ne var ki, tapınakta görevli bir rahibe veya rahibler o dönemde de evlenmezlermiş. Ama gönül bu, çünkü Eleni de Aristonikos’a aşıkmış.

Baş rahib bu işe içerlemesine karşın ciddi bir önlem alamıyor, zavallı Eleni Aristonikos’un aşkı yüzünden çok acı çekiyormuş.

Aristonikos bir gün ona:

-Artık karar vermelisin Eleni! demiş. Seni atın terkisine atıp buralardan kaçırmak istiyorum. 

Kadın korkulu:

-Sen bir savaşçısın Aristonikos, ne evin belli, ne barkın; ben seninle nasıl gelirim?

-Yiğidin karısı yiğit olur Eleni! Ben nerdeysem sen de orda olursun!

-Hayır asi adam, beni bırak, gelemem! diye yanıtlamış, Eleni. Ancak Aristonikos bu duruma çok kızmış ve Eleni’yi kaçırmaya karar vermiş.

Eleni çaresiz, durumunu tapınak yönetimine bildirmiş. Baş rahip Andiriko, onun korkmamasını, Aristonikos’a karşı her türlü önlemi alacakları sözünü vermiş. Fakat Eleni bir türlü rahat olamıyormuş. Çünkü Aristonikos’un askerleri çok güçlüymüş; üstelik adam, bir şeyi kafasına koyunca mutlaka yaparmış.
 
       Babam, olayın yaşandığı yöreyi şöyle anlatıyordu: 

"Yaz mevsiminin en sıcak gününde ‘Kissos’ (Konurca) bir daha çekermiş insanı. Çevresindeki sazlıklar, bükülüp suyu öpen salkımsöğütler bir ömürmüş. Yel vurdukça ortalığa yayılan çam kokusu ve cam gibi parlayan suda, oradan oraya kaçışarak yüzen balıklar, görülmeye değermiş. Tam da bu mevsimde, suyun çevresini kırmızı gelincikler, mavi mine çiçekleri, sarı papatyalar halı gibi süslermiş. Kentte bu saatlerde insanlar öğlen uykusuna yatarmış. İşte böyle bir sırada, Apollonis’i derin sessizlik kaplarmış. Sıcağa dayanamayan Eleni de, usulca odasından çıkıp, çamların arasından süzülerek suya inmiş. Sırtındaki, beyaz şile bezi harmanisi ile girmiş suya. Kadının güzel yüzü, sarı taze mısır püskülünü andıran saçları savrularak, o sazlık kümesinden diğerine yüzmeye başlamış.

Atları ve askerleriyle suya inen Aristonikos, tam da bu sırada Eleni’yi görmüş: "fırsat bu fırsat!" deyip, kızı kaçırmaya karar vermiş.

Kızın hiçbir şeyden haberi yokmuş oysa. Yüzerek adama doğru yaklaşıyormuş. Sazlıkların ardına bir panter gibi saklanan Aristonikos, Eleni’nin daha da yaklaşmasını beklemiş.

"Eleni, önünde uçan mavi bir kelebeğin ardından karşı kıyıya doğru kulaç atarken, bir yandan da, o güzel sesiyle içli türküler söyleyerek ilerliyormuş.

Aristonikos, sazlığın tam arkasına, suyun kenarına yatmış. Artık aralarında bir metre bile yokmuş. Adam dayanamamış ve Heleni’yi saçlarından çektiği gibi kollarına almış. Zavallı kız neye uğradığını anlamamış. Bağırıp çırpınmış ama, nafile. Aristonikos, dev gibi güçlü kollarıyla kaldırıvermiş kadını. Eleni’nin harmanisinden sular süzülüyormuş; tenine yapışan elbiseden bedeni, bir heykeli andırıyormuş. Adam tutarken, adeta incitmekten korkuyormuş.

"Eleni ağlayıp yalvarmaya başlamış:

-Ne olur Aristonikos, bırak beni evime gideyim!

-Hayır Eleni, bırakmayacağım, çünkü seni çok seviyorum.

-Yapma Aristonikos, kulun kölen olayım!

-Eleni, bundan sonra sen benim kadınım olacaksın! Söz veriyorum sana hiç kötü davranmayacağım, seni incitmeyeceğim. İnan bana!

"Suyun kenarında ikisi de boğuşuyorlarmış. Sonunda adam, askerlerinden, atını getirmelerini istemiş. Kaşla göz arasında kızı kucağına aldığı gibi, atın terkisine atıp, salmış dizginleri. At da yaman mı yamanmış; şahlanıp bir anda güzel Eleni’yle ikisini uçuruvermiş uzaklara. Arkalarından bakan askerler, Eleni’nin rüzgarda uçuşan sarı saçlarıyla, güvercini andıran harmanisinin eteklerini görebiliyormuş.

Kaledeki çamların, meşe ağaçlarının arasından havalanan bir sürü sığırcık kuşu da, deli bulutlar gibi dönerek, arkalarından aşağıya doğru uçmuşlar.

 Günün sessiz öğlen saatlerinde, bu olayı hiç kimse, ne görmüş, ne işitmiş. Eleni’nin şahitleri, sadece uçan o bir gurup sığırcık kuşu olmuş."

Bu yörede hala güzel Eleni ile,  asi Pergamonlu Aristonikos’un öyküsü anlatılıp durur...


Mayıs 2007/ Düsseldorf

   

  
  Ali Özenç Çağlar