Cezim Öğretmen

 

Yurdabek’e

 

             Okuldan çıktıktan sonra biraz dinlenmek için uzandığı kanepede uyuyakalan Cezim Öğretmen ikindiye doğru dışarıda acı acı havlayan bir köpek sesiyle uyandı. Yüzüne konan sineği eliyle uzaklaştırdı, yerinden bir iki gerildi, karşısındaki pencereden görünen dut ağacının dalına konan serçeye baktı bir süre. Hemen kalkıp üzerindeki uyuşukluktan sıyrılmasa yeniden uyuyacaktı ve geceleyin de gözüne bir damla uyku girmeden sabah derse girecekti. Esneye esneye kalktı kapının dibinde duran ibrikteki ılık suyla yüzünü yıkadı, saçını ıslattı, televizyonun üzerindeki gözlüklerini aldı, kapıyı ardı sıra çekerek çıktı lojmandan. Okulun yaz tatiline girmeden önceki son ayın can sıkıntısına son yıllarda alışmıştı, ama yıpranan sinirlerinden dolayı sabrının eskisi kadar güçlü olmadığının da farkındaydı. İzmir’in deniz kokan çay bahçelerini, renkli gece hayatını ve birbirinden farklı insanlarına kavuşmanın hayali son günlerde zihnini yoracak derecede meşgul ediyordu. Yaşamak zorunda kaldığı bir mağaraya benzettiği bu köyden kurtulmak için bir hafta öncesine kadar hiç dokunmadığı duvardaki tozlu takvimden aynı anda yaklaşık doksan yaprak kopararak güne saymaya başlamıştı. Her sabah bir iki öğrencinin geldiği tek derslikli okulda takvimden kopardığı yaprakta yazılı o günün tarihteki önemini bile okumadan çöpe atıyor ve çocuklara günaydın diyordu. 

            Ağzını burnunu eğip aş eren kadınlar gibi köyün hayvan gübresi kokan tozlu yollarında yürürken boş midesini rahatlatmak için bir şeyler yemesi gerektiği aklına gelmedi. Belki dördüncü beşinci sınıf öğrencilerinden, tarlada işini erken bitirmiş bir ikisini yanıma alarak bu sıcaktan kurtulmak için Fırat’ın kenarındaki ağaçların altına gider, suyun ve toprağın kokusunu solurum düşüncesiyle etrafına bakınıyordu. Ölü toprağı serpilmiş köyün gölgelik duvar diplerinde serinlemek için toprağa boylu boyunca uzanan köpekler ve henüz iş yapma gücüne erişmemiş birkaç eşek sıpasından başka canlı görünmüyordu. Haso Emminin evinin avlusundaki ağacın altında geviş getiren koyunun melun gözlerle kendisine baktığını görünce, Haso emminin dün gece evine, bu hasta olduğu her halinden belli koyun için ilaç almaya geldiğini anladı. Kendisine iyi gelen ilaçların koyuna da iyi geleceğine inanan Haso emmiyi bu yanlış inanışından vazgeçirmek için elindeki birkaç ilacın prospektüsünü okumuştu. Haso Emmi Okunandan hiç bir şey anlamadığı gibi duyduklarının bildiği iki dilden de farklı olduğunu düşünerek Cezim Öğretmene:

         “Valla ğoca, sen istisen, kirmanç öğrenisen, akilli ademsen” demişti. Ekinlerin kaldırıldığı bu günlerinde tarlada takımda çalışmaktan okula gelmeyen çocuklardan bir kaçını bulmanın zor olduğunu bilen Cezim Öğretmen yürürken etrafına boşuna baktığını anlayınca kafasını yere eğdi, “işte, can sıkıntımın sebebi bu kimsesizlik!” diye düşündü bir an, ama sadece bu günlerde kimsesiz olmadığını fark edince de bu düşüncesinin doğruluğundan emin olmadı. Fırat’ın kenarına tek başına gitmeyi düşündü o an, ama köyün dışında kendisini tanımayan başıboş çoban köpekleri, toprağın olur olmaz yerinden çıkabilecek yılanlar çıyanlar ve daha adını bilmediği bin bir çeşit mahlûkatın içinden bir kilometre yol yürüyecekti. Oraya vardıktan sonra da, korucuların mı devletin mi yoksa köylülerin mi ateşlediği silahların sesi düşlerini kâbusa dönüştürecekti. Dağların arasından tüm ihtişamıyla akan Fırat’ın çekiciliğine kendini kaptıracaktı belki de. İçinin acıdığını bile bile İzmir’in Kordon boyunda yürüdüğünü hayal edecek ve daha da kötüsü içine daldığı bu hayal âleminden kendisini çıkaracak hiç kimse yanında olmayacaktı. Farkında olmadan etrafını saran ürkütücü karanlığın içine bir kabustan kaçar gibi girecekti ve kendine geldiğinde ona yönünü gösterecek köyün açık kalmış birkaç ışığını arayacaktı, bulamayınca da köyün havlayan köpeklerinin sesini takip ederek tek odalı lojmanına varacaktı. Biliyorum, böyle olacak, diye mırıldanınca etkisi altında kaldığı bu düşüncelerinden dolayı bedenini saran ürpertiyle kas katı kesildiğini fark etti bu ikindi güneşi altında, yeniden lojmana dönmek istedi, olduğu yerde durdu. Düşüncelerinin akışını değiştirdi bir an, hala uykunun tesirinin geçmediğine yordu bu durumu ve yeniden yürümeye başlarken kendi kendine konuşurken durduğunu birilerinin görmüş olabileceğinden korktu. Akşam köy kahvesinde, “Ğoce, gene gendi gendine konişirken, pıt durdi.” Ardı sıra gelen kahkaha sesleri ve herkesin aklında hocayla ilgili bir anısı sıraya girecekti akşam sohbetlerinde. Gecenin karanlığında yolunu kaybetmek, kurda kuşa yem olmak işten bile değildi, illa da denizi hayal etmek için Fırat’ın kenarına mı gitmek gerekiyordu? Gitmekten vazgeçince kızgınlığı dağıldı bir anda.

         En yakın şehre en hızlı arabayla iki saatlik uzaklıkta olan bu köyde dört yıldır çalışıyordu Cezim Öğretmen. Köy evlerinin sırtını verdiği dağ hep oradaydı, kışın dorukları karlanırdı, ekinler hep okulların kapanmasına bir ay kala kalkmaya başlardı ve güneş her sabah ilk ışığını Fırat’ın etrafında dolanarak aktığı tepeden yansıtırdı. Çocuklar ya yaşını tamamlamadan ölürlerdi ya da iyice yaşlanarak. Bu köyden daha büyük ve şehre daha yakın bir kasabadan buraya tayin olan imam zaman zaman tek konuştuğu kişiydi Cezim Öğretmenin. Camii de hiç görmediği, alnı secdeye varmamış bir adamla konuşmaktan imamın haz aldığı söylenemezdi. Henüz geçen Cuma namazından önce Haso Emminin namaz vaktinde Cezim Öğretmenin yanında sohbete dalarak camiye gelmemesine çok kızmıştı imam. Topu topu köyün yaşlılarından oluşan 27 kişilik camii cemaatinden Haso Emmiyi göremeyen imam, hasta olabileceğini hiç düşünmeden o gün akşama doğru köy kahvesinin gölgesinde oturan Haso Emmiye, namaza neden gelmediğini köyün aşağı yolunda ilerleyen minibüse bakarak sormuştu. O gün cuma namazından habersiz Cezim Öğretmenin bilerek Haso Emmiyi namaza bırakmadığını düşünüyordu imam. Zaten daha önce birkaç kez köylülere Cezim Öğretmen için, bu adam kâfir, ne namaza geliyor ne oruç tutuyor, siz hiç böyle müslüman gördünüz mü? İşte bu sorularla kafası karışan köylüler Cezim Öğretmeni sevmelerine rağmen onun camiye gelmemesine içten içe kızıyorlardı. Cezim Öğretmenin alevi olabileceği üzerine zaman zaman yorumlarda bulunsalar da muharrem ayında yemek yediğini gören birkaç köylü olmuştu. Hatta birkaç kez köy odasında konuşan muhtar, hiç yeri değilken (bıyıklarını burarak, önemli bir konuda konuşacağı zaman muhtarın bıyık burduğunu imam bilmiyordu):

          “Şu bezim ğoca çuk iyi emme, camiye de uğrise ni kadder iyi olir, delll?” demiş ve hemen muhtarın yanındaki yer döşeğinde oturan imam Cezim Öğretmenin adını duyunca bağdaşını bozmuş, lafı muhtarın ağzından alarak:

       “Sizler cahal olmisanız bene inenirseniz, o ğoca, kâfir diyerem ben size, siz inanmeyesiniz bene” demişti. Odanın kapıya yakın yerinde oturan iki köylü imamın onları fark etmediği bir anda kendi aralarında gülmüşlerdi sessizce.

         Kahvenin gölgesine sığınan işten güçten düşmüş yaşlı köylülere klormatik gözlük camlarının ardından bakan Cezim Öğretmen kahveye girmeden asmanın altındaki gölgeye doluşmuş köylülerin aşağı köyün yoluna bakmadıklarını, farklı bir yöne çevirdikleri sandalyeleriyle nereye baktıklarını anlamaya çalıştı. Arkasından bir toz bulutu bırakarak eski muhtarın tarlasında ilerleyen biçerdöveri ve tarlanın üst başındaki traktörle arkasındaki römorkun altında oturan birkaç adamı zorlukla seçebildi uçsuz bucaksız bozkırda. Kimisi biçilmiş kimisi biçilmeyi bekleyen, aralarında kara taşlarla ayrılmış tarlaların oluşturduğu uzunca bir ovanın üzerine çöken güneşin ağır ışınları berrak bir su gibi sıcaklığı dalgalandırarak ortalığı yakıyordu adeta. Cezim Öğretmenin geldiğini fark etmeyen köylülerin içinde sol ayağını altına alarak sandalyede oturan imam tesbih çekerken yerinden usul usul sallanıyordu, bu sallantıdan da eski sandalyeden etrafa ihtiyarların duymadığı ama Cezim Öğretmenin kulaklarını rahatsız eden bir gıcırdama sesi yayılıyordu. Cezim Öğretmen bu her günkü manzaradan bir şey anlamadan tekrar bakışlarını imamın olduğu yere çevirdiğinde imamın yüzündeki buruşmadan geldiğinin imam tarafından fark edildiğini anladı. Tüm öğleden sonralarını bu gölgede geçirerek Karavaiz ile Kendirli köylerine giden dolmuşu gözleyen köylüler o sabah Kendirli’ye giren taksinin ne zaman köyü terk edeceğini veya köye neden geldiğini tüm gün aralarında tartışarak konuşmuşlar ve sonrasında bakışlarını başka yöne çevirmişlerdi. Sabah çıkıp ikindi vakti köye dönmek üzere olan Kendirli köyünün dolmuşuna bile bakma gereği duymuyorlardı artık. İkinci kez baktığında az önce gördüğü manzaranın değişmediğini fark eden Cezim Öğretmen gözlüğünü çıkardı, yüzünden akan teri silmek için boynuna doladığı mendille camlarını sildi, taktı bir daha baktı, kendisine, hoş geldin diyen kahveciye sordu köylülerin nereye baktığını. Kahveci:

       “Ğocam siz görmiesiniz, diğeştiren bu güzlük cemlerini, kocimen biçer dolani mığtarin tarlesinde, biçi biçi biçi de motür yetişmiyi buğdayi taşimeye.”

        Cezim, kahvecinin eline verdiği çayı karıştırırken Hıristiyan köylülerinin köye gelmiş Mesih’e baktıkları gibi büyük bir hayranlık ve saygıyla biçerdövere bakmalarına şaşırdı. İmam, Cezim öğretmenin geldiğini okula doğru kafasını çevirdiği bir anda görmüştü ama yüz yüze gelmemek için bir daha o tarafa hiç bakmamıştı. Cezim Öğretmen imamın etrafını saran köylülere doğru iyice yaklaştı, çayından bir yudum aldı, durdu. O sırada kendi aralarında konuşurken tarladaki biçerdöverden bir an bile gözlerini ayırmayan iki köylü traktörün üçüncü seferi mi dördüncü seferini mi yaptığı üzerine tartışıyorlardı. Köyün alt başından sarı ekinlerin içinden çocukların sulu boya resimlerinde cetvelle çizdiği yola benzer düzgün ve pürüzsüz bir yol bırakan biçerdövere bakmaya başladı Cezim Öğretmen de. Kahvecinin yanına bıraktığı sandalyeye oturdu ve imama doğru seslendi:

      “İmam Efendi, şimdi bu biçerdöveri yapan ecnebi, cennete mi gidecek cehenneme mi?” dedi.

          “Aleykümselâm ğocem.” dedi imam, Cezim Öğretmen gene “selamünaleyküm” demeyi unuttuğu için kızdı kendi kendine, sonra da her seferinde büyük bir ayıp gibi imamın bunu yüzüne vurmasına sinirlendi. Köylüler de Cezim Öğretmene, hoş geldin dedikten sonra imam Cezim Öğretmeni köylülerin içinde düşürdüğü zor durumdan aldığı hazla sol ayağını sandalyenin dibinde duran takunyasına geçirerek:

          “Ğocem, Müslümen olmiyen herkes, cehennemde yanacak.” Cehennem ateşini odunla destekleyen bir zebani gibi bunu büyük bir iştahla ve şevkle söyleyen imamın karşısında sıcaktan bunalan Cezim alnından aşağıya süzüldüğünü hissettiği ter damlasını silmedi. Bu sıcakta eline çayı tutuşturan garsonu aradı etrafında, bulamayınca bardağın dibinde kalan son yudumu da kafasına dikerek boş bardağı duvarın dibine bıraktı. Yaşlı köylüler biçerdöverden önce çektikleri sıkıntıları hatırlayarak bir ecnebinin kendilerine sağladığı bu büyük kolaylıktan dolayı onun da cennete gideceğini, imamın bu konuda tam bilgi sahibi olmadığını söylediler. İmam köylülere sert bir dille, ecnebilerin cennete gitmeyeceğinin kuranda yazılı olduğunu…

         Eşeğin heybelerini otla doldurmuş beşinci sınıf öğrencisi Hamit’e doğru Cezim Öğretmenin yürüdüğünü kahvenin gölgesinde oturan hiç kimse görmedi. Belki de Fırat’ın kenarına giderdi. Kim bilir?

 

 


  
  Kadir Işık