Bir rastlantıyla buluyorum... Tepede kavurucu güneşin yükseldiği
bir yaz gününde, tek başıma bir vitrinden
diğerine savrulup caddenin kalabalığına karıştığım bir sırada. Her
zamanki gibi, önce bir süre kentin öğrenci, memur kalabalığında oyalanacak, ardından
kendimi kitapçılara atacaktım. Kitapçılar bir tür kurtarılmış bölgelerdir benim
için. Katlanılmaz bir ilkelliğin sürdüğü kaldırımlardan kaçıp sığındığım,
soluk alabildiğim bir mekân. Her zaman olmasa da yeni bir kitap
heyecanlandırabilir sizi. Tatlı bir müzik eşliğinde yeni dünyalar
keşfedebilirsiniz. Bu keyfin özlemini çekerek sığındığım kitapçıların bazen
beni hayal kırıklığına uğrattığını da itiraf etmeliyim. Dışarıda canınızı
sıkan birçok şey gibi, dergi sayfalarında gördüğünüz kimi ittifaklar da
toplumsal hayatımızdaki çürümüşlüğün buralara dek yansıyan somut bir
göstergesidir. Ne bileyim, bir dergi çevresinde birlikte düşünemediğiniz
birtakım yazarların yeni ilişkiler kurmadaki ustalıkları şaşırtır sizi. Bir
grubun adamı olmaları, başkalarını yok saymaları... Orada, yazın piyasasında da
kuşatılmış duyumsarsınız kendinizi. Ama bu kuşatılmışlık duygusu yabancısı
olmadığınız sıkıntı duraklarında teslimiyetinizi getirmeyecekse, tek başınıza
bir dünya kurma olanağını verebilir. Bu
düşüncelerle boğuşup kitapçıya uğrayacağım bir sırada rastlantıyla
buluyorum... Tuhaf bir duygu, o an aramızda bir ilişki olduğunu, oturduğum banktan karşı koyamadığım bir gücün beni kahveye
doğru çektiğini anlıyordum.
İmge Kitabevi'ne varmadan önce, o dar ince
ağaçlıklı yola saptığımda, geniş
bozkırın ortasında bir vahadaydım sanki. Dışarıya masa atılmış
cafe'lerin önü cıvıl cıvıl kaynıyor,
banklarda oturanlarıyla, kaçak sigara satıcılarıyla, 'Ernesto' adıyla
çağrılan delisiyle cadde, geride bıraktığım
kaldırımlara inanılmaz aykırılıkta bir görüntü oluşturuyordu. Yaklaşık
beş yüz metrekarelik bölgenin bir ucunda Mülkiyeliler Birliği'nin duvarına
yaslanmış hırpani görünüşlü grup, bankta, kahvede oturanlarla, yoldan gelip geçenlerle
birlikte bölgeyi zengin bir insan galerisine
dönüştürüyordu. Kentin başka yerlerinde süren o sessiz uyumun en küçük
kırıntısı bile buralarda yoktu. Diyeceğim,
yuppiliğin geçerli olduğu bir dönemde, kulakları küpeli, uzun saçlı, sakallı, ülkemin bu geç kalmış hippilerinin,
bölgenin diğer insanlarıyla birlikte bana mutluluk verdiklerini, en azından
şimdi oturduğum bankta birkaç saatliğine de
olsa dışarıdaki yabanıl İlişkilerden kurtulmama yardımcı olduklarını, kitaplardan,
filmlerden bildiğim bir tür 'melez kültür'e doğru giderek yaklaştığımı duyumsuyordum. İşte o an, bir rastlantıyla, yasaklanmış patika görüntüsü belleğimde çakıp yüzümü kahveye çevirdiğimde bir rastlantıyla
buluyorum...
Önceleri sen yalnızdın. Kahvenin kalabalık masalarında işsizlerin,
'Yerli Fide'lerin ve zaman öldüren öğrencilerin arasında. Garson, kahve insanlarının fısıldaşmalarına neden
olacak, dönemin ruhuna uygun sözlerle süslediği servisine çıkmamış, Levent'le henüz karşılaşmamıştın. Önceleri yalnızdın, ama her
zamankinden daha fazla birlikteydin çevrendekilerle. Çok geçmeden benim gibi
Levent de anlayacak, ilk karşılaşmayı
izleyen günlerde oturduğun masanın dolup taştığım görecek büyüyen
gözleriyle. Kahvenin bir köşesinden diğerine
birkaç saatte gelebildiğine tanık
olacak. Uzak yıllarda başka mekânlarda tanık olduğu gibi. Uzun siyah saçlarınla bir tay gibi geçeceksin masaların arasından. Her masadan tanıdık bir
yüz çıkacak karşına. Genellikle
sakallı yüzler olacak arkadaşların. Yüreğinin bir parçasını içmesini, sevişmesini
bilen bu eski tüfeklerde; şair,
tiyatrocu arkadaşlarında bırakıp
bir tay gibi, ama zamanından önce beyazlaşmış saçlarınla gelip Levent'in yanına
oturacaksın. Ve Ankara'da sıcak bir yaz günü garson, 'Çayınız Mr.
Gorbaçov' gibisinden esprilerle yeni bir servise çıkarken, oturduğum banktan
her şeyin yeniden, ta en baştan başladığını
düşüneceğim.
Size rastlamadan önceydi; ne bir düşüm, ne bir
heyecanım, ne de bir sevgilim vardı. Kentin
kaldırımlarında belirsiz yüzler arasında geçen saatler, bir vitrinden
diğerine savrulmalar ve kitapçılarda oyalanışlardan kurulu tekdüze bir hayat.
Hep böyle olur: Üç-beş ayda bir içimde sıkıntılar yumağı oluşur, hayatımı kısa
bir süre için de olsa değiştirecek, günlük akışını bozup yeniden kuracak,
heyecan katacak bir şeylerin olmasını beklerdim. Sinemalarda koltuğuma gömülüp
izlediğim korku, gerilim türünde filmler umduğum
etkiyi göstermiyordu. Yoldan gelip geçenlerin, köşe başlarım tutmuş
kolluk güçlerinin bana anlayışla,
sevecenlikle yaklaşmalarını, dahası, tanıdık bir yüzün elimden tutup
gözlerden uzak bir yere kaçırmasını
beklemiyordum. Karşımda oturmuş, metalik giysileriyle baştan aşağı isyan
kokan, varlıklarıyla kente, yerleşik ilişkilere meydan okuyan 'Yüksel Caddesi Çocukları' gibi. Yıkımların hayatımızı altüst ettiği bir ortamda küçük
mutluluklarla yetinmeyecekseniz, belki
yapılacak en anlamlı şeylerden biri de yazmaktır. Yazmak... Hayatın
alevli eteklerine tutunmak mı, bir kaçış
mı, bir oyun mu yoksa?
Kahvenin bir köşesinde,
belki de bir oyun, diyorsun Levent'in
sözünü keserek, on yıl sonra beklenmedik
bir anda karşıma çıkmana ve bana hâlâ âşık olduğunu söylemene bakılırsa
bütün bunlar bir oyun olmalı. Aradan bunca yıl geçtikten sonra hâlâ serüven peşindesin. Çocuksun sen, korkarım çocuk kalacaksın.
Demek 'çocuksun sen!' Alın size bir ortak duyarlılık daha! O
günlerde işte, bir başıma dolaştığım, kafamda bir şeyler kurup çiziktirdiğim günlerde, Füsun Erbulak'ın her
zamanki köşesinde okudum: Özel hayatları didik didik eden, imlediği ayrıntılarla sözünü ettiği kişileri ve okurları sarsan bir
yazıydı bu. Gazetedeki köşe yazısının bir
yerinde ünlü bir şairimizin Çocuksun
Sen adlı bir kîtap çalışması olduğunu duyuruyordu. Tahmin edebileceğiniz gibi, şaire 'çocuksun sen' diye seslenen kadın, şairin sevdiği
kadındı, karısı değil! Ünlü bir
şairi geleneksel ahlak anlayışıyla yargılamak bana düşmezdi elbet. Ama
yine de şaşırmıştım. Levent'e
söylediklerini anımsayınca şaşkınlığım bir kat daha arttı. Senin,
Levent'in, şairin sevdiği kadının ve şaire
'gölge gibi hizmet eden' karısının adına üzüldüğümü söylemeliyim. Aşka
inanan biri olarak, kendi adıma da. Nasıl
üzülmeyeyim; şairin ayrıcalıklı hayatı içinde kadını bir figüran olarak gören
bu anlayışta bana dokunan bir şey vardı. 'Çocuksun
sen' sözcükleri şiirsel, şiirsel olduğu kadar da sıradandı. Bir
taraftan, sözcükler, şairin hayatından süzülerek
dizelerde yerini alıp okur tarafından paylaşılmayı beklerken, diğer taraftan, demek her dönemde bir şairin, bir
yazarın arkasında 'çocuksun sen' diyen bir kadın varmış, yargısını
güçlendiriyordu. Bu da yetmezmiş gibi bu
sözcükleri sıkça kullanarak yayımlanmamış
bir kitabın adını eskitiyordum durmadan.
Ben seni
heyecanlandırıyor muyum? Yanıtın evetse bu az şey değil. Levent'in sözleriyle 'çocuksun sen'in
çağrıştırdıklarından sıyrılıyorum. Yanıtın evetse, diye bir kez daha yinelerken dalgınsın, kararsızsın, atacağın olası bir adımdan korkuyorsun. Senin dediğin
gibi, bütün bunlar bir oyunsa, bu oyunda duracağın yeri iyi biliyorsun
doğrusu. Ne tür bir heyecan bu? deyip
soruya soruyla karşılık veriyorsun: Bugünlerde, uzun bir aradan sonra
yeni çıkan bir siyasi dergi için heyecanlanıyorum. Bunun senin için anlamı ne?
Öldürücü yumruğunu indirmiş boksörlerin edasıyla yanıt beklerken, bu oyundan
tat aldığın belli oluyor. Sana nasıl yanıt vermeli; nerdeyse yayımlanan her
öykü, biraz şiir, birkaç roman ve elbette ki sokaklarla olan yakınlığını
unutturmayan bu ülkedeki hemen her şey
için heyecanlandığını söylemeli. Sana,
Carmen Llera Morovia'nm 'seviştiğim insanları seviyorum'unu, yarı
örtük bir cinselliğin gizlendiği bu sözleri söyleyemiyor, ben yazıyorum,
elimden de başka bir şey gelmiyor. Levent'in
kafasından geçenleri sezmiş gibi, söylemesine fırsat vermeden, ben yaşıyorum,
sen yaz, diyorsun. Sonra da ezberinden birkaç dize çiziktirip kâğıdı eline
tutuşturuyorsun.
Sen yaz, deyince, bir dostumun İstanbul dönüşünde,
Ankara'nın bir banliyösündeki çalışma masasına
kendini atışı geliyor aklıma. Dışarıdaki hayat, İstanbul ürkütmüştü
onu. Dostumun gözünde yaşama delisiydim;
küfürlerime, itirazlarıma, içki içişime, takım
tutuşuma, en çok da
Beşiktaşlı oluşuma şaşırıp kalırdı. Kendisine, çalışma odasında,
dudaklarından
düşürmediği Maltepe sigarası ve kavgaya tutuştuğu
sözcüklerden bir dünya kurmuştu. Bunun dışında
zaman durmuştu
sanki. Senin o çok önemsediğin arkadaşlarınla kurduğun
dünyaya benziyordu
dostumun dünyası. Her iki dünyada da eksik kalan bir şeyler vardı. Dışarıya ve yeni şeylere sımsıkı kapalıydı
kapıları. Dostum yaşama delisi diyordu ya, kalabalıklar içinde yalnız biriydim gerçekte. Nedenini bir tek
sözcükle açıklayabilirdim: Uyumsuzluk. Evet, uyumsuz biriydim ve
bulunduğum yerlerde sürekli itiraz ediyordum. Belki de varoluşun değişmez bir
yasası olan eksiklikler içindeki bir dünyada boşuna sızlanıyordum. Bir başka
'Ernesto'ydum anlayacağın. Sense herkesin
iyi kötü değiştiği bir dönemde usulcacık yaşıyordun, hayata gösterişsiz
bir canlılıkla tutunurken. Örneğin, kısa bir Kızılay-Dikmen yolculuğunda bindiğin
dolmuşun şoförüyle diğer yolcular senin için bulunmaz bir insan hazinesiydi.
Onları yıllarca bıkmadan
gözlemleyebilirdin, her defasında benzer gözlemler
için şaşırarak.
Yolda, işte, her yere insanlar (Türk insanı mı demeli?)
köylü kurnazlıklarıyla,
büyük düşleri küçücük
dünyalarıyla kıpır kıpırdı içinde. Başkaları gibi
kızmıyordun onlara, her şeye karşın onlar için yeni bir
serüvene başlayabilir,
uzak bir gelecekteki güzel günler için
canını seve seve verebilirdin.
Yaşamayı seviyordun dopdolu, Levent gibi uydurma metinler peşinde
değildin. İlk çekingenlik yerini ölçülü bir meraka bırakıyor. Belli ki sıcak
bir yaz günü, kahvenin bir masasında gazete
okurken ansızın karşına çıkan adam, küllenmiş bir aşkı körüklüyor durmadan. Kente yedinci kattan bakan bir daireyi, konuşmasız geçen bir sevişmeyi, yalnızca
gövdelerin dokunuşunu anımsıyorsun.
Uzak yıllarda bıraktığın, kentin güneybatısında küçük bir çam
ormanındaki ince bir patika, ayrılmak üzere olan iki kişi, birer birer eksilen
yüzler ve kırık çizgilerle geçiveren yıllar...
Kırık çizgilerle
geçiveren yıllar ve eksilen yüzlerden
bir yüz, çiziktirdiğin şiirleri dostlarına vermek, bir yanını onlarda bırakmaya benzemez, diyerek karşına çıkan
bir adam. İşte Levent beklenmedik bir şekilde karşında, kuşkulu bir karşılaşma
sonrasında kendi kurtarılmış bölgesine çekmeye çalışıyor seni. Kalabalıklar içinde yaklaşmayı sevmez; bir zaman
kesitinden, bir mekândan bir başkasına incitmeden kaçırır seni, ait olduğun insanlardan adeta çalar,
iletişimin bu türlüsünü sever, en dolaysızını. Adı konulmamış bir
oyuna çağırıyor seni; öyküler, uydurma metinlerden başka nedir, diyor ya, bir
öykü yazma serüveninde olduğu gibi sizin serüveninizin de nasıl biteceğini
bilmiyor. Ve ben seni uyarmakta çok geç kalıyorum. Levent'in istediği tek şey,
düşünü kurduğu bir adada seninle çekici bir
zaman kesitini yeniden yaşayabilmek.
Bıraktığınız yerden bırakacağınız yere dek. Sis içindeki günleri konuşmak ve
gövdelerinizin yeniden kenetlenmesi
için dayanılmaz bir istek duyuyor. Yarım kalmış bir sevişmeyi istemenin,
belleklerden silinmemiş bir yüzü yeni bir ateşle keşfetmenin bu denli yakıcı, sarsıcı olduğunu yaşamadan
bilemezdi. Ne yazık ki, bazı şeyleri yaşamak
gerekiyor, en azından ertelenen yaşantıların bir bölümünün yeniden ele geçirilmesi için. Ama kolay mı bu? O gün
yeni çıkmış kitapları alıp kitapların dünyasında dolaşmanın keyfini
çıkarmayı düşündüğü bir sırada karşılaşıyor
seninle ve o eski ateş yeniden sarıyor gövdesini baştan aşağı.
Neden hayatıma girip karıştırıyorsun, bunca yıldan sonra neden?
diye soruyorsun yanıt beklemeden. Belki bir iç geçirme, bir sızlanma, kendi
kendine bir mırıldanma bu. Sincan trenini kaçırdım, dediğinde, üstelik bunu birkaç kez yinelediğinde bir anlam
veremedin. Saçmalıyor olmalıydı, ama değildi. Birkaç kontrol sorusuyla
Levent'in Sincan'la bir bağlantısının olmadığını anladığında, Sincan treninin
gizi iyice artmıştı. Ama o da, nedense, benim gibi Sincan treni konusunda fazla
bir şey söylemek istemiyordu. Belki bir gün
anlatmayı deneyebilir, ölü bir zamanda Sıhhiye'den Sincan'a boş bir
banliyö treninde bir kadınla yolculuk etmenin, yolculuk etmek istemenin mantığını
açıklayabilir sana. Ama şimdi önemli olan, evli bir kadının olanaksız diyen
bakışlarıyla, sorunu, sorularını sürdürüyor olman. Bir akşamüstü ağaçların koyu gölgesinde saçlarını okşarken, bir başka gün
sabaha dek oturulmuş bir odada
Beatles dinlerken duymak istediğin yanıtı verdiğini sanacak.
Dudaklarına uzanırken ve fısıltıyla 'and I love you'na eşlik ederken.
Senin yanında unuttuğu anıları anımsadığım, başkalarıyla birlikte patikadaki
yüzün de hayatını etkilediğini söylüyordu.
Sen başkasınca çizilmiş bir labirentte kendine çıkış yolu arıyordun.
Bense 'yazmak bir hatırlamadır' sözünü doğrularcasına, Levent adına sorunu
yanıtlamaya çalışıyordum: Yıllar öncesinden senden bana kalan hüzünlü bir yüz,
yarım kalan bir sevişme ve uzun, upuzun sürmüş bir yolculuk. Bir de yazdığım ilk öykünün ilk kadın
kahramanı. Seni ve öyküdeki kadım yıllar önce üniversitenin yasaklanmış
patikasında bırakıp uzun bir yolculuğa çıkmıştım.
Sana, kendime ve geride kalanlara düşünme payı bırakarak... O günden bu
yana eski yüzleri yeni yüzlere taşıyıp yazıyorum. Şaraba ve Beatles'a karşın,
ılık tenine ulaşmak hem çok kolay, hem de çok zorken... Düşündüklerini
söyle(ye)medi. Nasıl söylesin; yaşadığın yüzler arasında geçmişinle, kendinle bu denli barışık düşünmemişti seni.
Başa dönüyorum: Kahvede oturuyorsun, patikadaki gibi hüzünlü ve
çekici. Önce seni görmezlikten gelip yoluna devam ediyor, sonra ani bir dönüşle
gelip yanına oturuyor. Sorular başka sorulan kovalıyor. Sem görmeden gitse,
geçen yıllarda neler olup bittiğini, başından neler geçtiğini öğrenemez. Seni görmeden gitse, karşılaşmanın heyecanını başka
heyecanlara taşıyamaz. En önemlisi de, seni görmeden gitse, yeni bir öyküye başlayamaz, bunu biliyor, benim bildiğim gibi.
Zaman göz
açıp kapayıncaya dek geçiyor. Geçmişte uzun sürmüş saatleri, günleri
düşününce, şimdi bulunduğum yer ve zamanda yaşadıklarımın, yaşa(ya)madıklarımın
avuçlarımın içinden kayıp gittiğini
duyumsamak şaşırtıcı geliyor bana. Üstüne üstlük bir hayata sığmayacak
değişikliklere tanık olduğumuz şu yıllarda bazı şeylerin hiç değişmediği duygusuna
kapılmak da gerçekten tuhaf. Oturduğum bankta sizi izlerken, uzak yıllarda
üniversitenin yasaklanmış patikasında bıraktığım, ayrılırken tek sözcük
söyleyemediğim, yüzü Kızılderili bir kadının yüzüne benzeyen o kadını,
alacakaranlıkta belirsiz bir yöne yürürkenki ruh halimi anımsamaya çalışıyorum.
Geride, çamların arasında veda bile edemeden bıraktığım genç bir kadın ve hemen ardından başlayan, başkaları
gibi beni de içine çeken büyük göç dalgası... Çok sonra, bir kentten başka bir kente savrulurken,
sonbahar renklerine bürünmüş çınar ağaçlarının altındaki eski bir kulübeyi
içindeki coşkulu yüzlerle birlikte yazdığım ilk öyküye taşıyacak, sıkıyönetim
ortamında, patikadaki yüzle, gitgide patikadaki yüz imgesiyle ve bir dönemle,
kendimle çok özel bir hesaplaşmayı bitirdiğimi sanacaktım. Ama şimdi yanıldığımı
anlıyorum. Levent, yanındaki kadına, yıllar ve yollar boyunca sen vardın, ilk
öyküden bu yana sen hep vardın, diyor. Levent'in söylediği bu sözlerin hayatımda
bir karşılığı var elbette. Artık
itiraz etmeden kabullenmeliyim. Bunun siz de ayrımında olmalısınız. Gerçekten de, bir arkadaş topluluğunda ilk tanışmamızdan
bu yana, patikada bıraktığım kadınla aramızda kopmaz bir ilişki kurulduğunu ve
nereye gidersem gideyim, o uzun siyah saçlı kadını da peşimsıra taşıdığımı bir kez daha anlıyorum. Bir
öykücünün sürekli aynı öyküyü yazması gibi
bir şey bu. Hayatımı biçimlendirmiş bir zaman kesitinin çekim alanından,
bir kadının, bir aşkın büyülü tutsaklığından kurtulamamakla da açıklayabilirim
bunu. Ama zaten her öykü birer aşktan başka nedir ki? Levent'in bir akşamüstü kahve çıkışında seninle (yoksa eski
sevgilisiyle mi demeliyim?) birlikte şarabını yudumlarken bu soruyu
sorduğunu iyi biliyorum. Soruyu beğendiğimi, sorunun beni sarıp sarmaladığım,
hatta üretken kıldığını burada vurgulamam gerekiyor. Her öykü birer aşktan
başka nedir ki? Aşktan başka! Soru çağrıştırdıklarıyla yankılanıp duruyor.
Öykülerim gibi ben de aşklarla beslenmiyor muyum? Öyküm gibi ben de aşkınla besleniyorum, diye yazıp, soruyu,
çağrıştırdıklarını biraz daha açımlamaya çalışırken, elimdeki öykü
için iyi bir başlık bulduğumu ayrımsıyorum.
Metnin bitmemiş haline karşın, uygun bir yarışma bulduğumu sandığım
gibi. Yeniden kahveye, konuşmalara döndüğümde, acele etmemem gerektiğini,
bundan sonra anımsayacağım her yüzün, her imgenin yeni bir çağrışım olanağı yaratabileceğini, metnin başlangıçta
tasarladığımdan çok farklı yerlere doğru yol alabileceğini daha önceki
deneylerden bildiğimden, öykü başlığını final tümcesine bırakıyorum. Caddede gün ışığı yerini gün batımına bırakıyor.
Akşamın ilerleyen saatlerinde
patikadaki yüz, eski sevgilisine,
yaşadığı yıllardan yüzler, sözcükler,
resimler getiriyor. Yüzler sözcükleri,
sözcükler resimleri İzli yor. Uzun siyah saçlı kadın
konuşmasını
sürdürürken, bir zamanlar yasak ilişki
kurduğum bu genç kadının, geçen
belirsiz dönemde dört yıl tutuklu kaldığını, tutukluluk yıllarında akıl almaz
baskılara uğradığını, başından geçenler için hiç kimseye kırgın olmadığını, şiir
yazdığını, fırsat buldukça sinemaya gittiğini ve halen Ankara'da bir sürgün hayatı
yaşadığını öğreniyordum.
Bir öğle zamanı, Yüksel Caddesi'nde bir bankta
otururken, unuttuğumu sandığım bir sırada seninle karşılaşacağımı, hemen yanı başımızdaki kahveye geçip sigaralarımızı yakacağımızı ve hayatındaki
sis perdesi aralandığında, yüzümün
yanındaki Levent'in yüzüne benzeyeceğini,
bu yazıya başlamadan önce düşünemezdim. Rastlantı işte; nasıl oluyorsa
oluyor, çok eski yıllarda yazdığım ilk öykünün
kadın kahramanı şimdilerde artık çıkmayan bir sanat dergisinin tozlu, sararmış yapraklarından çıkıp bir kez daha
beni buluyor. Evet, bir rastlantıyla buluyorum seni. Yüksel'de bir öğle zamanı, bir yarı düş
öncesinde, eski sevgili imgesinden
yola çıkarak, geniş zamanlı bir aşk öyküsü adlı yeni bir öykü yazmaya
karar verdiğim an.
Mayıs 1991