Saklı Bir Kentin Halk Ozanı: Enver Gökçe (1)

 

 

                                                                                                           

          “Bu gün görüş günümüz

        Dost kardeş bir arada

Telden tele

Mendil salla el salla

Merhaba!”

 

Önümde, 23 yıl önce yitirdiğimiz, ‘Toplumsalcı Gerçekçi’ şiirimizin önemli temsilcilerinden  Enver Gökçe’nin, yapıtları:

Dost Dost İlle Kavga Ve Rubailer (Yücel Yayınları 2. Basım 1975. 1. Basım    1973), Panzerler Üstümüze Kalkarken (Toplumsal Dönüşüm Yayınları, ‘Bütün Şiirleri’ ile birlikte), Eğin Türküleri(Yaba Yayınları 1. Baskı Mart 1982),Enver Gökçe Yaşamı ve Bütün Şiirleri (Belge Yayınları 1. Baskı 1981) ile Toplumsal Dönüşüm Yayınları’ndan  birkaç yıl önce Enver Gökçe ve Bütün Şiirleri ‘Yayımlanmamış   Şiirleri’ adıyla çıkan  kitaplar.

Kim bilir kaç kez okumuşumdur bu kitapları. Nazım Hikmet’ten sonra en çok okuduğum şairlerden biri oldu. Lise yıllarımdan beri  bildiğim bu şairimizi tanıma şansım hiç olmadı, kitaplarının dışında. Ama tanımadan da sevdim onu ve şiirlerini. Şiirlerini ilk okuduğumda, beni kendine çeken bir yan, özüme benzer bir özle karşı karşıya olduğumu duyumsadım. İçinden doğup geldiğimiz halkımızın sesiydi bu. Kendi sesini halkının türkülerinde aramış bulmuş, ağıtlarından süzerek sözcüklere dökmüş, toprağının kokusuna, coğrafyasının havasına, güneşine bandırmış bir halk ozanıdır Enver  Gökçe. Ben bunları sezinlemiştim o günlerde (hala da öyle). İşte o gün bugündür, şiirin beni çağırmalarında, şiiri düşünmelerimde, bu büyük uygarlığa, kafasının gücü, yüreğinin sesi ve kaleminin silinmez iziyle adını yazdıranlar gelir aklıma. Şiiri çağrıştıran her durumda, daha özenci ve daha iyiyi arar oldum bende.

1970 yıllarda, Nazım’dan sonra, meydanlarda şiirleri en çok okunan şairlerimizin başında geliyordu. Kitapları elden ele dolaşır, şiirleri dilden dile söylenirdi. O zamandan beridir Enver Gökçe adı, hep bağbozumu zamanlarını yaşatır bana. Hüzün baharıydı benim için bağbozumu dönemleri. 1999 yılında, üzerinde çalıştığım kitabın, kendisiyle ilgili bölümü için gittiğim köyünde (Eğin’in ÇİT köyü) karşılaştığım manzara, iç burkan görüntülerle doluydu(*). Çok daha sonra farkına vardım, bu adla karşılaşmalarımda yaşadıklarımın nedenini. Ölümünden önce de, ölümünden sonra da, eskilerin demesiyle, ona ‘reva’ görülenler meğerse bunlarmış. Bu durum bir yerde sanatçının yazgısı olup çıkıyor, her nedense ülkemizde. Yalnızca bize özgü mü yoksa bütün bunlar? Başka ülkelerde de bu tür şeylerin yaşandığı oluyor mu acaba?

Az konuşmak, çoğunlukla suskun kalmak,  Anadolu insanının başlıca özelliklerinden biridir. Suskunluklarında, kabullenmişliğin izlerini taşımış olsalar da, aslında bu görüntünün arkasında, ora insanının, bilgelik yatan duruşu vardır: Yalın, ama derin izleriyle karşılaşırsınız belli bir süre geçtikten sonra. Denildiği gibi, sürekli konuşup ‘havanda su dövmek’ yerine, ‘Az söz erin yükü/Çok söz hayvan yükü’ deyip, Yunus’ça bir erdemlilik sergilemek, doğası gereğidir bura insanının. Öfkelendi mi de ateşe verir, dağı taşı. Yakar, yıkar, durular...

Öfkesini, sevincini, acısını, mutluluğunu türkülere dökmesi, türkü yakması insanca bir duyuşun, insancı (hümanist) bir biçimde dile getirilmesinin en güzel, en çarpıcı örneğidir. Gurbet, sevda, ölüm, ayrılık, isyan, kıskançlık, kardeşlik, ahbaplık, dostluk, yarenlik, aşk... türkülerin başlıca temleridir. Yaşamı kavrayışında başat ögelerdir bunlar insanın. Bir geleneğe dönüştürmüştür bin yıllar boyu. Anadolu’da hiçbir ev yoktur ki, masaldan söz etmesin çocuklarına, sevdiklerine maniler dizmesin, türküler yakmasın, insanı can evinden sarsan olaylar karşısında. Her ev, Ahmet Ümit’in demesiyle ‘yaşama  ömür katmada’ ustalaşmış ve bu ustalığını kendinden sonraki kuşaklara da taşımasını bilmiştir. Halkımızın en güzel, en çok övündüğümüz yanlarından biridir bu. Anadolu türküler diyarı oluşuyla da, dünyada bir ikinci örneğinin pek az bulunduğu ayrı bir coğrafyadır bana göre. Kültürü, yaşayışı, yaşamı, kavrayışı ve bunu dile getirişiyle kendine özgü bir renk olarak yer eder “dünyamızda”.

Halk türküleri, binlerce yıllık yaşanmışlığın, birikimlerin, biriktirmelerin çoğaltıldığı ürünleridir halkın; kuşaktan kuşağa aktarılan. Anadolu toprağının verimliliği, insanımızı da şekillendirmekle kalmamış, bunu bir geleneğe dönüştürürken, çağcıl değerlerle donatarak, kendinden sonrakilere taşımasını da öğretmiştir ona. Şiir bu süreçte türküleri izlemesi ve onlardan beslenerek kendine özgü yeni bir dil, yeni bir söyleyiş geliştirmesiyle yazın (edebiyat) sanatının en özgün ve yoğun anlatımları içinde barındıran bir alanı olmuştur. Bedri Rahmi boşuna dememiş: “Ne zaman bir köy türküsü duysam / Şairliğimden utanırım” diye, derken.

Bu ayrımın farkında olan şair (sanatçı), yaşadığı toplumundan kopuk, ayrı ve yalıtılmış bir yaşam sürdüremez. Sanatçı; duyarlığı, toplumsal varlığı ve sosyal bir varlık oluşuyla insanımızın/insanlığın önünde yeni ufuklardır. Bu bağlamda Enver Gökçe, yaşadığı dönemi bütün yönleriyle kavramış, halkın sorunlarını kendi sorunları bilip, bellemiş ve sanatını da aynı anlayış temelinde geliştirip yükseltmiştir: Şiire devrimci bir yaklaşım, ‘sanatını devrime adamış’ bir halk ozanımızdır. Halkının içinden çıkmış, kültürüyle beslenmiş, türkülerinden esinlenerek, yaşadığı gibi yazmış, yazdığı gibi de yaşamıştır. “İnsan ne düşünüyorsa öyle yaşar” demiş miydi?

Hep düşünmüşümdür:

Enver Gökçe şiiri; bağırıp çağırmayan, ama yüksek sesli oluşuyla da, bir yerlerde bir şeylerin yolunda gitmediğini duyurur bize/bizlere. Biz onun şiirlerindeki sesin izini sürdüğümüzde, ‘Mürettip Hasan’ın, ‘Irgat Ayşe’nin çektikleriyle karşılaşırız. Ölüme bir meydan okuyuş vardır. Öfke doludur. Söver gibi haykırır: “Ölüm, adın kalleş olsun” demekle, ölüme bir karşı duruş, ölümü bir türlü kabullenememe vardır sesinde. Aslında doğal bir olgudur ölüm. Kendisi de bunun farkındadır. Her insan gibi bu doğal sonla karşılaşacağını, ama bu karşılaşmada küçük insanlar gibi bir yakınma, ilenme içerisinde olmayacağının ipuçlarını çok açık bir şekilde sezdirir bizlere.

Zorbaların hüküm sürdüğü, baskıların yoğunlaştığı olağanüstü (olsun olmasın) dönemlere bir tepkinin şiiriyle karşı karşıyayızdır. Oralarda bir şeyleri götürmek isteyenler var ve bizler orada, bir şeyleri kurtarmak zorundayız, der, Enver Gökçe şiiri. Bu yanıyla, ilkeli ve kararlı tutumuyla, her zaman olduğu gibi devrimci toplumsal muhalefetin sesi olmasıyla da, herkesin dilinde, gönlünde ve düşüncelerinde yer etmiştir diyorum.

Bir yanıyla bu böyle. Öbür yanıyla türkülere yaslar sırtını. Şiirlerine kaynaklık eder türküler. Ağıtlardan, ezgilerden beslenir. Türk şiirine yeni bir soluk getirmiştir: Karacaoğlan’dan güzellemedir, Pir Sultan’dan deyiş, Köroğlu’ndan koşmaları anıştırır insana. Yunus Emre’nin dingin, duru ve lirik söyleminin havası vardır şiirlerinde. Ayrıca, bir halk bilimci olarak“Eğin Türküleri”ni derlemesi ve sözünü ettiğimiz geleneğin başlıca özelliklerini içermesi bakımından da, genç kuşak araştırmacılara kaynaklık edip yol gösterecek, iyi bir örnektir Enver Gökçe…

Pertev Naili Boratav, bu konuda şunları söylüyor:

“...O yıllarda (1947) Fakültenin o bölümünde (DTCF Türk ve Dili Edebiyatı) öğretim yapan bu satırların yazarı, yurdun çeşitli bölgelerinden Fakülteye okumağa gelmiş olan öğrencilerini, Türk folklorunun özellikle Türk halk edebiyatının türlü konularında derlemelerle görevlendirirdi...”

Aynı bölümün öğrencilerindendir Enver Gökçe. Onun, ‘Eğin Türküleri’ derlemesine önsözü yazan, Pertev Naili Boratav, çalışmaya ve Gökçe’ye ilişkin değerlendirmesini şöyle sürdürüyor:

“...Enver Gökçe’nin  34 yıl öncelere çıkan derleme ve incelemesi Eğin’de  -ve başka yerlerde- “Eğin Türküleri” ve benzeri halk yaratmaları üzerine çalışmalar yapacak olanlara yararlı belgeler niteliği taşır kanısındayım...”

“...Anadolu insanının Eğin Türkülerinde dile getirdiklerini, çağdaş görüş, söyleyiş ve biçimlerle işleyecek sanatçılarımızı bekliyorum. Eğinli Enver Gökçe ile, onun kuşağından ve daha sonraki kuşaktan şairler kadar nice hikayeci ve romancımız, Eğin Türkülerinin dilini, anlatımını daha da güçlendirerek, topraklarından kopmuş insanlarımızın acı-tatlı gerçeklerini yurt-içi ve yurt-dışı gurbetlerindeki alın-yazılarını yazıya döktüler. Demek istiyorum ki, “Eğin Türküleri” konusu, kültür sosyolojisi, folklor, karşılaştırmalı halk ve aydın edebiyatları alanlarında araştırmalara girişecek olanlar için bu bakımdan da bir çıkış noktası değerindedir. Enver Gökçe’nin derleme ve incelemesinin yayınlanmasında bu düşünce ile de yarar görüyorum.”

Ben, Enver Gökçe’nin araştırmacı bir halk bilimcisi olarak, şairliğinin gelişmesinde, sağlam, diri, güçlü dilinin türküleşmeye yatkın oluşunda ve duru bir şiir yapısına kavuşmasında önemli bir etken olduğu kanısındayım bunun. Yine, Bedri Rahmi Eyüboğlu’na  döneceğim yeniden: 

                            “ Ne zaman bir köy türküsü duysam

                              Şairliğimden utanırım”

Binlerce yıllık yaşanmışlıklarıyla türküler, halkın öz malı olmasının yanında, bir sanatçı olarak Enver Gökçe’nin üyesi olduğu toplumun değerleriyle iyi beslenmiş olması (her sanatçı gibi), halktan kopmadan sürdürdüğü yaşam tarzıyla da sanatını bir iyice bağdaştırıp örtüştürmesi, onun nasıl bir sanatçı olduğunun da iyi bir göstergesidir diyorum.  Günümüzdeki çürüme, yabancılaşma ve değer yitimlerinin yanında, böylesi büyük boyutlardaki kirlenmeleri de düşünülecek olursa, onun bu yönünü daha iyi anlamış ve bu özelliğinin çok daha anlam kazandığını fark etmiş olacağız demektir.

“...İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Yani düşüncesini (bilincini) onun sosyal hayatı, sosyal pratiği belirler. Bir sanatçının doğru devrimci yönde bir şeyler verebilmesi, yaratabilmesi için pratik ile teori (uygulama ile kuram) birliği daima göz önünde tutması gerekir. Dünyayı ve olayları ancak diyalektik yöntemin (metodun) ışığında kavrayıp yorumlayabilir. Sanatta bilinç ile duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç, ne de salt duyarlık tek başına yeterli değildir. Biz sanattan, sanat eserinden söz ettiğimizde, devrimci bir görüş açısından hareket ederiz. Yani dünyamızı insanca yaşanacak bir hale getirmek için şiiri ve sanatı sosyo politik bir mücadelenin tamamlayıcı araçları olarak görürüz. Bu açıdan bakıldığında asıl mesele insanın bir bütün halinde kavranılması ve bu bütünselliğin dile getirilmesidir. Sadece namuslu olmak da yetmez. Hem namuslu, hem de sapına kadar bilinçli olmak şarttır. Gerçek sanatçı pazarlıkların, kuşkuların, küçük hesapların insanı değildir...” diyordu, bundan yıllar önce Suphi Kenan Demirci’ye verdiği bir söyleşide.

“İnsan doğar, insan yaşar, insan biriktirir” Kendimce, ben de buna ‘insan paylaşırı’ ekleyip uç uca getirdiğimde karşıma, halk türküleri, halk türkülerinde Fırat gibi gürül gürül çağlayıp akan bir Enver Gökçe şiiri çıkıyor. Neden derseniz, şunun için:

Enver Gökçe yaşayıp biriktirdiklerini başkalarıyla paylaştı hep. Hapiste yattığı yıllarda, imbikten su damıtırcasına süzerek elde ettiği birikimleri olan ve bin bir güçlükle özgürlüğüne kavuşturduğu şiirlerinin yitip gitmesine, içi kan ağlayıp yüreği yansa da, için için köşesinde gülmüştür o. Mutluluğunu doyasıya yaşamıştır mutlaka. Çünkü bir yerlerde halkıyla buluşmuştur. O gün, asıl onun “Görüş günü”dür halkıyla. “Dost kardeş bir arada / Telden tele ...” , dilden dile türküler söylemek için.

61 yıllık ömründe sürgünler, işkenceler, mapuslar gördü ve yaşadı. Ayaklarından ve ellerinden prangalara vuruldu. Diyebiliriz ki Enver Gökçe ve kuşağı, “zulmün” ve “zulmedenin” karanlığında bile inandığı değerleri sonuna kadar savunmuş, ilkeleri uğruna yaşamış, az sayıdaki aydın, sanatçı  ve  gerçek  yurtseverler  kuşağındandır.

İnsanın bulunduğu her ortamı, her olguyu, olayı, durumu ve insana yönelik ne düşünülüyorsa onu, “insani” yapıp karşımıza çıkaranları düşündüğümde, yakın dostum felsefe öğretmeni Bülent Kahya’nın söyledikleri bir kez daha düştü önüme yol gösterici olarak. Şöyle dediğini anımsıyorum, sevgili dostumun:

Şairleriyle övünür toplumlar.

Gerçekten öyle miydi?

Biz toplum olarak şairlerimizle övünüyor muyduk?

Yoksa bir alaysamayla (ironiyle mi) karşı karşıya mıyız biz?

Eğer öğle değilse, Nazım’ın yaşadıklarına ne demeli?

Ya düşünürlerimizin, aydınlarımızın, yazar ve sanatçılarımızın dört duvar arasına tıkılmalarına, boynunda  mahkumiyet  kararlarıyla  gezdirilmelerine  ne  demeli?

Düşüncenin suç, kitaplarınsa suç ortağı sayıldığı günümüz Türkiye’sinde, dostumun söylediklerini çok ciddiye alıyor ve umudumuzun  kaynağı olarak görüyorum.

23 yıl önce yitirdiğimiz değerli bir halk ozanı, devrimci şiirin önemli temsilcilerinden biri olan Enver Gökçe’yi bir kez daha anımsamak ve anımsatmak istedim. Giderek “toplumsalcı” temelden ve yapıdan uzaklaşan, soyut anlatımcılığıyla da,  bireyin,  yalnızca bireyin ruhsal dünyasının çöküntülerine yönelmiş bir şiir anlayışı egemen kılınmak istenirken..

Sözün öncesiydi bu aslında.

Sona saklayıp öyle bitirelim istedim:

“Her ölüm erken ölümdür” dedik ve bitirdik.

Ş i m d i l i k . . .

 

   

 (1)  ÖZNE Felsefe Sanat Seçkisi 2005-1

 (*) Sözünü ettiğim konuyla ilgili bilgiler özet olarak, 22 Kasım 1999’da, Cumhuriyet’in kültür sayfasında yayımlanan  “Eğin Türküler’ni Dünyaya ‘Sesleyen’ Halk Ozanı” başlıklı  yazımda var.

 



  
  Ali Ekber Ataş