Sayfa 15
"...
İşte şimdi,
tüm savunmaları yıkılmıştı. Bu güne dek hiçbir kızla uzun süreli birlikte
olmayan Umut, bu kez farklı olacağını duyumsuyordu. Çünkü hiç kimse, onun
gözlerini aşıp yüreğine işleyememişti. Onu bilgisayarından uzaklaştırıp böyle
saatlerce düşündürmemişti. Hele hele, hiçbir kızı evlerine dek izlememişti.
Yoksa hep, annesine benzeyen birini mi aramıştı? Bu yüzden mi yoksa, yüreğinde
kimselere yer açamamıştı? Ne yapıp etmeli, Selin’i kazanmalıydı.
Uzun süredir tuvalet masasının önünde
dikildiğinin ayrımına varınca, yavaşça döndü. Alışkın hareketlerle, mavi yatak
örtüsünü kaldırdı. Yorganı açarken, “Mavi dünyam benim ! Mavi düşlere hazır
ol!” diye gülümseyerek mırıldandı. Komodinin üstündeki cep telefonuna uzandı.
Arkadaşlarından pek çok ileti gelmişti. Bir kaçını okudu. Sonra tümünü sildi.
Şimdi, bunlara zaman ayıracak durumda değildi. Gece lambasını yakıp ışığı
söndürdü. Yatağına giderken, sol elini yüreğinin üstüne koydu. Bugün yüreği,
olağandışı çarpıyormuş gibi geldi Umut’a. Sanki mutluluk, kanatlı bir kuş gibi
yatağının içinde onu bekliyor, mavi düşlere çağırıyordu. Gülümsemesini
sürdürerek yatağa uzandı. Bir an önce, Selin’le dolu bir düşe dalmak için,
gözlerini yumdu.
..."
Sayfa 25
"...
Bağdat’ta
her gün olan olayları Umut’a anlatarak, ağır ağır otelden uzaklaşma- ya
başladılar.
Burası, bambaşka bir dünyaydı sanki. Havadaki toz kokusu, sıcak ve
sinekler, dayanılacak gibi değildi. Çoğu bina yanmış, yıkılmış ya da yarısı
uçmuştu. Hiç birinde kırmızı kiremitlerle örtülmüş bir çatı göremeyince, iyice
şaşırdı Umut. Hemen hepsi düz betonla örtülmüştü. İçinden konuşmak gelmese de
bunun nedenini çok merak ettiği için, sordu:
-Binalarda neden çatı yok, baba?
-Sanırım, kum fırtınalarından korunmak
için. Ayrıca, fırtınalar kiremitleri de uçuruyorlar.
Aldığı yanıt tam anlamıyla doyurucu
olmasa da sesini çıkarmadı Umut. Çevreyi gözlemeyi sürdürdü.
Pek fazla yeşillik yoktu. Sağda solda
tek tük ağaçlar göze çarpıyordu. Onlar da Eskişehir’deki çam, meşe, akasya,
erguvan ve meyve ağaçlarından çok farklıydı. Palmiye ya da ona benzeyen bir
ağaç türüydü. Ağaçlara dikkatle baktığını ayrımsayan babası:
-Onlar hurma ağaçları, dedi.
Asfaltın dışında kalan yerler kumlarla kaplıydı. Toprak rengine
yakın olan bu kumlar, en küçük bir esintide, insanın ağzına burnuna
doluyordu.
Burnuna gelen kan kokusuyla irkilen
Umut, gördüğü binanın hastane olduğunu öğrendiğinde iyice şaşırdı. Çevresi çöp
yığınlarıyla, kanlı bez parçalarıyla, hastane artıklarıyla dolu olan bu yerin
hastane olacağına inanamadı önce. Burası, insanlara sağlıklarını kazandırmaktan
öylesine uzaktı ki, ancak, sağlam
insanlara hastalık bulaştırabilirdi. Türkiye’de “Arena” programında izlediği
sağlıksız ortamlar ve pis görüntüler, buradaki görüntülerin yanında çok masum
sayılırdı. Böyle yerlerde yaşanabileceğini görmese inanmazdı Umut ! Birden,
babasının ona sessiz olması için işaret ettiğini gördü. Kıpırtısız beklemeye
başladı. Babası, fotoğraf makinesini kaldırdı. Deklanşöre bastı. Umut’tan
kendisini izlemesini istedi. Başında siyah örtüsü, üstünde sarı mı, beyaz mı
olduğu tam anlaşılamayan ham ketenden uzun elbisesi olan bir kadın, onun
kucağında sarı ketenden bir gömlek
giymiş esmer, küçük bir çocuk ve
yanlarında bastonla yürüyen yaşlı bir adamı izlemeye başladılar. Uzaklardan bir
yerlerden de patlayan bombaların sesi geliyordu.
Umut,
babasının yanı sıra yürüse de onun az önce fotoğrafını çektiği çocuğun yüz
ifadesini unutamıyordu. İlk kez, böylesi bir yüz ifadesine tanık oluyordu ve
unutması da olası değildi. Üstelik, çocuğun iki bacağının da diz kapağından
aşağısı yoktu. Babası da onun sevinçten acıya dönüşen yüz ifadesini
ölümsüzleştirmek istemiş olmalıydı. Etkilenmiş miydi, yoksa iyi bir haber
niteliği taşıdığını mı düşünmüştü, anlayamadı. Düşünceleri, yeniden çocuğa
kaydı.
Çocuğun
yüzündeki bu anlatım, sözcüklere sığmayacak denli derin gelmişti Umut’a. Küçük
bir çocuğun yüzündeki acı, bir kitap gibi okunabilir miydi böylesine? Bir dakikanın içinde, önce küçük bir çocuk, sonra yetmişlik bir
yaşlı olunabilir miydi? O yaşlar, solgun
ve esmer yüzünde nasıl da iki inci tanesi gibi parlayıvermişti? Olmayan küçük
bacakların sızısını yüreğinde duyumsayıvermişti Umut. Babasının böyle görüntülere nasıl dayandığını
anlayamıyordu. “Bu adamda, hiç mi yürek yok?” diye düşündü. Benzer düşünceler
beyninde, birbirini kovalamaya başladı: “Çocuğun fotoğrafını, yalnızca gazeteye
haber olması için mi çekti acaba? Bu adam için insanların acısı, yalnızca haber
değeri mi taşıyor? Bu kadar acımasız bir adam, nasıl benim babam olur?”
Yüreğinde bir öfke dalgası kabardı. Yine de kendini tuttu ve babasını izlemeyi
sürdürdü.
Düşündükçe,
babasına karşı olan öfkesi artıyordu. Bir de kendine, “sus!” diye işaret
etmişti. Zaten susuyordu Umut. Sanki, bir ömür boyu susmamış mıydı? İçindeki
öfkesini bile dışarı vurmuyordu. Dayanılamayacak bir ortamda olmasına ve
sıcakta pişmesine karşın, ağzını bile açmıyordu. Açsa ne olacaktı ki sanki?
“Kendin istedin buraya gelmeyi.” diyecekti, büyük bir olasılıkla. O da
kendisinden bekleneni yapıyor, yalnızca susuyordu. Daha ne istiyordu ki bu adam?
..."
Sayfa 72-73-74
"...
Umut, belki
de ilk kez, babasına isteyerek yanıt verecekti. O sırada yoldan geçmekte olan
bir at arabası, yolun tüm tozunu üstlerine boşalttı sanki. Öksürerek,
yerlerinden doğruldular. Umut devinimsizdi. Söylemek istediklerini içine
yeniden gömmekle uğraşmaktaydı. Mehmet Ali’ninse her tarafı tutulmuştu. Belinin
çevresinde sağa sola dönerek,
kemiklerini açmak istedi. Epeyce oturmuş olmalıydılar. Akşam yaklaşmıştı. Hava
kararmadan otelde olmak için, adımlarını hızlandırdılar.
Umut
dayanamıyordu artık. Yürüyordu, ama sağa sola yalpalayarak...
İşte,
Selin
karşısında...Üzerinde, Umut’un çok sevdiği kot
pantolonu ile mavi tişörtü...
Sarı saçları, omuzlarına dökülmüş...
Gülümsüyor...”Gel!”diyor Umut’a.
Ellerini
uzatmış... Yalvaran bakışlar... Sevgi taşan gözler... Annesinin
gamzeleri gelmiş,
konmuş Selin’in dudaklarının kenarına... Dudakları kırmızı...
Yok! Yok!
Pembe... Elleri boşlukta... Umut’u bekliyor. Öne doğru bir
adım... Bir adım
daha... Özlemle sarılıyor Umut’a. Yeniden uzaklaşıyor...
”Gel!” diyor
yeniden... “Özledim seni!...Bekliyorum!...” Yavaş
yavaş bulanıklaşıyor görüntü.
Önce gözler... Önce sevgiler siliniyor, sonra da
gamzeler... Saçları, bir
buluta dönüşüyor, yok olmadan önce... Sonra,
yalnızca bir silüet... O da
gitti... Boşluk... Yalnızca boşluk!...
Umut
titriyor. Çevresine bakınıyor. Yine aynı ortamda... Aynı pislik... Aynı koku...
Kan kokusu... Ölüm kokusu... Ürperiyor. Şapkasını çıkarıp yüzüne doğru
sallıyor. Yanında babası...
Babası mıydı
gerçekten?.. Ne zaman babası olmuştu?.. Onun babası var mıydı?.. Anımsayamıyordu.
Yanında yürüyen bir adam... Bir yabancı... Umut, tanımıyor onu... Kim bu
adam?.. Burası neresi?.. Umut, burada ne arıyor?.. Ne zaman geldi?.. Neden
geldi?..
Her şey
bulanıklaşıyor. Adamın yüzü, bir yaklaşıp bir uzaklaşıyor... Büyüyüp küçülüyor
durmadan.. İşte şimdi, yalnızca koca bir ağız... Yaklaşıyor yüzüne doğru...
Ağız değil bu, kocaman bir mağara!.. Değirmen taşları... Koca koca... Mağaranın
ağzı, Umut’un başını içine alacak şimdi... Yaklaşıyor... “Hayııır!” Karanlık...
Cehennem!..
Çok sıcak... Yüzünde, suyun bir anlık
serinliği... Yine cehennem!.. Yüzünden akan sular kaynıyor... Yanıyor Umut!
Cehennemde sürükleniyor... Birileri, çekiyor kolundan... Uzakta Selin…
Gülüyor... Niye gülüyor?.. Anneannesi, el sallıyor. Neden, gelip kurtarmıyor?..
Bağırmak istiyor Umut... Var gücüyle... Sesi çıkmıyor. Anneannesinin yanında,
annesi de var. Ne zaman gelmiş? Az önce yoktu... Annesi, Umut’un yaşında...
Neden, bu kadar genç?.. Gülümsüyor annesi... Selin, nereye gitti? Az önce
buradaydı.
Mağaradan,
sesler geliyor... Bu sesi tanıyor, ama çıkaramıyor. Kimin sesi?.. “Babam mı?..
Benim, babam yok ki!.. Var mıymış?..
Öyle mi?.. İyi...”
Gözlerini
açıyor güçlükle. Babası başında... Umut’un başı, babasının dizlerinde...
Ağlıyor babası... Gözyaşları, Umut’un yanaklarına düşüyor... “Oğlum!” diyor.
“Aç gözlerini yavrum! Biliyorum, buraya getirmemeliydim seni. Bu iklime alışık
değilsin sen. Ne olur, kendine gel!”
-Baba,
diyebildi Umut güçlükle. Ne oldu?
-Bayılmıştın, ama şükür ki kendine gelebildin sonunda!
Umut,
toparlanmaya çalıştı.
-Hayır!
Hayır! Bir süre daha yat, dedi babası. Seni, güneş çarptı sanırım. Bir taksi
bulmaya çalışayım. Bir süre yanız kalabilir misin?
-Evet,
dedi Umut güçsüzce.
Babası aceleyle uzaklaştı. Umut
bakışlarını kaldırdı. Bir palmiye ağacının altındaydı. Yapraklarına baktı
ağacın; hiç kımıldamıyordu.
..."
Sayfa 144-145-146
"...
Sağanak,
giysilerinden geçmiş, tenine değmeye başlamıştı. Çevresi, yağmurdan korunmak
için kuru bir yer bulmaya çalışan insanların ayak sesleriyle doluydu. Oysa
hepsi de zaten sırılsıklam olmuşlardı. Tam karşısındaki otobüs durağındaki
insanlar, sularını sızdıra sızdıra otobüslere binmeye çalışıyorlardı. Kendisine
şaşkınlıkla bakan birkaç genç, yanından hızla geçti. Aldırmadı. Kitapları da ıslanmıştı. Bu aklına
geldiğinde telaşlanır gibi olduysa da kendi telaşına gülümsedi. O da umurunda
değildi. Her şey gibi, onları da kurutabilirdi. Her şey gibi... Her şey gibi...
Bu sözler, beyninde birkaç kez yankılandı.
Hayal dünyası ile kendini sorgulamak arasında gidip gelmeye başladı:
Her şey
kurutulabilir mi?.. Çocukluğunun gözyaşları... Yalnızlığı... Irak’ta gördüğü
kan gölleri... Kurutmanın bedeli neydi?.. Başkası olmak mı, başkası gibi
görünmek mi?.. Selin’in söylediği gibi, kendine acıyarak yaşamak mı?.. Dünyaya
kızarak... Annesine kızarak.... Babasına kızarak... Gerçekten, kendine acımış
mıydı hep?.. Herkese kızgınlığının altında, bu duygu mu yatıyordu?.. Neşeli
olmadığı durumlarda bile hep neşeliymiş gibi yaparak kimi kandırmaya
çalışmıştı?.. Hep, başkası gibi yaşamamış mıydı?.. Arkadaşlık ettiği her kıza,
hep başka bir maskeyle yaklaşmamış mıydı?.. Kim hazırlamıştı bu maskeleri?..
Bunca maskeyi takmayı, kim ya da kimler öğretmişti?.. Selin’in bir sözüyle, tüm
maskeleri sıyrılmamış mıydı?.. “Sana acımamı isteme...”sözü, defalarca beyninde
yankılanıp onu sarsmamış mıydı?.. Selin’in karşısında kendini, çırılçıplak
kalmış gibi duyumsamamış mıydı ?..
Kendini
sorgulamayı bıraktığında, ağır bir savaştan çıkmışçasına yorulduğunu duyumsadı.
Yağmur, bütün şiddetiyle sürüyordu. Yerinden kalkacak gücü yoktu. Başından
süzülen damlalar, dudaklarını sıyırarak ağzına doluyordu. Epeydir
susuzmuşçasına, büyük bir istekle, dudağındaki damlaları yaladı. Çevresine
bakındı. Kimseleri göremedi. Ayak seslerinin çoktan kesildiğini anımsayarak
gülümsedi. Herkes, kendine kuru bir yer bulmuş olmalıydı. Onu bu durumda
görenler, çıldırdığını sanabilirdi. Karşısında biri var da delirdiğini söylemiş
gibi, omuzlarını silkeledi. Avuçlarını açtı. Avuçlarına düşen iri yağmur
damlalarıyla birlikte, yeniden hayallere daldı:
..."
Düşlerin Ötesi
A. Çekiç Yamaç
Bu Yayınevi, Birinci Baskı, Nisan 2007,
İstanbul
Gençlik Romanı, 160 Sayfa