Şairimiz Adnan Yücel'i Anmak

 


      
                                                         “Sessizliğe tutsak değil artık mezarlıklar
                                                          Yeraltında ölümü utandıran yürekler var”
 
 
    Bir temmuz sıcağında, Çukurova’da yitirmiştik Adnan YÜCEL’i. Ateş parçası şiirlerinde gök mavisi umutlar bırakmıştı geriye. “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” sürecek bir umut yolculuğunu ölümlere, sürgünlere, zindanlara rağmen dizeleriyle yüreğimize nakış etmişti.
   Adnan Yücel 24 Temmuz 2002’de beyin kanserine yenik düştüğünde kırk dokuz yaşındaydı. Ölüm, şairin başucunda onun şiirleriyle yarışır gibiydi.  Şair, “Kırdın kalbimi beynim/Kırksekizimde başka duydum seni/Ölümün haber çizgisi/Karanlığın birdenbiresiydi  sesin/Sesin de yoktu aslında/Sonsuz boşlukta bir hiçlik/Varlık ötesi bir sessizliktin” dizeleriyle yaşamın ötesinde gelen ölüme seslenmiş; sonrası ölüm, Adnan YÜCEL’in başucunda yaşama üstün gelmişti. Aşkın, umudun, direncin şairinin gerisinde yoksulluğun, yokluğun, tecridin, kimliksizliğin egemen olduğu bir ülke kalmıştı.
   Şair Adnan Yücel bir “dağ yürek”ti. Bu yürek harcına, tarihi, toprağı, suyu, ateşi, güneşi, rüzgarı bir de kavgayı ve bir de kimselerin karartamadığı umudu katık yapmıştı. Onun için şiirleri bize yani halka, yani halkıyla umudu büyütenlere yürek ferahlatan serin bir tas su gibi geldi.
   İktisadi, siyasal açıdan egemen sınıfın ideolojisi sanatı da egemen hale gelir. 12 Eylül’de ezen sınıflar tam da böyle bir egemenlik sağladılar. Güç orada odaklanmaya başlayınca, ezilen sınıfın çevresinde yer alanlardan kimileri de ezici gücün çekim alanına kaydılar. Bir araya toplandıkça sesleri daha gür çıkmaya başladı. Yaşamlarıyla birlikte ağızları da değişti; “sanat için sanat, zevk vermek için edebiyat yapmaktan” söz ettiler. Emek, sömürü, alınteri, yoksulluk, işkence, zindan artık onlar için slogandı. Ezilenlerden yana sanat yapanlar ise onlar için“slogancıydı”. Adan Yücel’e de bu nedenle yüz vermediler. Adanan Yücel, durduğu noktayı iyi bilen bir şair olarak onlardan zaten yüz istemedi.
   Ancak burjuva sınıfına yaltaklanmak için yola çıkanlar gerektiğinde ezilenlerin safında sonuna kadar direnmiş, sosyalist inancı ve bilinci sanatına katık yapmış şair ve ozanları, kendilerine malzeme yapmadan da geri kalmazlar. Örneğin, Adnan YÜCEL öldüğünde ülkemizde Nazım HİKMET’in 100.doğum yılı kutlanıyordu. Halkla, emekçiyle ipini koparmış bütün yazarlar, gazeteciler Nazım HİKMET’ten söz ediyordu. “Dünya şairi”, “aşkların şairi” vb. diyorlardı. Oysa Nazım Hikmet’i Nazım Hikmet yapan, onu dünyanın her yerinde benimsenebilir kılan onun komünist bir şair oluşudur; komünizm için bir eylem adamı oluşudur. Bu dışardan bir niteleme değil, gerçeğinde öyledir. Nazım Hikmet komünist olduğu için hapse atılmış, tecride tabi tutulmuş, yer almadığı bir eylem nedeniyle on dört yıl hapis yatmıştır. Burjuva sınıfın sanatçıları ve onların etrafına kümelenmiş sözde bağımsız edebiyatçılar Nazım’ı işlerine getirdikleri kadarıyla kullanmaya kalkışmışlardır. Doğru! Elbette Nazım bir dünya şairidir. Ama ezenlere şiir yazmadığına göre emekçilerin dünya şairidir demek doğru olanıdır.
   Burada Nazım Hikmet’e değinmemdeki neden 2002 yılında bir şaire sahip çıkmak, onu anmak adına mangalda kül bırakmayanlar, Adnan Yücel öldüğünde kıllarını kıpırdatmadılar. Çünkü Adnan Yücel onlar gibi dumanlı havada yolundan sapmamış, ışığın doğrultusunda doğru yürümeye devam  etmişti. 12 Eylül zulmü her yeri kasıp kavuruyor, toplumu da savuruyordu. Adnan Yücel karanlığın ortasında şu dizelerle dikiliyordu:  “Düşlerin sonsuza koştuğu yerde/Sabrın çiçeklerini açtığı yerde/Asla kapanmaz yaşanan defter/Çünkü tarihin en güzel yerinde/Son sözü hep direnenler söyler”
   Adnan Yücel, emeğin, alınterinin safındaydı dedik. Duyarlılığını toplumun ve tarihin çelişkilerinin haklı yönüne çevirmiş bir yazar, nasıl kendini puslu metinler içine gömer ki? A.Yücel’in şiirleri kimine “bıçak”, kimine “slogan” olarak göründü. O, panik yapmadı, kaçacak yer aramadı. “Yüzyıllardır acı çeken bir halkın çığlığı ancak böyle çıkıyor” diyerek yola devam etti.
   Birileri bir şeyleri anlamıyorlardı. “Hala anlamıyoruz” diyorlardı. Bir yazar, bir şair bunca ceremeden, bunca ders(!)ten, her şey bitti(!)lerden sonra hala emekten yana, hala isyanların gücünden yazısına su çekiyor, dirençten, umutlu olmaktan söz ediyordu. Öyle ya onlar küreselleşmeye göre post-modern düşünüp, öyle de yaşıyorlardı. Oysa Adnan Yücel, “Ben çıtamı beni anlasınlar diye alçaltamam” diyerek kararlı duruşunu korumuştu.
   Evet, Adnan Yücel bizdendi. Ötekinin değil, bizim edebiyatımız dediğimiz taraftaydı. Tıpkı Nazım Hikmet, Enver Gökçe, Ahmet Arif, Hasan Hüseyin… gibi “sınıflarüstü edebiyat” “sanatçı bağımsızlığı” gibi safsatalara ödün vermedi. Ülkemiz emekçilerinin, devrimcilerinin, yurtseverlerinin en zor dönemi diyebileceğimiz 12 Eylül sonrası sürecinin sesi gür çıkan, haklıdan yana çıkan bir şairi olmayı coşkuyla başardı. Adnan Yücel’in coşkuyla yazdığı şiirler, bir o kadar coşkuyla meydanlara çıktı. Dağları, gülü, sevdayı, özlemi umuda katık yapınca şiirleri yerinde duramadı kabarıp alanlara aktı. “Sevmek demek kavga demek bilirim/Türkü türkü şiir şiir söylerim/Senden uzak yaşamayı neylerim özlem özlem/neylerim yasak yasak neylerim”
   Mitinglerde, dayanışma gecelerinde kendi sırasında oturmuşken, bestelenmiş şiirlerinin binlerce kişi tarafından hep bir ağızdan söylenmesi Adnan Yücel’in gözlerini yaşarttı, umudunu arttırdı. İçine sığdıramadığı coşkusunu yeniden dizelere vurdu. Dereler, çaylara, çaylar ırmaklara, ırmaklar okyanuslara akıyordu. “Karanlıklar içinde şafakla gel günle gel/ Kan ve barut içinde dirençle gel kinle gel/Gel ki geceler çatlasın/Gel ki şafaklar tutuşsun/Bizim olsun emeğimiz heyy

 
  
    
Şiire Bulanmış Bir Hayat

   Adnan Yücel kendisine “ne zaman şiir yazmaya başladınız” şeklindeki sorulara genellikle hep şu yanıtı vermişti: Kendimi bildim bileli.
   Adnan Yücel 1953 yılında Elazığ’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Elazığ’da yaptıktan sonra, Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. 1974 yılında “Yeni Adımlar” dergisinde yayınlanan şiirleriyle dikkat çekti. Ankara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ni de bitiren A.Yücel “Çağdaş Türk Edebiyatı” üzerine Yüksek lisans yaptı. Çeşitli okullarda edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra 1987 yılanda da Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesinde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. Aynı üniversitenin Tıp Fakültesi Balcalı Hastanesinde 24 Temmuz 2002’de beyin kanserinden öldü.
   Adnan Yücel’in ilk şiir kitabı 1979 yılında Kavgalara Sözlenen Sevda adında yayımlandı.  Bunu 1982 yılında Soframda Kaval Sesi takip etti. Bir Özlem Bir Türkü (1984), Acıya Kurşun İşlemez (1985), Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek (1986) Rüzgarla Bir (1989) Ateşin ve Güneşin Çocukları (1991), Sular Tanıktır Aşkımıza (1998). Daha sonra bunları Çukurova Çeşitlemesi ve Karacaoğlan adlı yapıtları.
   Şairin ölümünün ardından onun hayatı, uğraşı ve şiirleri üzerine Mehmet Özer tarafından derleme bir kitap hazırlandı. Albümlü, 592 sayfalık kitap “Aşkın ve başkaldırının Şairi Adnan Yücel” adıyla 2003 yılında Yurt Kitap tarafından yayımlandı. Şairin daha önceden çıkmış kitaplarının yeni basımları yine bu yayınevi tarafından yapılmaktadır.
 
   
    Adnan Yücel İçin Neler Dediler?
 
   “Adnan Yücel, kavganın, türkünün, coşkunun, toplumsal muhalefetin lirik şairiydi. O artık yok ama şiirleri düzyazıları, aşıladığı bilinç, gösterdiği yaşama sevinci, sergilediği özgün kişilik hep yaşayacak. O, şiir söyledi, doğal yapmacıksız, riyasız; şiiri yapay yazmadı, hep bu bilinçle şair kaldı” Özgen Seçkin (Damar: Kültür Sanat Edebiyat Dergisi Ağustos 2002)
 
“Adnan iyi bir şairdi. Sosyalist gerçekçi şiirin önemli temsil temsilcilerinden biriydi. Dizelerini rasgele oluşturmuyordu. Ne söyleyeceğini, dizleri nasıl kuracağını ve dizeler arası kurguyu çok iyi biliyordu ve bunu da ustalıkla yapıyordu.”İlhan Cem Erseven (Damar Ağustos 2002)
 
   “Adnan Yücel’i anımsamak, şiir kitaplarının adlarının çağrışımlarını irdelemek demekse, “kaval sesi”nin onun şiiriyle örtüştüğünü görmemek olanaksız. Öykü anlatan, sözsüz bir müzik. Söylencelere konu olmuş bir müzik aleti. Adnan Yücel’in lirik bir edayla sürdürdüğü toplumsal kavga şiirleri. (…) Adnan Yücel’e kaval sesi yakışır. Kökü bu topraktadır. Şiir sofrasında bir kaval sesi eksildi. Okurlarının yürekleri, “yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” arayacak o sesi.” Sennuz Sezer ( 26 Temmuz 2002 Cumhuriyet.)
 
   “Elazığ’da dünyaya geldi, ama o badem çiçeklerinin çığlık çığlığa açtığı Çukurova’yı yurt edindi. Bir Karacaoğlan oldu, ‘Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek’ aşk şiirleri yazmaya soyundu, bir Dadaloğlu oldu, iç çekti, dizeleriyle başkaldırdı ve ‘Çiçeklerin acı renginde açtığı’, binlerce yıldır kan içen topraklarda ‘sesi kan içinde çıktı’(…) zamanla, Çukurova’nın bir Adonis çiçeği, bir yeni soluğu oldu. Bazen cura tınılarında, bazen ‘her özlemi yağmurla başlatan’ gök gürültüsü tonundaki soluğu patladı dizelerinde. Al kurdeleli davetiyeyle çağrılmadığının bilincindeydi bu dünyaya. ‘En karanlık labirentlerde bütün yolları umuda çıkarır’dı. Çetin Yiğenoğlu (26 Temmuz 2002 Cumhuriyet)
 
   “O, şiir yarışmalarına göre kendi şiirinden vazgeçmedi. Hiçbir eleştirmene ya da değerlendirmeciye göre dizesini kurmadı. Yaşamla bağını koparmadı; ezilenleri, yok sayılanları, horlananları, işsiz bırakılanları, iş bulamayanları, yaşamı zehir edilenleri, sanatından şiirinden kovmadı. Bu çizgi içerisinde kendini geliştirmeye çalıştı; bunu yaparken kendinden olanları bir basamak yukarıya çekmeye uğraştı. Basamağın en tepesinde durup ‘ben çıtamı beni anlasınlar diye alçaltmam’ diyenlere katılmadı. Sürdürdüğü damarı beslemeye çalıştı, ama bilinçli bir seçmeyle, rastlantılara boş alan bırakmadan.” Özgen Seçkin (Damar,  2002 Eylül Adnan Yücel Özel Sayısı)
   “Ezenle ezilen biçimindeki bir yaşamda, ezilenin zincirlerini kırmış narasıydı onun şiiri. Kırmak isteyip de kıramayanların pazularında ateşin söze ve altına dönüştüğü bir parıltıydı. Zulüm ve sömürüye karşı, ezilen ve sömürülenlerin yanında yüreğinin ocağından cevahirler söken bir güzellik ustasıydı” Asım Gönen (Damar Eylül 2002 Adnan Yücel Özel Sayısı)
 
   “Söylenecek her söz eksiktir, ama sahici ve samimi olmanın renkleri, tınıları, suların ve aşkın aynasına yansıyacaktır elbet. Bu yüzden sular tanıktır aşkımıza dedin. /Yer tanık olsun…/Gök tanık olsun…/Dostlar tanık olsun/Tanıklıktan utanmıyorlarsa eğer.” (Ahmet Telli Damar, Eylül 2002 Adnan Yücel Özel Sayısı)
 
  
     Bir Kez Daha Adnan Yücel
 
   Aşk demişti yaşamın bütün ustaları
   Aşk ile sevmek bir güzelliği
   Ve dövüşebilmek o güzellik uğruna
   İşte yüzünde badem çiçekleri
   Saçlarında gülen toprak ve ilkbahar
   Sen misin seni sevdiğim o kavga
   Sen o kavganın ilkbaharı mısın yoksa
                  (Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek)
 
İyi ki silahlanmışız acılara karşı
Türküsüz çıkmamışız yollara
Ekmekten ve gömlekten önce
Aşk
Ve sevinç doldurmuşuz koynumuza
İyi ki koparmamışız çiçekleri
Sevgiyi öfkesiz takmışız yakamıza
                     (Bir Özlem Bir Türkü)
 
“Ve ölürken bile yürümek
Boşuna değil
Hep yatağı olduk tarih ırmağının
Yenilgilerle durulmanın
Zaferlerle köpürüp kabarmanın
Ama hiçbir zaman
Anası olmadık geçmişi doğurmanın
                  (Acıya Kurşun İşlemez)
 
Rüzgar çocuk sesleriyle mavi bir düş kurar gökte
Sözde türkü dalda çiçek olur açar her yürekte
Gözden perde iner birden
Düşü gerçek kılan bilir
Rüzgarla bir olan bilir”
                      (Rüzgarla Bir)
 
 
Ötsün diye kendi yuvasında kuş
Açsın diye kendi dalında çiçek
Gördüler ki yepyeni ateşler gerek
Ateş olup yanmaktaysa bütün gerçek
Yanarken türkü söyleyen canlar gerek
Ateşi kanıyla tutuşturanlar gerek
                      (Ateşin ve Güneşin Çocukları) 






  
  Hatice Eroğlu Akdoğan