Birkaç akşamdır Dönerci Ersan Baba'nın derme
çatma barakasına takılıyoruz. Hüseyin, işsiz arkadaşlardan, Ersan Baba'ya
yardım ediyor; aslına bakarsanız birkaç öğün dönerle birkaç bardak şaraba para
vermiyor, o kadar. Ersan Baba'ya sorarsanız, boş gezmekten iyidir. Kendisine
sorarsanız, kıyakçılığın sonu ayakçılıktır; o, arkadaşlarına kıyak yapmak için
dünyaya gelmiştir; hiç kimseye yaranamaz, adam yerine koyulmaz, akşamları şarap
muhabbetine katılan kadrodan bile sayılmaz; sürekli yakınır bunlardan. Ersan
Baba'nın duymasından da sakınır, oldukça özen gösterir buna. Arkasından veryansın
eder, Ersan Baba geldi mi, "Boş verin" der, "konuyu açmayın, o
bilmezse Allah bilsin." Bu tavrını; sağ gözünü üst üste kırparak, aman
haa, susun anlamında destekler. Alıştık artık onun bu huyuna. Adı, Alıngan'a
çıktı son günlerde: Alıngan Hüseyin.
Her günkü kadronun dışında iskemleye ilişip
şarap muhabbetine katılanlar da oluyor. Sinekli diye adlandırdığımız
Güzelbağ'ın dışında başka şarap pek içilmez burada. Kahvehane patronu olduğu
için Arap Metin'in durumu bizden iyidir.
Yolu -parası- olmayanlara sinekli ıs-marlanacaksa, o ısmarlar. Parasızlar,
masaya kumrunun dalda tüneyişi gibi otururlar, pek konuşmazlar.
Şarampol Mustafa hepimizden genç. O kazayı yaptığı güne kadar sadece
Mustafa ya da Musti diye çağrılırdı.
Askere gidene kadar komilik, garsonluk yapmış, askerlikte kafa dengi
subayların yardımıyla ehliyetini ağır vasıtaya çevirtmiş, sivilliğe dönüşte de
kamyon şoförlüğü yapmıştı. Onu tanımayan biri
ezelden beri kamyon şoförü olduğuna her şeyini ortaya koyarak bahse
girebilirdi. Pis sakal derler ya hani, işte öyle, hiç uzayıp kısal-mayan sakalı;
kısa, iri gövdesi; kalın, kıllı
kolları.. Ma-raş'a kömür çekmeye gidiyor, bu. Daha Nur dağına varmadan,
düz yolda, kafasının hafif tütsülü oluşundan mı, uykusuzluktan ya da
yorgunluktan mı nedir -söz oraya gelince konuyu geçiştiriyor çünkü- kamyonu,
şarampole yuvarlıyor. Bereket, ölmedi. Ya Belen tepesine çıkarken
olsaymış bu kaza! Eş-dost, onu hastanede ziyarete giden herkes, dudaklarını
büzüştürüp üç kere buck buck buck yaptıktan, üç kere de kulaklarını çektikten
sonra, "Aman aman, buralardan ırak" deyip -ortalıkta tahta göremeyince- karyolanın demirini tıklamışlar.
Belinden, kalça, alın kemiğinden
filan bir dizi ameliyat geçirip
biraz
eğik, biraz da yanlamasına yürümeye başlayınca, "Tamam oğlum
Musti," demiş Arap Metin, "bu kaporta düzelmez artık. Dört tekerden ikisinin
şarampole kaydığı gibi aynen."
O günden sonra da o bildik Mustafa'nın
önüne kuma gibi getirip Şarampol'ü
koymuşlar.
"Bak Ersan
Baba," diyor, "benden habersiz o reyting işini kaparsan
vebalim günahım boynuna."
"Koçuma bak,"
diyor Ersan Baba, "bugüne kadar gördün mü bir yanlışımızı?"
"Görmedim, Allah var."
"Göremezsin
koçum. Bu iş ikimizin diyorsam, ikimi-zindir, tasalanma hiç."
"Bizi de görürsünüz artık," diyor
Arap Metin. Ersan Baba'nın kafası iyi.
"Beşte biri senin lan Arap," diyor. Bardakları bir tur dolaşınca bir şişe şarap bitiyor.
Hüseyin beşinci şişeyi açıyor.
Boşalan şişeler tezgâhın altındaki sandıklara
atılıyor, iki sandıktan biri dolu, diğeri yarılanmış. Bunlar Ersan Baba'nın oğlunun, öyle anlaşmışlar.
Ayda en az üç sandık şişe satıyormuş
çocuk. At yarışı, okey oyna-masaymış,
bu para en az bir hafta yetermiş ona.
Reyting işine ortak edilmediği
için içerliyor Hüseyin ama, belli etmiyor, umursamaz havalarda.
"Onu önce ben keşfettiydim ya,"
diyor, "gene de aklım yatmaz o işlere.
Diyelim ki televizyona çıkardınız çocuğu. Ailesi görürse bu parayı yedirir mi
size?"
"O da doğru ya," diyor Şarampol,
"caz yapsınlar da bunlar,
seyredin."
"Üstümüze tapusunu çıkartacak değiliz ya
oğlum," diyor Ersan Baba,
"televizyona çıkıp meşhur olunca altın yumurtlayan tavuk olacak, kötü mü?
Bozdurup bozdurup yesinler ondan sonra."
"Olmazsa birkaç kuruş da onlara veririz,
olur biter," diyor Şarampol.
"O kadar parayı bulduktan sonra niye
vermeyelim ki koçum?" diyor Ersan Baba,
"düşündüğüm miktarı versinler,
var ya, hepimiz sebepleniriz şerefime. Ama bakın, laf aramızda ha! Bu işler
uluorta söylenmez her yerde." Bu son cümleyi söylerken Hüseyin'e bakıyor.
O bakınca bizler de bakıyoruz.
"Siz bu işi bir an önce
patlatın da cılkı çıkmasın," diyor Arap Metin.
"Doğru,"
diyor Ersan Baba, "bak Şarampol, yarından tezi yok bu işi kovalayacaksın.
Senin o tanıdık gas-teciye gidip böyle
böyle diyeceksin, öyle bir ballandıraçaksın
ki, adam en iyi kanalları ayarlasın.
Bu iş bir tutsun, var ya..."
Dışardan gürültüler
gelince, "Kavga var gene," diyor Ersan Baba, "bizim
çocuklar olabilir!" Kapının önüne çıkıp bakıyorlar. Hüseyin oralı olmuyor hiç. Yarınki
dönerin tavuğunu biberli sarmısaklı
sosla terbiyelerken, Çamur Muhsin giriyor. "Döner
kalmadı mı aslanım?" diyor. "Kalmadı
ağbi," diyor Hüseyin, "kalan tek kişiliği de az önce verdik."
"Dışardaki kalabalık neyin nesi?"
"Bilmem ki valla. Gene biri
kafayı bulup sapıttı her-hal."
"Seninkiler nerde?"
"Kimler?"
"Ersan Baba, Arap, Şarampol..."
"Az önce buradaydılar."
"Bak hele, ne iş?"
"Hangi iş?"
"Ne bileyim, bir dalga
dümen çeviriyorlar gibi geldi bana."
"Boş ver. Şu Aloş dalgası."
"Bizim canlı
hesap makinesi mi?"
"Hee. Onu televizyona çıkarıp yolunu bulacaklar."
"Yapma lan! Aloş
benim sözümden dışarı çıkmaz ki. Hele bir çıksın...
Allahsıza günde beş öğün kebap ısmarlıyorum."
"Bak Muhsin Ağbi, laf aramızda ha!"
"Ne demek lan, tabii aramızda."
"Allahsızlar, beni ekmeye çalışıyorlar."
"Sen kafanı yorma
aslanım, az kaldı. Şu karşıdaki lokantayı
bir açalım."
"Yaptığımız
insanlığın sonu bu işte ağbi. Görüyorsun değil mi? Öz kardaşı olsa böyle çalışmaz. Benim akrabalığım, yemiş içmişliğim mi
var? Mecbur muyum Muhsin Ağbi? Yediğimiz surda iki tike döner, içtiğimiz bir bardak şarap.
O bile gözlerine batıyor."
Ersan Baba kapıda
görününce sağ gözünü kırpıyor. "Neyse ağbi," diyor mırıldanarak, "mevzuyu
kapatalım."
"Ne iş Muhsin?" diyor Ersan Baba.
"N'olsun valla, koşturup duruyoruz işte."
"Otursaydın..."
"Sağol baba. Dönerin kaldı mı diye bakmıştım."
Aloş geliyor o sıra.
Muhsin'le bakışıyorlar. O çıkarken, Aloş başını yere eğiyor.
"İyi adam lafının
üstüne gelirmiş" diyor Ersan Baba, "koçuma bir iskemle verin hele. Hüseyin, karşıdan bir buçuk kıyma söyle kardaşıma. Yanında da acılı bir şalgam..."
Aloş'un sıfır numarayla
tıraş edilmiş başını sarı-kırmızı
beresi örtüyor. Üstünde güneşten bozarmış haki bir parka var. On beş-on altı yaşlarında. Soluk yüzlü, hafif kambur
bir genç.
Şarampol, Ersan Baba'dan önce davranıp,
"iki bin bir ocağının on beşi hangi
güne gelir Aloş?" diye soruyor.
"Pazartesine."
"Nisanın yirmisi?"
"Cumaya."
"Şubatın ilk pazarı
hangi gündü?" diye soruyor Arap Metin. Bir yandan da sorularla yanıtları
yazıyor.
"Dördü."
"Takvimi getirin," diyor
Ersan Baba, sonra soruyor: "Martın
ilk perşembesi ayın kaçıydı?"
"Biri."
"Yaşşa lan Aloş, ne zaman gidiyoruz İstanbul'a?"
"Ne zaman istersen."
"Bir kelek olmaz değil mi?"
"Ne gibi?"
"Ne bileyim, ailen filan!"
"Onlar çakmazlar bu işten."
"Helal lan sana!"
Bana dönüyor sonra, "Okumuş yazmışlığı da yok ha," diyor.
Aloş'a dönüp, "Sabahleyin Metin Ağbinin yanına git, sana iyisinden bir çift kundura alsın," diyor.
"Tamam mı lan Arap? Yarın tavukçuya ödemem olmasaydı ben alırdım."
"Değişmez baba," diyor Arap, "farkımız mı var?"
"Mustafa Ağbin de bir gömlek
uydurur. Ne diyorsun Şarampol? Ne de olsa milyonlarca insanın önüne çıkacak kardaşımız."
"Öyle," diyor Şarampol, "bu kılıkla çıkılmaz."
Aloş, durumunu ısırıp
şalgamını yudumlarken gülümsüyor.
Asya Yazıları
Ulaş Başar Gezgin
ARA-lık yayınları anlatı dizisi
İzmir, 2007, 125 sayfa
ISBN: 9759804794