Ahlakın ve ahlaki kuralların ortaya çıkışı, toplum/birey ilişkisindeki konumu,
tarihsel gelişimi ve ne’liği sorunsalını inceleyen ahlak teorisini ve toplumsal
bir varlık olarak insanın davranışının ne olması gerektiğini açıklayan,
kurallar koyan normatif ahlakı da içeren öğretidir Etik.
Etik, çoğu zaman ahlak sözcüğü ile eş anlamda kullanırken,
bazen de; ahlak sözcüğü ile eş anlamda değil ama, mesleki alanlarda “uyulması
gereken “doğrular” biçiminde tanımlanmaktadır. Öncelikle belirtilmesi gereken
etiğin ahlak ile eş anlamlı olmadığıdır. İkinci olarak etik, mesleki alanda,
uygulamada, insan davranışını biçimlendirmeye yönelik “doğru” yargılar normu da
değildir. Etik ahlak öğretisidir; toplumsallaşmış insanın eylemini yargılayan
ve düzenleme çabası doğrultusunda kurallar koyan ahlak teorilerinin ve ahlakın,
nedensel, tarihsel bilgisinin tümlüğüdür. Örneğin siyaset ile siyaset öğretisi,
din ile din öğretisi arasındaki bağ ne ise ahlak ile etik arasındaki ilişki de
odur. Ahlak ve davranışın ahlaksal yorumu, topluluk halinde yaşayan insanın
toplumsal pratiğine ilişkin, teorik normsal yargıların bilinci iken; Etik,
geçerlilikteki, kabul edilen “pratik” ahlaksal yargıyla aynı şey olmayan;
ahlakın özünü, ortaya çıkış nedenlerini, tarihsel gelişim sürecini irdeleyen
öğretidir. Ahlakın bilgisidir etik.
Sürü halinde yaşayan insanın, dış dünyayı ve kendi varlığını algılama ve
kavrama yetisi olan bilince ulaşması ile hayvanlar dünyasından sıyrılıp
çıktıktan sonra; topluluk halinde yaşamın organize edilmesi sırasında ortaya
çıkan ve insanın ötekine ( bireye ve topluluğa), doğaya karşı görevlerinin
belirlenmesi ve eyleminin “doğru”, “yanlış “ ya da bireysel vasfının
“iyi”,”kötü” olarak tanımlanması ve toplumsal bir varlık olan insanın
davranışının kurallara bağlanması, ahlakın ortaya çıkışını ifade eder. Ahlak,
insanların topluluk halinde yaşamasına koşut, topluluk üyesi bilincine
ulaşılması aşamasından beri varken; Etik çok sonra, insanlığın köleci toplum
aşamasında, insana ait bir zihinsel fenomen haline gelen ahlakın ne’liğine
ilişkin sorular sorulmasıyla ve sorulara felsefecilerin farklı yanıtlar
vermesiyle oluşmaya başlar. Kuşkusuz ahlak sorunsalına farklı yaklaşımların
ortaya çıkması; topluğun ilk sınıfsal ayrışmasına bağlıdır ve düşünsel ayrışma,
toplumsal farklılaşmanın ahlak alanına yansımasının ifadesidir. Ahlaki
yargıların ve dolayısıyla ahlakın ne olduğunu, nedenselliğini, ve gelişim
sürecini irdelemek noktasında verilen yanıtlar birbirinden tamamen ayrı
sistematiklerde ifadesini bulunca “etik”, felsefeden ayrı bir öğreti olarak
kuruldu. Kuşkusuz ahlak konusunda yaklaşımlar farklı olmasaydı, bir öğreti
olarak etiğin oluşturulması gerekmezdi ve etik, felsefenin bir dalı olarak
kalırdı.
Ahlak alanında farklı yaklaşımların ortaya çıkışı sınıflı
toplumların tarih sahnesinde yeralışına doğrudan bağlıdır. Toplumsal varoluşuna
göre, insan davranışının, iyi ve kötü, doğru ve yanlış olarak tanımlanması,
eyleminin yargılanması ve belirlenmiş normsal yargılara göre biçimlendirilmesi
isteği, bu istemin ifadesi olan teorilerin varoluşu ve çatışmalı duruşu etiğin
konularını oluşturdu. Toplumsal ilişkileri ve insan gerçekliğini ahlaki
yaklaşımla yorumlayarak, ahlak öğretisinin oluşmasına katkıda bulunan;
Çarvakas, (Hindistan), Yang çu ve lao Tsu (Çin), Demokritos,Epikuros,
Aristoteles (Yunan) ilk (antik) etikçilerdir.
Ahlak sorunsalına ilişkin teoriler, başlangıcından bu güne
kadar iki ana görüş ekseninde yeraldı; Materyalist görüş, idealist görüş.
İnsanın ahlaki davranışına ilişkin bu farklı görüşlerin sistematikleşmesi; etiğin,
felsefenin bir dalı olmaktan çıkarak, alana ilişkin öğreti olarak yapılanmasını
beraberinde getirdi. Materyalist görüş ile idealist görüşün ayrı duruş
gösterdikleri ana sorun; Ahlakın ve ahlaki davranışın özü ve ortaya çıkışı
sorunsalına yaklaşımlarıdır. İdealizme göre ahlak; insanın varoluşuyla birlikte
varolan, ve tanrı tarafından insanın ruhunun şekillendirilmesi anında insana
“verilen” davranış yükümlülüğüdür. Materyalizme göre ise; ahlak, insanın
toplumsal pratiğine doğrudan bağlı olarak ortaya konulan ve maddi, yaşamsal bir
kökene dayanan, insanın toplumsal davranışlarına ilişkin“oluşturulan”
yükümlülükler ve normatif yargılardır. İdealizme göre ahlak tanrısal, manevi
bir değer standardı iken; materyalizme göre ahlak, insanın toplumsal pratiğine
doğrudan bağlı olarak, insan tarafından ortaya konulan ve yapılandırılan,
dünyasal, insana ait bir moral değerdir.
Materyalistler; ahlakın kökeni ve kaynağı konusunda,
idealistlerin tanrı merkezli fikirlerine karşı sürekli mücadele ettiler.
Kuşkusuz bu ana çizgilerde yer alan felsefecilerin bir kısmı düşünsel olarak
birbirlerine yaklaşsa da, iki yaklaşım iki ana çizgide, ahlak öğretisinin
belirleyenleri olarak varoldu. Ahlak sorunsalına yaklaşım konusunda (öğretide)
diğer bir ayrışma, ahlakın tarihsel gelişmesine ilişkin yorumlarda ortaya
çıktı. Metafizikçi yaklaşıma göre; ahlaki yükümlülükler, kural ve yargılar;
mutlak, değişmez ve değiştirilemez dogmalardır. Ahlaki normlar insanın
yaratılışıyla birlikte onda anlam bulur ve insanlık tarihi boyunca ahlaki normlar
değişmeden, aynı kalır. Diyalektikçi yaklaşıma göre ise ahlak; insanın
toplumsal pratiğine doğrudan bağlı olması itibariyle, farklı topluluklarda
farklı anlam yüklenen, farklı biçimlenen, değişken ve insanlığın gelişim
seyrine bağlı olarak, biçimlendirilen toplumsal, zihinsel değerdir. Ahlakın
kaynağına ilişkin ayrışma ile ayrı zeminlerde yer tutan idealist ve materyalist
felsefeciler kendi saflarında da; Ahlakın tarihsel, toplumsal gelişimine
ilişkin yaklaşımları itibarıyla iki cepheye ayrıştılar. İdealist ahlakçıların
çoğu metafizikçi yaklaşımı benimserken, çok az idealist felsefeci diyalektik
yaklaşımı benimsedi. G.W. Frıedrich Hegel ve Immanuel Kant bu felsefi
yaklaşımın etkin isimleridir. Diğer yandan ahlakın kaynağına ilişkin yaklaşımı
materyalist olan felsefecilerin çoğunluğu ahlakın tarihsel, toplumsal
gelişimine ilişkin savlarında; ahlak normlarının toplumsal farklılıklara ve
iktisadi ve siyasi gelişmelere tabi olmaksızın, onların dışında ideal ve
insanlığın ulaşması gereken, değişmez formlar olduğunu savundular (metafizikçi
materyalizm). Bu savunu; Feuerbach ve Spinoza v.b materyalist felsefecileri
idealizme yaklaştırdı. Ütopik sosyalistler (Helvetius, Fourier, Saint Simon,
R.Owen ) de, adaletli, eşitlikçi bir toplum yaratma düşüncesi ile insanca bir
yaşam için yeni ahlaki normlar konulması gerektiğini savunmalarına rağmen,
idealizmden kopamadılar. Diderot, Belinski, Çernisevski, Herzen, vb, devrimci
demokrat felsefeciler Diyalektikçi ve materyalist yaklaşımları ile öne
çıktılarsa da, materyalizm konusunda gösterdikleri zaaf nedeniyle diyalektikçi
materyalist akımın gerçek anlamda kurucusu olamadılar. Ahlak öğretisinde,
ahlakın kaynağına ilişkin yaklaşımında gerçek anlamda materyalist ve ahlakın
tarihsel toplumsal gelişmesine ilişkin savlarında da diyalektikçi olan ilk
felsefeci Marks’tır. Marks ve Engels; kendilerinden önce oluşturulan tüm
sistematik felsefi görüşlerle kendi felsefi görüşleri (Diyalektik materyalizm )
arasına kalın bir çizgi çektiler. Marksizm, etik alanında yeni bir dönemi başlattı.
Ahlak öğretisinde, materyalizmin idealizmden tam ve gerçek kopuşu Marksizm’le
gerçekleşti.
İdealist felsefeciler, ahlaki standartları; değişmez,
sorgulanamaz ön kabuller üzerine oturturlar. İdealist etikçilere göre bu ön
kabul; “tanrının insanı yaratma sürecinde ahlakı da verdiği”ni belirler.
İdealist etikçiler bu ön kabulü tartışılmaz ve mutlak ilan eder. İdealistler,
tanrı tarafından belirlenmiş ve konulmuş ilahi yükümlülüklere ve ahlaki
yargılara sorgusuz bağlı kalarak; bu zeminde insanın erdeme nasıl ulaşacağını
ve davranışının nasıl biçimlendirileceğini tartışır.
İlk insan, doğa ve öteki insanla ilişkisinde davranış
kurallarını belirlerken, ön kabulü; yaşamsal gereksinimini doğadan elde etmek
eyleminin zorunlu olduğu idi. Bu ön kabul üzerinden, klanın ihtiyacı dışında
olanın yaşamına son vermemek, ahlaki bir yargı olarak benimsendi. Avlanma
eyleminde başlangıçta sınırlama yoktu; ancak, av fazlasının çürümesi
nedeniyle,“gereksinime göre avlanma” klanın ahlaki normu oldu. Klanın ön kabulü
olan,”insan gereksinimi için diğer canlıların yaşamına son vermek” eyleminin
“doğru” bir davranış olup/olmadığı sorusu sorulmadı. Klan, diğer klanları
“düşman” ilan etti ve öteki klan üyesi insanın yok edilmesini tartışılmaz ön
kabul saydı. Ahlak, bu ön kabul üzerinden, klan üyesinin, öteki klan üyesini
yoketme anında sergilediği davranışları yargıladı. Düşmanı yoketme eyleminde en
yetenekli insan “kahraman” sayılırken, düşmanın yokedilmesinde pasif duruş;
korkaklık ve sefillik olarak tanımlandı. Kahramanlık payesi, yoketme eylemini
gerçekleştiren insana klan şefliğini sağlayacak kadar önemli bir erdem sayıldı.
Bazı klanlar öteki topluluğun üyesi insanı “insan” saymadığı için ”avlanan
insanın” yenmesi, o klan tarafından “kötü” olmayan bir davranış olarak kabul
edildi. Sonraki dönemlerde, topluluğun işgücüne gereksinim duyması nedeniyle,
öteki klan üyesi insanın yokedilmesi yerine, onun köle olarak çalıştırılması,
yeni bir kural oldu. Kölenin elde edilmesi ya da “sahipliliğin” sürdürülmesi ve
köle ile efendi arasındaki ilişkilerin kurala bağlanması, yeni ahlaki normu da
beraberinde getirdi. Klanın ahlaki yargıları bu temel üzerine oturtulurken
“öteki klan üyesi insanın katlinin” ya da “ diğer insanın köleleştirilmesinin”
kötü ya da iyi olduğuna ilişkin bir yaklaşım farklılığı olmadı. Ancak aynı klan
üyesi insanların birbirini yoketmesi ve köle edilmesi yasaklandı ya da aynı
klan üyelerinin birbirini yoketmesi; köleci toplumla birlikte toplumun hayatını
belirleyici hale gelen “mülk edinme” durumuna doğrudan bağlanan ahlaki normlarla
belirlendi.
Kabilelerin birleştirilerek tek krallık altında birarada tutulması döneminde:
her kabileye ait ayrı bir din, ayrı bir tanrı ve ahlakın olması “birliğin”
sürdürülebilmesini engeller konumda iken; kabileleri birleştirici bir ideolojik
kuruma gereksinim duyulmasına koşut olarak tek tanrılı dinler ortaya çıktı. Tek
tanrılı dinler saf anlamda idealist ahlak normlarını belirledi ve insanı, bu
birleştirici, evrensel ahlaki standarda uymaya çağırdı. Ahlakın evrenselliği
fikri tek tanrılı dinlere aittir. Tanrının tekliği ve dinin insanlığı
birleştirici güç olduğuna ilişkin sanal tanımlama; mülkiyet ilişkilerini
düzenleyen kurumlara ideolojik dayanak olan ahlakın ön kabulüdür.
Kuşkusuz kapitalizmle birlikte başlayan uluslaşma;”dinin
tüm insanlığı birleştirici araç olduğu” na ilişkin ön kabulü sarstı, ancak
ortadan kaldıramadı;“ulusal” ve kapitalist mülkiyeti kutsayan değerlerin de
toplumun ön kabul listesine eklenmesini sağladı. Bu ön kabuller, dün olduğu
gibi bugün de hala, sınıflı toplumların çoğunluğu açısından geçerliliğini
korumaktadır. İdealist etikçiler, ahlakın özünü ve varoluşunu irdelerken ahlak
alanında yeralan fetişist ön kabulleri tartışmaksızın, teorik, zihinsel
önermelerini ve eylemin bilgisini bu temel üzerine yapılandırdılar. Örneğin
Atina demokrasisinde felsefeciler; ahlak öğretilerinde, köle insanların
varlığını gözardı ederek; ahlakın kapsamını “vatandaş” olan insanların
birbirleriyle ilişkisinin tanımlanması ile sınırlandırarak, ahlakın ne’liğini
ve nasıl’lığını irdelediler. Kölenin, köle olmayı reddetmesi, kabul edilemez
bir “ahlaki bozulma” sayıldı. Efendinin erkine ve mülküne karşı geliştirilecek
eylem “kötü”;kölenin mutlak itaati temelinde, efendinin onu ”iyi “ koşullarda
barındırması ve beslemesi erdemin ölçüsü oldu. Bu yaklaşım tüm sınıflı
toplumların ahlaki sisteminin değişmez, ilkesel temeli sayıldı ve idealist etik
bu zemini terketmeksizin sanal ve fetiş ön kabuller üzerinden ahlak sorunsalını
ele aldı. İktisadi ve siyasi egemen olan sınıfın ahlakı, o topluma “kendi ahlakı”
olarak benimsetildi ve ahlak öğretisi de sınıf egemenliğinin sonucu olan bu
durumu benimseyerek işe başladı. Ahlaki araçlar sınıfsal özüyle; sınıfsal
egemenliğin haklılığının kutsanması ön kabulü üzerine inşaa edilen öğretinin
kapsamına girdi.
Kuşkusuz bugün de idealistler aynı yaklaşımı benimsiyor.
Burjuva etikçiler; tanrının, dinin ve kutsal metinlerin yanısıra, kapitalist
üretim ilişkilerinin de ideal ve değişmez olduğu ön kabulü üzerinden,
kapitalist ulusların, ve aynı ulusa mensup insanların davranışlarının ahlaki
değerlendirilmesi olan ve sınıfsal önyargıların rengiyle bezenmiş öğretilerini
“zenginleştirerek” toplumlara sunuyorlar.
Burjuva etikçiler, burjuva ve işçinin ya da ağa ve serfin
sınıfsal konumunu tam anlamıyla gözardı ederek, onların “özgür birey” olduğu
varsayımından hareketle toplumsal davranışlarının tanımını yapıyorlar ve
toplumsal eylemin öznesi olan insanın davranışlarını, kapitalist üretim
ilişkilerinden soyutlanmış insanın “özgür eylemi” olarak nitelendiriyorlar.
İdealist etikçiler, insanlığın gelişmesine bağlı olarak değişen ahlakın,
toplumsal sınıfların oynadığı role doğrudan bağlı olduğunu ve ahlakın sınıfsal
tavrın ideolojik ifadesi olduğunu reddediyorlar.
”Yeni“ biçimlerle ve günümüze uydurulmuş, modernize
edilmiş söylemiyle; eski yaklaşımlar ısıtılıp, yeniden felsefe pazarına
sürülüyor. Ve hala idealizm, ulusal ve dinsel kimlikleriyle tanımlanan varlık
olarak insanın, bu” kimliğe” göre belirlenmiş “düşman ötekine” karşı duruşunu,
ahlaki normların değişmezi olarak kabul ediyor. Etiği “ahlak dilinin” mantıksal
yapısının bilgisi ve ahlak yargılarının, terimlerinin adlandırılmasının bilgisi
olarak gören ve insan davranışları hakkında tarafsız bir bilim yaratma
iddiasında olan ETİK-ÖTESİ akımın sözcüleri; ahlakın temelinin, eylemi gerçekleştiren
süjenin (öznenin) bizzat kendinde bulunduğu önermesinden hareketle, insanın
sosyal ilişkilerinden bağımsız ahlak kurallarının yaratıcısı olduğu ve ahlaki
ödevin insanın özünde bulunduğu (a priori olduğu) görüşünü savunan ÖZERK ETİK’
çiler (Kant’çılar)ya da bu görüşün tam tersi görüşü savunan ÖZERK OLMAYAN
ETİK‘çiler; Ahlaki normların ve ahlaki yargıların konvansiyonel bir nitelikte
olduğunu ve insanın bu genel davranış normlarına uymak zorunda
olmadığını,insanın ahlaki yargılara bağlı olarak davranışlarını biçimlemekle
yükümlü olmadığını ve herhangi bir davranışın doğru yada yanlış olduğu hükmüne
varmanın olanaksız olduğunu savunan ETİKSEL RÖLATİVZM in savunucuları ve bu
akımın izleyicileri olan; Yeni POZİTİVİSTLER, Emperyalizmin saldırısı ile yalnızlaştırılan,
yoksunlaştırılan bireye çıkış yolu bulma iddiasında olan, bireysel kurtuluşçu
VAROLUŞÇULAR, YENİ THOMASÇILAR, PRAGMATİKÇİLER, ahlakın kaynağı ve özüne
ilişkin yaklaşımlarında TEOLOJİK AHLAKIN (Dinlerin) sanal ön kabulü olan kutsal
tanımlamaları, teorik önermelerinin temeline koyuyorlar. Bu sanal ön kabuller
zemininde yeşeren tüm ahlak teorileri, “çeşitliliğine” rağmen aynı felsefi köke
bağlılığını bir biçimiyle sürdürüyor.
Bir toplumsal varlık olarak insanın, dış dünyayı ve
kendisini; kendisi ile öteki arasındaki ilişkileri kavrama ve yorumlama yetisi
olan bilinç, insanı hayvandan ayıran tüm niteliklerin asli unsurudur. Bilinçli
bir varlık olarak insan, toplumsal ilişkilerinin bir ifadesidir.
Dolayısıyla insan, maddi ilişkilerin varoluş sürecine ve
değişimine doğrudan bağlı olan bilinciyle düşünsel dünyasını yaratır, vareder.
İnsan bilinçli bir varlık olmasaydı; sürü halinde yaşayan insan için düşünsel
eylemin diğer tüm sonuçsal olguları gibi, ahlak da olmayacaktı. Bir öğreti
olarak etiğin varoluşu, tüm diğer öğretiler gibi, doğrudan insanın bilinçli bir
varlık olmasına bağlıdır. İnsan, düşünsel dünyasını vareden ve düşünsel alanı
kendi entelektüel varoluşunun temeli yapan ve entelektüel varoluşuyla maddi
ilişkilerin yeniden biçimlendirilmesinde etkin rol oynayan bir varlıktır. Maddi
ilişkilerin bir sonucu ve yansıması olan ahlaki yargılar da, insanın düşünsel
alanda yarattığı ve giderek toplumsal ilişkilerinin erksel kurumu haline
getirdiği toplumsal bilinç formlarıdır. Ahlak, toplumsal ilişkiler ve yarar
bilincinin, bireysel yarar ve özgürlük bilincini baskılayarak
biçimlendirmesidir.
Ancak burada atlanmaması gereken nokta; Tüm sınıflı
toplumlarda, “toplumsal yarar bilincinin”, aslında egemen sınıfın yarar bilinci
olduğudur ve topluluğun yanılsamalı bilinçle, egemen sınıf yararını kendi
yararı olarak tanımlamasıdır. Ahlak doğrudan bireysel ve toplumsal bilinçle
ilişkili olduğu anlamda ideolojik aygıtın bir unsurudur. Dolayısıyla ahlak
öğretisi de (Etik de) ideolojiktir. Ahlaki yargılar ve kurumlar da, devlet,
hukuk ve din gibi, insanlığın, toplumsal yaşamın selameti için yarattığı,
toplumsal ilişkilerin düzenleyicisi konumunda bir erk olarak kabul ettiği ve
giderek kendi üzerinde de baskı kurmasına rıza gösterdiği ideolojik araçlardır.
Ahlak da, devlet ve din gibi; toplumsal ilişkilerin, bu araçlara gereksinimi
olmayacak bir biçimde düzenlendiği andan itibaren sönerek yerini, toplumsal
yaşamın yeni biçimleniş ve ilkelerine terk edecektir. Bu yaklaşım, diyalektik
materyalist ahlak öğretisinin temel savlarından biridir.
Yazarın diğer yazılarını;
http://www.elelebizbize.com/babur.pinar/baburpinar.php adresinden okuyabilirsiniz.