Soguk Oda

 
 

Kapıyı açtığımda içime bir ürperti düştü. Beyaz duvarların soğukluğu muydu beni üşüten, yoksa içimdeki boşluk mu, bilemiyorum. İki küçük adımda odanın ortasına kadar gelmiştim. Kutu gibi bir evdi havasını soluduğum. Savaş sonrası işçi konutları olarak yapılmış olmalıydılar. Çünkü buralar, yakın zamana kadar, dev Alman tekellerinden biri olan, Mannesmann’a ve onun işletmelerine aitti. Toprağı koklasanız, bugün bile ter kokar size. Şimdi, o aynı yapılanmanın üzerine, modern bir ticaret merkezi kuruldu. Çevre, yeraltı-yerüstü ulaşım ağıyla donatılmış durumdadır.

Bulunduğum odanın yan cephesi dışarıya bakıyordu. Büyük bir pencere, ardında genişçe bir balkon. İçeriye sızan fırtınayla perdeler hafiften sallanıyordu. Bakıldığında ilk göze çarpan, karşıdaki geniş yeşillik alan; şubatın sert, soğuk günlerinde yolunu şaşırıp yiyecek bulmaya çalışan iki kirli martı. Balkon kış artıklarıyla doluydu; yıkılan kirli plastik sandalyeler, boş şişeler, işe yaramayan bir fırın ve iki kırık saplı süpürge bunlardan bazıları. Tabandaki kuru ağaç yaprakları, yağmurun ıslaklığıyla, çürümeye yüztutmuştu.

Boğuşan aç martıların çevresine bir sürü güvercin, yeşilbaşlı yabanördeği gelmiş; onlar da yiyeceklerden nasiplerini almaya çalışıyorlardı. Karşı pencereden, benim gibi, yaşlı bir kadın daha martıları seyrediyordu. Hatta, elinde tuttuğu küçük sepetten aldığı kuru ekmek parçalarını kuşlara atarak, onları ziyafete koşmaları için kışkırtıyordu. Aynı anda bir sürü serçe de iniverdi pencerenin altına. Kadının yüzündeki gülümseme, ender rastlanır bir mutluluğun simgesiydi sanki. İhtiyarın, üşüyen yanaklarının kırmızılığını, uçuşan beyaz saçlarını, buradan seçebiliyordum.
Soğuktan korunmak için yakalarını kaldırdığım paltom hala sırtımdaydı. Saçlarım, yağmurla karışık yağan kırçıldan ıslanmıştı. İnce bir titreme geçti içimden. Kar havası vardı. Daha sonra ne olur bilinmez. Pencereye iki adım yaklaştım. Köşede eski model bir bilgisayar duruyordu; yanında yığılmış sanat ve edebiyat dergileri, sayfası kıvrılmış eski bir cumhuriyet gazetesi, henüz bitirilmemiş yarım bardak çay. Belli ki eve birkaç haftadır kimseler uğramamıştı. İçerisini az da olsa havalandırmalıydım. Çok garip, eşyalara sinen koku bana oldukça tanıdık geliyordu. Yaşadığım evimin sessizliği gibi, dingin ve sakindi burası. 
Sertleşen rüzgarın uğultusu içeriye dağılırken, soğuk hava yüzümü yaladı. Kendimi birden çocukluğumda buldum. Komşumuz Figani’nin gübresinde serçelere tuzak kuruşumuz; mahalle arkadaşları Sığırtmaç’ın Abdurrahim, Çakır Ahmet, Dangul Şerifali’nin Hüseyin; hepimiz tetikteydik, “bakalım kimin tuzağına kuş yakalanacaktı?” Daha çok da mart soğuklarında oynardık bu oyunu. O aç kuşları avlamak marifetmiş gibi, günboyu burnumuzu çekerek bekleşirdik. Şimdi ise, o günlerin elli yıl uzağında, tek başımayım.

Bu bina, şu soğuk oda, yapıldığından beri kimbilir kaç yaşamı kucakladı, kimleri konuk etti, kaç sevdalının acılarını, sırlarını gizledi; kaç ayrılık gördü. Yeniden gözüm dışardaki martılara kaydı. Yan binanın kuytusunda, buldukları bir parça yiyeceği gürültüyle paylaşmaya çalışıyorlardı. Sonunda biri, aralarından uçarak oradan uzaklaştı; hakkını almış olmalıydı.



Açık bıraktığım oda kapısı gıcırtıyla kendiliğinden kapandı. Dönüp baktığımda içerisini daha iyi görüyordum. Örneğin girişte dikkatimi çekmeyen köşeye sıkıştırılmış kitaplık türü birkaç raf, eski fotoğraflar, üzerinde, dalları kurumuş bir çiçek saksısı ve rastgele bırakılmış ciltli birkaç ansiklopedi, mumluklar duruyordu. Hepsinin de üzerlerinde buradaki yaşamı yalanlayan ince bir toz vardı. Ortadaki sehpa, duvara dayalı, rengini atmış üçlü, açık gri koltuk, ona paralel uzanan kitaplık; hayli zamandır el değmediğini belirtir haldeydi.

Dizlerimin yorgunluğuna daha fazla dayanamayarak, çöktüm koltuğa. Tam karşımda, komedini ve küçük bir bölmeyle ayrılmış mutfağı gördüm. Ocağın üzerinde bir çaydanlık, yan tarafta büyükçe bir tencere vardı. Dikkatle dinlediğimde, oranın da penceresinin açık olduğunu fark ettim. Çünkü az önce işittiğim esinti oradan geliyordu. Solda yer alan raflar düzenliydi. Orta bölümü cam kapaklı, içine yerleştirilmiş iki küçük yapma bebek duruyordu. Bina, gidişli gelişli geniş bir caddenin üzerindeydi ve iki yanı yüksek ağaçlarla donanmış bu yol, oldukça işlekti. Geçen kamyonların, otomobillerin ardı arkası kesilmiyordu. Karl Geusen, sokağıydı burası.  Oberbilker Allee’den, Kleine Eller’e kadar uzanıyordu. Bu yolu devam ettiğinizde, gelen cadde sizi Köln’e giden Autobahn’a bağlayacaktı.

Girişteki soğuk hava üzerimdeydi hala. Kimlerdi burada yaşayanlar, neden burasını terk etmişlerdi? Beynimi burgu gibi zorlayarak derinlere, daha da gerilere gitmek istiyordum. Kitaplığın alt bölümü kapaklıydı. Orta gözlerden birini açtım; açmamla birlikte, birkaç albüm yere düştü. Aldım, usulca masanın üzerine bıraktım. Parmaklarım toz içinde kalmıştı. Odanın ürpertici soğukluğu burada da kendini gösteriyordu. Elimle albümün üzerini sildirdim. Sayfaları açmakla açmamak arası bir tedirginlik geçirdim içimden. Hiçbiri bana ait değildi. Onları karıştırmaya hakkım olamazdı. Çünkü ben sadece bir geceliğine kalmak için getirilmiştim buraya. Rahat edersem, belki daha uzun da kalabilecektim. Beni getiren genç: „Çalışmak için böyle sessiz bir yer az bulunur.“ demişti. Tabi, caddeden geçen arabaların gürültüsü hariç.

Ev, yıllar önce Almanya’dan ayrılan bir  ailenin küçük oğluna aitmiş. Bildiğim her şey bu kadar. Vitrinin sağ üst köşesinde bulunan fotoğraf, burasını terk eden adamın olmalıydı.

Tanıdık bir yüzü var adamın. Ancak yorgun, ardında, zorlu acıların izleri saklı. Bu haliyle 60 yaşlarında gösteriyordu. Göz uçlarındaki derin çizgiler, yaşamın dipnotları gibi. Dudak uçlarındaki gülümseme insanın içini burkuyordu. Saçlarının kesim modeline bakılırsa, fotoğraf 1930’lara aitti. Yani, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce. Arkalarda bir aile fotoğrafı daha var, yine oğluyla çekilmiş. Oğlan, elinde bir demet çiçek tutuyor ve güneşin etkisiyle gözleri kısıktı.

Duvarda, sulu boya bir tablo asılı; beyaz porselen bir vazoya yerleştirilmiş kırçiçekleri. Vazonun görüntüsü, altındaki koyu mavi saten örtüye vurmuş. Çizgilere bakılırsa, yarı amatör bir çalışma. Ancak onun yan tarafındaki karakalem portre tam bir usta işiydi.

Odanın soğukluğu kayboluyor. Duvarlar bir daha sıcak şimdi. Paltomu çıkarıp, bilgisayarın önündeki sandalyenin üzerine atıyorum. Neden sonra aklıma çay yapmak geliyor. Kalkıyorum. Mutfağın girişinde, köşedeki raflarda yine oğlanın New York sokaklarında çekilmiş bir fotoğrafı gözüme ilişiyor; yaşı, 22-25 olsa gerek. Yakışıklı, güler yüzlü, yaşamı kucaklamaya hazır bir hali var.

Suyu ocağa koyarken, yandaki buzdolabının kapağında asılı olan diet listelerini gördüm. Doktordan alınan randevu pusulaları, gazetelerden kesilmiş yemek tarifleri, Anadolu’dan çekilmiş renkli kartpostallar. vs. Hepsi de iliştirildiği gibi duruyordu.

Çeşmeyi açtığımda, büyük şarıltıyla borulardan akan sarı, kirli sular ortalığı ıslattı. Bir süre öylece akıttım; neden sonra temiz su gelmeye başladı. Üst dolaplardaki bardaklar temizdi; birini durulayıp kıyıya koydum.

Dışarıdan çocuk bağrışları geliyordu; top oynuyor olmalıydılar. Bir serçe uçarak balkonun korkuluğuna kondu. Başını yana yatırıp içeriye bakmaya çalışıyor, kanatlarını kaldırıp çırpınıyordu. Gelen ikinci bir serçeyle birlikte, sert kavisler çizerek, binaların üzerinden uzaklara uçtular. Ağaçlarda tek yaprak yoktu. Fakat çimenlerde suni bir yeşillik hüküm sürüyordu. Bir yaşlı Alman kadın, gezdirdiği köpeğini çekiştirerek, ağır adımlarla ışıklardan karşıya geçmeye çalışıyordu.

Yanan ocağın ısısından olacak, mutfak camı buharlanıvermişti. Taban, ağaç rengi bir muşambadan oluşuyordu; iri karelerle şekiller vardı üzerinde. Oda, koyu renkli halıfleksle kaplıydı; açılan kapının tam arkasında, CD’leri koymak için yapılmış metal raf dikiliydi; ardında ise, rastgele yığılmış eski gazeteler vardı. Ortada duran sehpa, bu oda için oldukça büyüktü. Sanırım hem yemek masası, hem de sehpa olarak kullanılıyordu. Duvarlarda, silik bej renk hakimdi. Kitaplığın üst bölümlerinden sarkan örümcek ağları, karanlığa düştüğü için, oturduğum yerden zor görünüyordu.


Çayı yudumlarken, ilk hissettiğim, odadaki yabancılığımın giderek tanıdık bir duyguyla yer değiştirmesi oldu. İçeriye girişimdeki o ürpertici hava yoktu artık. Hafif geriye yaslandım. Kendimi bir daha güvende hissediyordum; ilginç bir duyguydu bu. Dayandığım bilgisayar masasının üzerinde eliçi kadar küçük bir radyo vardı; uzanıp aldım. Düğmesi çevrildiğinde cızırdıyordu; pili iş görüyordu demek. İstasyonları karıştırmaya başladım. Jaz’dı: Duke Ellington’un o kalın sesi yansıdı duvarlara: ‘Golden Feather’ çalıyordu.

Yattığım yerde hafif devindim. Tavana yerleştirilmiş suni ağaç şekillere bakıyordum. Her biri kare kareydi; insana ahşap bir yapı sanısı veriyordu. Her kare boş, soğuk bir odayı oluşturuyordu beynimde. Her oda bir başka rengi kucaklıyordu. Benim doğduğum oda da bu kadardı. ‘Küçük Oda’ derdik biz ona. Tabanı topraktı; ortada bir saz hasır, kıyılarda ise, renkli basma parçalarından yapılmış ve içi saman dolu minderler, onlara uygun sert kıtık yastıklar vardı. Babam, Ali Gede’nin Rıza, annem, Bekçi Besim’in Saadet. Bir erkek oğlanı dünyaya getirmenin mutluluğunu işte bu odada tatmışlardı. Ninem, Şevket Kadın, yeni doğum yapan annemin başını ıslak bir havluyla silerken, ebem Kara Fatma da, telaşla beni kucağına almış, babama göstermeye ve bahşişini almaya çalışıyordu. Herkesin yüzünde sıcak gülümsemeler konuktu bu akşam. Küçük Oda’da esen hava, saraylardakiyle kıyaslanamayacak kadar büyüktü. Hafiften, gri bir gölge gibi uzaklaştı görüntüler. Kareler birbirinin üzerine geçerek, yeni şekiller oluşturuyordu. Her kare bir oda, her oda farklı bir yaşamı simgeler gibiydi. Suni, ahşap tavanı kaplayan gölge, koyu, dumanı andırır görünümüyle, bir başka kareye geçiyordu şimdi.

Burası, boyu iki, eni ise bir buçuk metreyi  geçmeyen izbe gibi yerdi; ‘Oda’dan ziyade, tam bir hücreydi. Kapatılmış demir kapının aralıklarından sızan ince, cılız ışıkla aydınlanıyordu. Karşı köşeye sığınmış genç bir adam; yüreğinde büyüttüğü umudun direnciyle yaşıyor olmalıydı. Yüzündeki morluklar, ayaklarındaki patlamış şişliklerse, onun, yeni işkenceden getirilmiş olduğunun kanıtıydı. Zorlanarak soluk almasına karşın, gözlerinde bir zaferin pırıltıları vardı. Kirli bir paçavra gibi üzerine atılmaya çalışılan iftiranın kaygan zemininden kurtulup, toprağa sağlam basan ayaklarıyla, yapılan onca zulme meydan okur gibiydi. Gülümseyerek koynundan çıkardığı küçük bir fotoğrafı öpüp, yeniden düşlere daldı. Bu hücrede kaçıncı günüydü, o da hatırlamıyordu. Uzandığı, sidik kokan zemine aldırmadan, mağrur, kendisini ileriye çekerek, sığındı köşesine. Merdiven altına sıkıştırılmış bu Oda Hücre hala karanlıktı.

Odamda, ahşap kareden başını uzatan kız, küçük kardeşinin burnunu silerek sobanın daha da yakınına çekmeye çalışıyordu. Çocuğun dudakları mosmordu. Kucağında tuttuğu odunlarla kapıdan giren kadın, “Biz gelip toplamasak sokaklarda donacaksınız, haberiniz olmayacak! Akşamın bu saatinde ne arıyorsunuz dışarılarda. Babanız neredeyse gelir.” diyerek, söyleniyordu. Soba harıl harıl yanmasına karşın, oda bir türlü ısınmıyordu. İzmir’in Gültepe semtindeki bu gecekonduda evler hep böyle soğuktu işte. Üstelik gül de yetişmezdi buralarda. Buranın gülleri, sokakları dolduran çocukların yüzleriydi. Bir onlar süslerdi yaşamı; soğuk odaları da onların gülümsemeleri ısıtırdı ancak. Çocuk, annesinin eteğini çekiştirerek, sırnaşıyordu.

Gazeteyle kaplanmış pencerenin kırık camından esen rüzgar, sobaya atılan o bir parça sıcaklığı da alıp götürüyordu. Kız, desenli, narçiçeği örtüyü alarak camın kırık bölümünü örtmeye çalıştı. Kış, her yerde olduğu gibi, burada da etkisini gösteriyordu işte.

Nedendir bilinmez, ahşap kareler ve şekillerin çizdiği görüntüler ardarda çekip gitti gözlerimin önünden. Odada yine tek başımaydım. Penceredeki karanlık, kadife bir kaftanı andırıyordu. Mutfakta, ocağın üzerinde unuttuğum çaydanlık durmadan kaynıyordu.
Karşımda duran kitaplık üzerime yıkılacak gibiydi. Rafları tıkabasa cilt cilt kitaplarla doluydu. Bir tarafta dünya klasikleri, bir tarafta Türkçe romanlar ve onun altında, Büyük LAROUSSE Ansiklopedi’ ler yer alıyordu. Klasikler arasında, ilk göze çarpanlardan bazıları: Tolstoy, Wiktor Hügo, Owidius, Cervantes’in Donkişot’u, Nazım Hikmet ciltleri ve yine üç ciltlik Şolohov’un ‘Durgun Don’u ve Çehov’du. Ortadaki camlı bölmenin sağ köşesine ise, güzel, küçük bir Lenin heykeli, konmuştu. Henüz lambayı açmadığım için, içerisi yarı aydınlıktı.
Biraz daha uzandım koltuğa. Üzerimdeki ağırlık daha da artmaya başlamıştı. Varlığımla dolduramadığım boş oda, birden soğudu sanki; yoksa sürekli üşüyen ben miyim, benim yüreğim mi? Ağırlaşan gözkapaklarımı ovuşturuyorum. Tatlı bir uykunun satırbaşındayım şu an; etkisi ipek, kızıl bir şal gibi sarıyordu bedenimi.

Gece, kara bir kobra gibi, önüne kattığı zamanı sürüklüyordu. Ürpertici bir sessizlik içindeydi herşey; ürpertici ve korkunç. Kepenkler çekiliyor, kapılar kapanıyor; çarşılar boşalıyordu. Dışarıdaki evsizler, sertleşen havanın da etkisiyle bir daha sokuluyorlardı birbirlerine; yine de biralarını ellerinden eksik  etmiyorlardı. Besledikleri köpekleri yanlarında, miskin, uyukluyorlardı. Bir kadın, oturduğu duvar dibinde umursamadan altına işedi. Evlerine gitmek için otobüse ve tramvaya koşuşan insanlar ivedi, ilerliyorlardı yanlarından. Diğerleri, donuk gözlerle bakıyorlardı onlara.

Şimdi, her odanın sokağa bakan pencereleri örtülüyordu perdelerle; saten perdeler, vişneçürüğü kadife perdeler, tül perdeler, renkli keten perdeler, dallı güllü perdeler ve eski çarşaflardan kesilerek devşirilmiş, gecekonduların o mahçup yaşamını örtmeye çalışan perdeler. O perdeler ki, nice görmek istemediklerimizi, görmek isteyip de göremediklerimizi gizliyordu. Nice acıları, yoksullukları, aşkları, mutlulukları, ihanetleri gizliyordu. Bazen, o perdelerin ardında soygun planları da yapılır;  saldırı, cinayet planları, karapara aklamanın incelikleri yatırılıyordu masaya. Kimbilir, yeşil sermayenin yeşil sarıklar altında saklı günahlarıyla, Kurana ve bayrağa el basıp, götürülen dolarların hesapları yapılıyordu. Yaşanılan adaletsizliklerin adaletini düzenlerlerdi yeniden; satın alınan bakanlar, bakanlıklar, satın alınan vekiller ve bozuk para gibi harcanan toplumsal yaşam, o aynı örtülen perdelerin ardında kalırdı; karanlıkla birlikte sığınırlardı geceye.

Bizlerse, aynı gecenin koynunda, başkalarının bilmek istemediği bir yaşamı kucaklardık farkında olmadan. Açlığı, dostluğu, yoksulluğu, mutsuzluğu lokma lokma bölerek, kimselere duyurmadan, paylaşır, sindirmeye çalışırdık içimize; odalar ve perdeler gizlerdi varlığımızı; karanlık suskunluğumuzdu, ışıksa tükenmeyen umudumuz; saksılarda büyüttüğümüz sardunyalar olurdu.

Yolcularını getiren günün son treni de, gürültüyle durdu istasyonda. Valizler, tekerlekli çantalar, kucaklaşmalar, gizli gözyaşları ve öpüşmeler; boşalan kompartımanlarıyla geride kalan ıssız vagonlar. Son yolcularını alıp götüren taksiler, hareket halindeydi. Sokaklardaki sesler de kesildi işte. Herkes evlerine varmış olmalıydı.
Ne ki, hava önceki ağırlığını koruyordu hala. Koyu gri bir gökyüzü vardı.  Bu gidişle akşama kar yağabilir, kent, beyaz tül gelinliğini giyebilirdi kimselere görünmeden. Balkonun karşısındaki yeşillikten havalanan bir martı, karanlığı yararak Ren nehrine doğru uçtu; gagasında içli bir türkünün sözcükleri vardı…

 
  Ali Özenç Çağlar