Bomba.JPG

 

 

Dün akşam eve geldiğimde yağmur yeni başlamıştı. Hemen balkona koşup sabah astığım çamaşırları topladım. Gömleklerin alt kısımları ile pantolonların paçaları henüz tam olarak kurumamıştı. Biraz daha kurusunlar diye evin içinde elbiseleri asacak yer aradım. Çok geçmeden de buldum! Elbise askılıklarının çengellerini asma katın demirlerine geçirdim. Böylece asma kattan aşağıya sarkan elbiseler açık olan fırıldağında yardımıyla kısa sürede kuruyacaklar, yarın sabahki ütü merasimine hazır olacaklardı. Bir süre odanın ortasında dikilip elbiseleri izledim.  Giriş kapısının ve mutfağın ışıkları açık olduğu için havada asılı “pi bop”* gibi duran gömleklerin ve pantolonun gölgesi bir hayalet gibi perdenin üzerine düşüyordu. Fırıldağın oluşturduğu rüzgar ile dans eder gibi hareket eden elbiseler evin içerisinde gölgelerin hakimiyetini haykırıyorlardı. Gölgelerin varlığından korktuğumdan mı yoksa iki de bir hareket edip dikkatimi dağıtmalarından çekinmemden mi bilmiyorum, onlardan kurtulmak için çareyi evdeki tüm ışıkları kapatıp, sadece bilgisayarın tepesindeki çalışma lambasını açmakta buldum. Bu şekilde odada var olan tek gölge benimkisi oluyordu. O da tamamıyla benim kontrolümdeydi. 

Bilgisayarı açtım. Birkaç gün önce Ankara’da patlayan bomba üzerine adamakıllı bir haber, suya sabuna dokunan yorumlar okumak istiyordum. Hemen tüm gazetelerde katilin güvenlik kamerasına yansıyan son resmi vardı. Resmi daha önce de görmüştüm ama nedense nispeten karanlık denilecek odada, belki de yalnızlıktan dolayı, o gencin kameraya son bakışında bir hüzün, tuhaf bir melankoli hissettim. Bir boşluğa bakar gibi bakmıştı kameraya! Bir boşluğa, belki birkaç dakika sonra yuvarlanacağı sonsuz derinlikteki lanetli kuyuya bakıyordu. Umut yoktu gözlerinde! Sanki anlamamıştı sorulan soruyu da “tekrar eder misiniz?” diyordu. “Bu hayata bir daha gelirsem” diye başlayan cümlelerle ilgilenmediği açıktı. Öyle boş fantezilerle ilgilenmeyecek kadar gerçekçi ve doluydu. Aramıyordu! Aramaktan bıkmıştı! Bulmak istemiyordu! Belki de bulduğuna inanmıştı. Hiçkimse olmamaktan korktuğu için bir katil olmayı yeğlemişti. Dava ne olursa olsun öldürülen masumlar olduğu sürece yapılan her eylemin katliam olarak sayılacağına inanmıyordu. İnandığı, inandırıldığı başka bir şeyler vardı: Ancak kanın bıraktığı iz ses getirebilirdi. Sonun geldiğini kabul etmişti. Kendisiyle birlikte altı masumun kanına girecek, ses getirecek, devrim şehidi olacak, kendisini oraya gönderen, bedenine bombaları bağlayan takım arkadaşları tarafından kahraman ilan edilecekti. Oysa bütün bir millet, kendi ailesi de dahil olmak üzere, lanet edecekti onun yaptıklarına. Birkaç dakika sonra öldüreceği, yaralayacağı insanlar pekâlâ arkadaşları olabilirlerdi, sevdiği kız olabilirdi, annesi ya da babası olabilirdi. Böyle bir durumda da çekermiydi bombanın pimini! Acaba sevmiş miydi bir kızı? Özlemiş miydi bir kızın sıcak ve yumuşak bedenini? Yoksa inandığı dava yasaklamış mıydı bir kızın bedenini arzulamayı! Öyle ya! İnsan iradeli olmalı, arzularına yenilmemeliydi. Kanın getireceği adalete inanmak akıllılık oluyordu da aşka inanmak iradesizlik... 

Filistin’de ya da Irak’da işgalcilere karşı direnen canlı bombaların cennet vaadiyle gaza getirildiklerini, Kur’an’ın o akıllara durgunluk veren şiirsel musikisi eşliğinde kendilerini ölüme hazırladıklarını herkes biliyor. “Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz.” diyen Kur’an şehitleri peygamberlerle aynı seviyede anarak onları cennetin en güzel imkânları ile müjdelemiştir. Dinin gücünün bu genç teröristlerin zihninde ne derece yer ettiğini anlamak için haberleri izlemek yeter. Ya da bu konuda hazırlanmış bir sürü kitap, film, haber programı bulmak zor değildir. Bunlardan bir tanesi Hani Abus-Said’in yönettiği “Paradise Now”.  Cennet düşüncesi ile gaza getirilen bu insanların yaptıklarını tasvip etmesem de –Sonuçta ardında yatan neden ne olursa olsun öldürmek kötüdür. Öldğrmek için bir davayı bahane olarak göstermek daha da kötüdür ve davanın adını kirlettiği gibi haklılığını da ortadan kaldırır.- eylemlerini anlamakta zorluk çekmiyorum. Çünkü onlar sona hazırlamıyorlar kendilerini, tam tersine yeni bir başlangıca, her şeyin daha güzel ve daha rahat olduğu yeni bir dünyaya gidecekler, orada kendilerine “Dünyada yemeyip sakındıklarınızı şimdi yeyin, için, afiyet olsun” diyen ilahi sese eşlik edecekler, ara sıra aşağıya, doğup büyüyüp, çocukken çelik çomak oynadıkları işgal edilmiş vatanlarına bakıp hüzünleceklerdi. Ama Ankara’da patlayan bombanın taşıyıcısının cennete inandığını düşünmek saflık olur. Bu durumda o son bakışın, bir boşluğa doğru olmasını yadırgamamak gerek. Öyle bir boşluk ki gerisi yok! Karanlık üzerine karanlık! Mutlak anlamda bir sessizlik, mutlak anlamda yokluk. Belki de katil cennete inanmasa bile cehenneme inanıyordu. Bu dünyanın cehennemin kendisi olduğuna inandığı için sonsuz boşluğu tercih etmişti. Belki de bilmiyordu cehennemi cehennem yapanların içindekiler olduğunu. Tıpkı kendi varlığının altı masumun hayatını bir hiç uğruna sonlandıracağını biliyor olmasının onu cehennemin varlığından sorumlu yapması gibi... 

Gazetelerde ölen altı kişinin resimleri ve kısa hayat hikayeleri de vardı. Birisi askerden yeni gelmiş, diğeri evlenmeye hazırlanıyormuş, bir genç kız ailesinin geçimini sağlıyormuş, orta yaşlı bir memur beynindeki tümörü yıllar önce yenmiş, bir diğeri “tam takır” bir delikanlıymış. Hepsi de her zamanki doğallıklarıyla o günkü işlerini yapıyorlardı. Oysa ülkenin bağrında büyüyen, bir türlü iyileşmeyen tümör bu orta yaşlı memuru da yanındaki beş diğer masumla birlikte avlayacaktı o akşam girdikleri pasajda. Katliamdan sonra her zamanki gibi devlet büyükleri birlik ve beraberlikten bahsedecek, vatandaşlar yollarda yürüyecek, birkaç kişi hükümeti istifaya çağıracak, güneş gözlükleriyle halka yukardan bakan ve her şeyi olduğundan farklı görmeyi seven devlet erkanı tüm bu eleştirileri kulak ardı edecek, terörü bir daha lanetleyecek ve bir sonraki hain saldırıya kadar bizleri bu olayı unutmaya davet edeceklerdi. Bunlar hep bildiğimiz, gördüğümüz şeyler olduğu için şaşırmıyoruz artık. Bataklığı kurutmak yerine her fırsatta sivrisinek avına çıkan, genç ve deneyimsiz askerleri dağlarda şehit veren, otuz yıldır durmak bilmeyen bir salgın hastalık gibi ülkenin her yerine yayılan bu beladan kurtulmak için yöntemli çalışmayan yetkililerim hiç mi suçu yoktu bu altı masumun katliamında? Yoksa biz yine görünmeyen dış güçleri lanetleyip, Amerikanın uşaklarını yerden yere vurup, birlik ve beraberlik yeminleri edip yola devam mı edeceğiz? 

Yine gazetelerde katilin geçmişi ve ailesi hakkında pek çok bilgi vardı. Daha önce farklı tarihlerde yasadışı gösterilerde bulunmuş, bir süre hapis yatmış, polisle çatışmaya girmiş. Ailesinden de dört kişinin intihar ettiğini yazıyordu bir başka haberde. Bu durum bana 15 Kasım 1959’da Kansas’da Clutter ailesinin dört üyesini canice öldüren Perry Smith ve Dick Hickock’un öyküsünü hatırlattı. Truman Capote’nin “In Cold Blood” romanıyla ölümsüzleştirdiği bu katillerden Perry Smith’in de ailesinden iki kişi intihar etmişti. Smith idam edilmek için darağacına çıkarıldığında son sözleri “Burada ailemden kimse var mı?” olmuştu. Yoktu! Kızkardeşi gelmemişti idamı izlemeye. Çünkü korktuğu şey kardeşinin ölümü değil, kardeşinin kendisiydi. Ondan nefret ediyordu! Smith de bir bakıma kızkardeşinden nefret ediyordu. Bunu sorgulama sırasında, Clutter’ların evine girdiklerinde kendi kızkardeşinin de orada olmasını ne kadar arzu ettiğini söylediğinde anlıyoruz. Yani kızkardeşi orada olsaydı onu da öldürecekti. Peki Ankara’yı kana bulayan bu katil de nefret ediyor muydu ailesinden ve herkesten? İnsan ya sevdiği için öldürür ya da nefret ettiği için. Gerçekten de inanmış mıydı pimini çektiği bombanın davasına hizmet edeceğine? 

Bir süre daha haberler arasında gezinip, tekrar o siyah-beyaz resme takıldım. Nedenini bilmesem de umarsız bir çözüme ulaşmış gibi kameraya bakan o gözlüklü yüzü bilgisayara kaydetmek istedim. Resmi bilgisayara kaydetmek için, resmin üzerine fare ile yaklaştım, sağ tuşa tıkladım. Resmi nereye kaydetmek istediğimi soran pencere açılınca, gazetenin ya da resmi yayınlayan ajansın resim dosyasına verdiği ad ile karşılaştım. Resim dosyasının kayıtlı adı bomba.jpg idi. Belki de katile verilen son addı bu. Acaba hiç düşünmüş müydü adının bomba olarak sağa sola kaydedileceğini? Genç bir insan akilli.jpg ya da yakisikli.jpg ya da basarili.jpg olmak istemez miydi? Hadi bunlar idealist insanların basit gördüğü sıfatlar diyelim. Peki ya, mucit.jpg, sevgili.jpg, mezun.jpg, yazar.jpg, sair.jpg... Olamaz mıydı? Bal gibi de olurdu! Ama o bomba.jpg olmayı tercih etmişti... Ya da başkaları onun yerine kendisine bu adı uygun görmüştü. Kan ile barışın geleceğine inandırılmış, masumların canlarıyla kendi davasının bayrağını sancağa çekebileceğine ikna edilmişti. Açılan pencerenin ardından resme bir daha baktım ve “iptal” tuşuna basıp resmi kaydetmekten vazgeçtim. 

Bilgisayarı kapatıp ışıkları tekrar açtım. Hayaletler ışıkları açar açmaz tekrar belirdiler perdenin üzerinde. Toplam altı gömlek ve bir de pantolon vardı havada sallanan. Tıpkı altı masum ve bir katil gibi bakıyorlardı birbirlerine. Gömlekler canlanmak istercesine dans ediyorlar, çırpınır gibi oldukları yerde kıprışıyorlardı. Geri gelmek istedikleri, kaldıkları yerden alışverişlerine devam etmek istedikleri açıktı. Geride kalan, ışıktan ve rüzgardan en az nasibini alan siyah pantolonun umurunda değildi gömleklerin çabası. Orada, her şeyin ve herkesin gerisinde, yapmış olduğu işin kirli gururuyla kendinden geçmiş, gözlüklerin arkasında gizlediği yaşama arzusunu kendi elleriyle öldürmüş, sonsuza kadar adıyla birlikte anılacak “bomba” kelimesini hak etmiş olmanın verdiği kin dolu bir yüzle bakıyordu etrafa. Pişman değildi çünkü pişman olmak zayıflığın göstergesiydi. O anda ben, gömleklerin bu çılgınca danslarını izlerken, neden bazen altı artı birin yedi etmeyeceğini anladım. Yapıldıkları malzemeler aynı olsa bile, iplikleri ve düğmeleri birbirlerine çok benzeseler bile, aynı makinede yıkanıp, aynı demirlerde kurumaları için asılsalar bile toplayınca altı artı bir yedi etmiyordu bazen. Manzarayı ve anımsattıklarını daha fazla devam ettirmemek için çamaşırları toplayıp, ütü masasının üzerine koymaya karar verdim. Gömlekler kurumuştu ama gerideki pantolonun paçaları halen ıslaktı. Belki de hiç kurumayacaktı. Gömlekleri topladım, ters çevirdim, ütüye hazır hale getirdim. Pantolon ise orada asılı kaldı. Sabaha kadar, açık kalan mutfak ışığının perdede meydana getirdiği kendi gölgesine mağrurca bakarak ait olduğu yerde sallanmaya devam etti...

 

*Pi bop: Tayland’da, inanların çoğunluğunun var olduğuna inandığı, sadece gövdesi ve başı olan, savunmasız insanların iç organlarını yiyerek beslenen bir hayalet.

 

  Ali Rıza Arıcan/ 27. 05. 2007/ Vietnam