Demokrasi
Oyununda "Seçenler ve Seçilenler"
Türkiye bir defa daha genel seçimlere hazırlanıyor.
Gazetelerin ve televizyonların, tuhaf ama nerdeyse herkesin ilgilendiği yegane
şey: hangi parti kaç milletvekili çıkaracak, kim kiminle “ittifak” yapacak,
hangileri baraja takılacak, hangi ‘ünlüler’ hangi partiden aday... Öbek öbek
‘uzmanlar’, ‘yorumcular’, “siyaset bilimciler”, siyasetin ‘duayenleri’
denilenler televizyonlarda
toplama-çıkarma yapmakla meşgul. Hiç
kimse partilerin hangi programla ve ne tür iddialarla seçimlere katıldığından,
hangi temel sorunlara ne tür çözümler önerdiklerinden, vb. söz etmiyor. Neden?
Siyasi partilerin öyle sorunlarla ilgileri yok da ondan... Öyleyse bu siyasi
partiler, seçimler neye yarıyor? Besbelli ki, katılım yanılsaması yaratarak
seyirciyi oyalamaya yarıyor... Elbette bal tutanın parmağını yalaması da işin
doğası gereğidir. Türkiye’de tam 62 yıldır bir demokrasi oyunu oynanıyor.
Siyasi partiler ve seçimler ‘demokrasinin vazgeçilmezleri’ olarak sunuluyor. Bu
kısa yazıda şu sefil demokrasi oyunu ve oyunun figüranları siyasi partiler,
seçimler ve seçimler sonucu kurulan hükümetlere dair bazı tespitler yapacağım
ama önce temsilî demokrasiyle igili kısa bir hatırlatma yapmak gerekiyor. Zira
şu yere göge sığdırılmayan ‘demokrasi’ konusunda kafalar karışık ve bu kafa
karışıklığı birilerinin işine yarıyor...
1. Temsilî demokrasi gerçek demokrasinin önünü
kesmek üzere peydahlandı
Halkın kendi kendini yönetmesi anlamındaki demokrasi
kavramı ilk defa antik Yunan site devletlerinde ortaya çıktı ve Yunan site
devletlerindeki rejimi tanımlamak için kullanıldı. ‘Atina demokrasisi’ olarak
da bilinen bu yönetim tarzında yurttaşlar Agora
denilen kentin en büyük meydanında toplanırlar, kamusal sorunları
tartışırlar, yasa teklifleri yaparlar ve kabul ederlerdi. Uzmanlık isteyen
işler için seçim yaparlar, herşeyi tam bir açıklıkla tartışırlar velhasıl
demokratik olarak aldıkları kararlarla ülkeyi yönetirlerdi. Orada geçerli
anlayışa göre her yurttaş yönetme ve yönetilme hakkına sahipti. Her yurttaş
rotasyon esasına göre ve kura ile kamusal sorumluluklara getirilirdi. Velhasıl
siyaset bir uzmanlık alanı ve bilim
konusu olmaktan çıkarılmıştı. Bu amaçla da yöneten/yönetilen ayrımı ortadan
kaldırılmıştı. Bir oligarşi yaratacağı
kaygısıyla seçimlere itibar edilmiyordu. Fakat bir doğrudan demokrasi pratiği
olan Atina demokrasisi dışlayıcılık gibi önemli bir zaafla malûldü. Zira Agora’dakiler sadece yurttaşlardı.
Kadınlar, köleler ve yabancılar demokratik yönetim sürecinin dışına atılmıştı,
dolayısıyla gerçekte söz konusu olan dar bir elit demokrasisiydi...
Demokrasi kavramı kapitalizmin bir üretim tarzı olarak
sahneye çıkıp kendini dayattığı dönemde yeniden gündeme geldi. Bir gerçekliğe
tekâbül etmekten çok ideolojik bir manipülasyon aracıydı. İki aşamada Eski Rejim tasfiye edildi. Birinci
aşamada burjuvazi soylular sınıfına [toprak aristokrasisi] ve Kilise
hiyerarşisine karşı prensle ittifak yaparak söz konusu iki iktidar odağının
etkinliğini kırdı. İkinci aşamada da köylülerin ve işçilerin desteğiyle prensin [hükümdar] yetkilerini sınırladı
veya bütünüyle tasfiye etti. Eski yönetim
tasfiye edilmişti ama yeni yönetici sınıf olmaya aday burjuvazinin iktidarı
henüz sağlam temellere oturmuş değildi. Soylular sınıfının ve Kilise’nin
yönetemeyeceği kesin olmakla birlikte, henüz kimin yöneteceği o kadar kesin
değildi. Zira devrimler sürecinde eşitlik, özgürlük, insan hakları, demokrasi
gibi kavramlar çok kullanılmıştı ve bu kavramların içini doldurmak isteyen bir
sınıf [işçi sınıfı ve yandaşları] vardı. Burjuvazinin tek yanlı çıkarını ve
egemenliğini dayatmanın yolu, ezilen-sömürülen sınıfları denklemin dışına
atmaktan, bu amaçla da söz konusu sınıfları tehlikeli
sınıf olmaktan çıkarmaktan gerekiyordu. İşte temsilî demokrasinin varlık nedeni
budur. Amaç yeni rejimi ezilen sömürülen tehlikeli
sınıflardan korumak, kapitalist sınıfın, daha geniş anlamda burjuva
sınıfının egemenliğini sağlam temellere oturtmaktı. ‘Halk egemenliği’ nasıl
işleyecek sorusu gündeme geldiğinde, doğrudan demokrasi reddedildi. Zira Atina
türü demokrasinin çok nüfuslu büyük ülkeler için uygun olmadığı söylendi. Halk
egemenliği söz konusu olmalıydı ama halk bu iş için ehil değildi... “Cahil, kaba
halk sürüsü” toplum için iyi olanı ayırt etme, genel toplum yararını gerçekleştirme
yeteneğinden yoksundu. Üstelik demogoglar tarafından kolayca
kandırılabilirdi... Öyleyse halk toplum yararını bilen temsilciler tarafından
yönetilmeliydi... Başta işçiler olmak üzere, halk sınıfları cahil, kadınlar
da duygusal, dolayısıyla mâkûl hareket etme yeteneğinden yoksunsa, ülke
yönetiminden bu ikisinin dışlanması gerekiyordu. Geriye hem akla hem de servete
[paraya] sahip, eğitimli kesim kalıyordu ki, onlar yönetmeliydi. Sadece
seçilmek için değil seçmek için de başlarda belirli bir statüye sahip olma
koşulu dayatılmıştı. Herkese seçme ve seçilme hakkının tanınması için iki şey
gerekmişti: 1. Emekçi sınıfların dayatması; 2. Egemen sınıfların emekçi
sınıfların [ayak takımının] tehlikeli
sınıf olmaktan çıktığına ikna olması... Bu yüzden emekçi toplum sınıflarına
ve kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması çok daha sonra mümkün oldu.
Velhasıl temsilî demokrasi kitleleri aldatmanın ve oyalamanın, egemenliği ve
sömürüyü meşrulaştırmanın bir yönetim ve egemenlik aracı olarak var oldu. Burjuva
devrimleri yönetenleri değiştirdi ama
yönetimleri ve yöneten/yönetilen ilişkisini değiştirmedi... Politika alanıyla ekonomik alanın
birbirinden ayrıldığı, ekonomik alanın kapitalist sınıfın tekeline bırakıldığı
koşullarda siyasi pertiler, seçimler ve seçimler sonucu kurulan hükümetler bir
temsil yanılsaması yaratarak, kitleleri oyalamaya yarıyor. Söz konusu olanın
demokrasiyle bir ilgisi olmadığı gibi, temsil de bir oyundan ibaret. Zira
seçilen kendini seçeni değil, başka şeyleri temsil ediyor. İnsanların kaderi de
asla parlamentolarda belirlenmiyor... Nerelerde belirlendiği de biliniyor... Bu
yüzden, ‘Batı demokrasisi’ denilen şu temsilî demokrasinin tartışılıp ipliğinin
pazara çıkarılmasında sayısız faydalar var... Zira, ancak o zaman gerçekten
nasıl bir toplum düzeni tartışmasının bir anlamı, demokrasinin bir içeriği
olabilir...
2. "Egemenlik milletindir" safsatası
Türkiye’de 1921’den bu yana yapılan tüm anayasalarda
hakimiyetin [egemenliğin] millete ait olduğu yazılıdır. 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun birinci
maddesi şöyleydi: “Hâkimiyet bilâ kaydü
şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare
etmesine müstenittir” İzleyen 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında da
“egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” deniyor. Anayasalarda öyle yazılsa da
anayasalar hiçbir zaman egemenliğin
sahibi olduğu söylenen millet tarafından
yapılmadı. Ya da milletten ne
anlaşılması gerektiği konusunda bir ‘açıklık’ yoktu... Anayasaların ortak
özelliği, halk iradesine karşı olan, halk iradesini sınırlama amacı taşıyan
askeri cuntalar tarafından yapılmasıdır... Dolayısıyla, daha baştan kavramsal
bir çelişki [contradiction dans le terme]
söz konusudur. Zira, önemli olan bir yasanın veya anayasanın ne tür hükümleri
içerdiğinden çok, kimler tarafından nasıl yapıldığı veya arkasında hangi gücün
veya güçlerin bulunduğudur... Bir durumu veya hakkı tanımlamakla iş bitmiyor.
Burjuva hukuk ve siyaset geleneğinde, önce bir durumu tanımlamak veya hakkı
tanımak, hemen arkasından da geri almak, değilse içini boşaltmak yaygın bir
durumdur. Bu yüzden bir rejimin niteliğini anlama amacı ve kaygısı taşıyanların
söyleme değil, gerçek yaşamdaki duruma bakmaları gerekir. Aslında aradan geçen
86 yılda egemenlik hiçbir zaman halka ait olmadı. Halk egemenliğin yakınına
bile uğramadı, uğratılmadı. Halk egemenliğine sadece üç yerde rastlanabilir:
kitap raflarındaki anayasa metinlerinde, Meclis genel kurul salonu kürsüsünün
arkasındaki duvarda ve misyonları halkı aldatmak olan siyasetçilerin ve yüksek
devlet erkânının ağzında... Bunun dışında egemenlik milletindir söylemi tam bir
safsatadan ibarettir ve yağma düzenini meşrulaştırmak içindir... Bizde ekseri
gözden kaçan önemli bir şey daha var: demokrasinin araçları ve mekanizmaları
olması gereken kurumsal yapılar ve işleyiş, demokrasinin değil, demokrasiyi
engellemenin, halk iradesinin tecillisinin değil onun önünü kesmenin araçları
ve makanizmalarıdır. Bu çelişik durum anlaşılmadan yapılan ve yapılacak
tartışmaların bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. Mesela parlamentonun
halk iradesinin tecelli ettiği bir kurum olduğuna dair yaygın bir kabul ve
anlayış geçerlidir. Oysa Türkiye’de
parlamento halkın [ezilen ve sömürülen sınıfların] dayatması sonucu
kazanılmış bir mevzi, dolayısıyla halkın temsil edildiği bir kurum değil,
egemen sınıfların bir yönetim aracı olarak gündeme gelmiştir. Netice itibariyle
ikiyüzlülüğü sevmeyen biri, anayasalarda yazılanı şöyle okumayı yeğleyecektir: Egemenlik sayısız kayıt ve şarta tabi olarak
egemenlere aittir... Öyleyse siyasi partiler, genel seçimler, seçimle
oluşan hükümetler ne için? Besbelli ki, balkondaki seyirciyi oyalamak için...
Böylesi koşullarda ‘siyaset bilimi’
denilip yere göğe sığdırılmayan kendinden menkul disiplinin misyonu ve işlevi
de kafaları bulandırıp gerçek durumun anlaşılmasını ve aşılmasını
geciktirmektir... Aksi halde siyaset bilimi diye bir şey olabilir mi?
3. Muvazaa partileriyle oynanan "demokrasi
oyunu..."
İkinci emperyalistler arası savaşın sonuna kadar
Türkiye’de devlet partisi [CHP] dışında siyasi parti kurulmasına izin
verilmedi. 1923-1945 aralığında hakimiyet
kayıtsız şartsız dikta rejiminindi. Gerekçe de mâlum: Halk henüz siyasi
sürece dahil edilecek kadar ‘olgun’ değil, eğitilmesi gerekiyor... Bu arada
raftaki anayasada durum farklıydı, orada egemenlik
kayıtsız şartsız milletin olmaya devam etti... Eğer söylendiği gibi bu
gerekçenin bir değeri olsaydı, 1945 de çok partili sisteme geçmek diye birşey
söz konusu olmazdı. Zira, halkın manzarasında yoksuluğun ve sefaletin daha da
derinleşmesi dışında kayda değer bir değişiklik olmamıştı. Eğer sorun cehaletle
ilgili idiyse, halkın ezici çoğunluğu okuma yazma dahi bilmiyordu. O tarihten
sonra “demokrasi” ona asıl ihtiyacı olan halktan çok, yönetici sınıf için
gerekliydi. Yeni aldatma, oyalama ve meşrulaştırma araçlarına ve
mekanizmalarına ihtiyaç vardı. Aksi halde egemenlerin egemenliği tehlikeye
girebilirdi... Ve çok partili sisteme, ya da yaygın tabirle ‘demokasiye’
geçildi... İyi de söz konusu olan nasıl bir ‘çok partili sistemdi’, demokrasi
denilen ne menem bir şeydi? Asıl sorun bununla ilgili olsa da, resmi ideoloji
olup-bitenlerin tartışılmasını, bilince çıkarılmasını ve anlaşılmasını
engelledi... Aslında söz konusu olan bilinen anlamda çok partili sistem
[çoğulculuk] değildi. Bir kere ifade özgürlüğü güvence altına alınmamıştı,
Faşist İtalya’dan alınan ceza kununu yerli yerinde duruyordu... Çok partili
sisteme çok partili sistem için gerekli koşullar ve geri plân yokluğunda
geçilmişti. Sınıf esasına göre parti kurmak yasaktı. Zaten çok parti denilen de
birden çok devlet partisine izin verilmesinden başka bir şey değildi. Söz
konusu olan devlet partisi sayısının artmasından ibaretti. Kurulan yeni
partiler muvazaa [danışıklı döğüş] partileri olarak kuruldu/kurduruldu.
Fakat muvazaa
partileri de olsalar, devlet tarafından da kurulsalar/kurdurulsalar, neyi yapıp
yapamayacakları önceden belirlenmiş de olsa, halktan oy isteme zorunluysa,
muvazaa partilerinin halkın taleplerini bütünüyle dışlaması mümkü değildir.
İşte 1945’den bu güne yaşanan sıkıntıların, askeri darbelerin, halen
yaşadıklarımızın ve gerisinde yatan gerilimin
nedeni budur... Muvazaa partileri halkın taleplerini dikkate almakla,
kendilerine tanınan sınır arasındaki dengeyi korumakta zorlandıklarında ‘kriz
çıkıyor’ ve bir darbeyle hizaya getiriliyorlar, tabir caizse
‘uysallaştırılıyorlar’... Ve her darbeden sonra kendilerini devletin uslubuna
daha uyumlu hale getirmek zorunda hissediyorlar. Bu oyunu iyi
oynayamadıklarında bir darbeyle uzaklaştırılıyorlar. Bu yüzden bizde darbecilik
sistemin yapısal bir unsurudur. Bir
muvazaa partisi benim asıl devlet partisi dediğim gerçek
iktidar odağına uyum sağladığında taşeron işlevini sürdürebilir... Dolayısıyla
daha önce defaaten yazdığım gibi, siyasi partilerle asıl devlet partisi arasındaki ilişki, bir tür müteahhit/taşeron
ilişkisidir. Bizdeki devlet bürokrasisi bilinen anlamda bürokrasinden öte
birşeydir. Siyaset, devlet [bürokrasi] tarafından yasaklanmış durumdadır.
Dolayısıyla seçimle gelmiş hükümetler sisteme bir yama gibidir. Katılım ve
temsil yanılsaması yaratmak gibi bir işleve koşulmuşlardır. Gerçek anlamda
‘sivil toplumun’ politik sürece dahli son derece sınırlanmış durumdadır...
Resmi bayramlardaki geçit törenlerinde
üstü açık bir otomobilde halkı selamlayanlardan seçilmiş belediye başkanının yanında
asıl devlet partisinin iki temsilcisi [garnizon komutanı ve vali] bulunur.
Belediye başkanı şeklen üçte bir temsile sahipmiş gibi görünse de asıl
belirleyici olan devlet erkânı, dolayısıyla üniformalı ve üniformasız
bürokrasidir... Bürokrasi 2 : seçilmiş 1 ilişkisine bakarak da rejimin niteliği
ve oynanan demokrasi oyunu hakkında fikir edinmek mümkündür... Siyasi
partilerin asıl devlet partisinin
uzantısı taşeronlar statüsüne
indirgendiği koşullarda, birer kamu hizmeti aracı ve odağı olmak yerine, artık
bir tür şirkete dönüşüyorlar... Siyasete dahil olmak, kamu hizmeti yapmak için
değil bütçe ve hazinenin yağmalanmasından pay almak, kendini ve çevresini
zenginleştirmek içindir. Taşlar yerli yerine oturmadığı, devlet kutsal devlet
olarak yerinde durduğu sürece, bu durumun aşılması mümkün değildir. Dolayısıyla
siyasetle devlet [bürokrasi] arasındaki ilişki tersliğinin ortadan
kaldırılması, siyasete gerçek içeriğinin kazandırılması durumunda seçimlerin,
siyasi partilerin, parlamentonun ve hükümetlerin bir kıymet-i harbiyesi
olabilir...
4. Müflis siyasi partiler...
1980 sonrasında rejim bütünüyle yeniden kompradorlaştı ama
kimse şeyleri adıyla çağırmaya yanaşmıyor. Bir rejimin kompradorlaşması demek,
rejimin o ülkede yaşayan insanların sorunlarına yabancılaşması demektir.
Kompradorlaşmış rejimlerde ekonomik ve sosyal politikalar içerinin değil, dışarının
ihtiyaçlarını gözetir. Küreselleşme çağındaki yeniden kompradorlaşmayla karar
vericiler artık dışarda bulunuyor. Doğrultuyu belirleyen küresel plütokrasinin
araçları olan kurumlardır. Yerli uzantıları sadece ayak işlerine koşulmuş
durumdadır. Bunun anlamı, siyasetin içinin külliyen boşalmasıdır. Zira siyaset,
alternatiflerin varolduğu anlamındadır. Ekonomik politikalar denilen de son
tahlilde uyumdam ibarettir. Başka türlü ifade etmek istersek, siyasetin
işlevi dışarının dayatmalarına uyum sağlamakla sınırlı. Böylesi bir ortamda bir
siyasi partinin çıkıp ben daha iyiyim
demesi artık mümkün değil, zira aralarında hiçbir fark olmadığının
farkındadır... O zaman ancak ben daha az
kötüyüm diyebilir. Aslında ortalıkta çok parti var ama işin aslı bunun bir
yanılsama oluşuyla ilgili... Mevcut durum parçalanmış
tek parti durumudur. Aslında bir partinin kapısına başkasının adı ve
amblemini yapıştırılsa değişen birşey olmazdı. Son haftalardaki ‘siyasetçi
trafiği’ ibret verici ve utandırıcı ama sonuçta söylediğimizi doğrular
nitelikte, zira artık kimin hangi partiden aday olacağı belli değil. Böyle
parti, böyle siyasetçi olur mu? Şimdilik burada oluyor... Partiler şirkete
benziyorsa, asıl amaç da bireysel zenginleşmeyse, başka türlü olabilir mi ?
Fakat çelişik bir durumun ortaya çıkması da kaçınılmaz. Rejim
kompradorlaştıkça, siyasetin içi daha da boşaldıkça, siyasi partilerin
kitleleri aldatma yetenekleri de aşınıyor. Bu yüzden medyatik unsurları
transfer yarışına girmeleri, tam bir şirket gibi reklam kampanyalarına yönelip
devasa paralar harcamaları başka nasıl açıklanabilir? Milyonlarca insan
açlıkla, yoksullukla cebelleşirken, çevre tahribatı derinleşip bir yıkım halini
alırken, bunca reklam harcaması rahatsız edici değil mi? Bu koşullarda
siyasetin hâlâ gerçek anlamdaki siyaset kavramıyla bir ilgisi kalıyor mu?
İlkesizlik ve etik kaygılara yabancılaşma artık istisna değil kural... Partiler
şirkete benzediği için parti içi demokrasi de şirketlerdekinden daha fazla
değil. Kendileri demokrasi kırıntısından nasibini almamış örgütlerin bir de
‘demokrasinin vazgeçilmezleri’ sayılması abestir. Son tahlilde sorun kavramlar
ve onlara yüklenen anlamlarla ilgili. Mesela CHP’nin sol bir parti olduğuna
inanılıyor ve insanlar ona sol parti diye oy veriyor. Oysa CHP sol parti olmak
şurda dursun, bilinen anlamda bir burjuva partisi bile değildir, devletin bir
unsurudur... CHP solun önünü kesmek için ‘ortanın solu’ söylemini kullandı ve
başarılı da oldu. Misyonu solun ve demokratikleşmenin önünü kesmek olan bir
parti ‘solda’ sayılıyor... İnsanların
hangi partiye oy verirlerse versinler, sonuçta aynı partiye oy verdiklerini
anlamaları için bakalım daha ne kadar zaman geçecek? Kompradorlaşmanın
hizmetindeki bürokrasi uyuma memur
edilmişken, siyasi partiler daha da işlevsizleşip, silikleşiyor ve gereksiz
hale geliyorlar, velhasıl varlık nedenleri ortadan kalkıyor. Bu durumu gözden
kaçırıp yanılsama yaratmak için de ‘merkez partileri’ kavramı ortaya
atılıyor... Eğer hepsi merkezdeyse devlet bürokrasisinin dışında bir de parti bürokrasilerine ne gerek var?
5. "Anlamak aşmaktır"
Türkiye
1980’den beri cunta kurumlarıyla yönetiliyor. Siyasi Partiler mevcut yapıyı
hiçbir zaman sorun etmediler. Gerçek anlamda siyasi parti olsaydılar bu
kepazeliğe razı olmaları mümkün olmazdı. Aslında kendileri de bir bakıma
cuntanın eseridirler ve işlevleri taşeronluktan
ibarettir. İnsanların kaderi TBMM’de değil, küresel plütokrasinin karar
merkezlerinde, çokuluslu dev şirketlerin yönetim bürolarında, İMF’de, Dünya
Bankası’nda, Dünya Ticaret Örgütü’nde, Washington’da, Brükselde, DAVOS’ta, vb.
belirleniyor... Bu süreçte yerli unsurlar da uyum işine koşulmuş durumdadırlar... İnsanlar oy veriyor ama oy
verdikleri kişiler onları temsil etmiyor. Söz konusu olan tam bir ‘katılım’ ve ‘temsil’ yanılsaması, sefil bir
oyundan başka birşey değildir... Velhasıl seçenler seçmiyor ama seçiyormuş gibi
yapıyor, seçilenler de temsil etmiyor ama temsil ediyormuş gibi yapıyor...
Öyleyse iki şey: ya bu sefil oyuna dahil olup aldatılmaya, itilip-kakılmaya,
aşağılanmaya razı olunacak, ya da mevcut durumun radikal bir eleştirisi
yapılarak, gerçekten söz konusu olanın ne
olduğunun bilincine varılacak. Elbette ideolojik-entellektüel müdahale
araçlarınnın [akademi, Medya, estetik alan, vb.] hızla metalaşıp soysuzlaştığı
koşullarda, anlama eylemi daha da zorlaşıyor. Lâkin çürüme sonsuz ve sınırsız
değildir. Anlama eylemiyle değiştirme eylemi arasında da diyalektik bir
bütünlük ve tamamlayıcılık ilişkisi mevcuttur... İnsanların bu kapsamlı bir
saldırı karşısında tepkisiz kalması da mümkün değildir. Böylesi tarihsel
dönemler radikal eleştiriyi zorunlu hale getiriyor ve “radikal olmak demek
sorunları kökeninde ele almaktır” denmiştir. Unutmamak gerekir ki, politika
alternatiflerin her zaman mümkün olması demektir. O halde sorun politikanın
gereğini yapma iradesini ortaya koyup koyamamakla ilgilidir... Bunun için
politikayı kaşarlanmış profesyonel ‘siyaset erbabından’ kurtarıp asıl bulunması
gereken zemine çekmek gerekiyor...