Günümüz "siyasal atmosfer"inin, kültür sanat insanlarını da,
"harekete geçmeye", "aktif tutum almaya" ve benzeri
operasyonel pratiklere zorladığı savı doğruysa da, bu operasyonel tavır ve
tepkilerden öte, tartışmamız gereken daha zorunlu sorunlarımız olduğu kanısındayım.
Edebiyat/siyaset ilişkisini kabasından tartışmak gibi!.
Öncelikle, "edebiyatçıların kamusal olana müdahalesi"nden ne
anlıyoruz? Benim anladığım, edebiyatın "kendisi"nin bir müdahale
olduğudur; dolayısıyla, edebiyatçı da, olup biten her şeye müdahildir. Daha
kestirmesi, kamusal olana, siyasal olana, "nasıl müdahale etmeli?"
sorusu, edebiyatın kendi sorusu değildir, çünkü edebiyatın kendisi
"nasıl"a geçerli bir yanıttır. "Ne yapmalı?"yı, her
edebiyatçı, yazdığı zeminde kendince yanıtlar. Daha başka "nasıl"ın
yolu yöntemi, edebiyatın asli zemininin dışında bir arayışa tekabül eder.
Özeti, edebiyatçıların kamusal olana müdahalesi, edebiyatın kendi
"olanak"larıyla, dün de, bugün de gündemde olan, hiç eskimeyen bir
üretim düzeyidir; edebiyat, kendi mecrasında, kamusal olana, siyasal olana
müdahaleyi sürdürüyor. Her şiir, her öykü, her roman, doğrudan
bir müdahaledir, zaten.. Edebiyatın, tek müdahale biçimi vardır, o da dilidir.
Daha önce, defalarca yaptığım bir saptamayı yinelemekte sakınca görmüyorum:
Çoğu kez, edebiyatçının somut yaşantısıyla estetik yaşantısı birbirine
karıştırılıyor. Bu iki tür "yaşantı" arasındaki çelişkilere bir
açıklık getirilmek isteniyor. Edebiyatçı'dan, somut ve estetik yaşantısıyla bir
örnek olma zorundalığı bekleniyor. İlkin şu basit soruyu sormalıyız, kendimize:
Edebiyatçı, somut bir özne'dir, diyebilir miyiz? Edebiyatçı, bir memur, bir
işçi, bir öğretmen, bir mühendis, hatta bir parti başkanı olabilir! Böyle bir
öznenin edebiyatçı olarak faaliyeti soyut bir nitelik taşır; bu yüzden de edebiyatçı,
estetik üretimi nedeniyle soyutlanabilen "kategorik" bir özne'dir.
Edebiyatçı özne, "memur", "işçi", "öğretmen",
"mühendis", hatta "parti başkanı" kimliğiyle kamusal alanın
içindedir; "yazar" kimliğiyle de, kamusal alanın dışındadır.
Edebiyatçıyı, kendini bilerek dışlaştırdığı kamusal alana, üstelik gündelik
politika üretmek adına yeniden çağırmak, ne kertede doğrudur?
Yukarıda saydığım mesleki kimliklerimizle, kamusal olana müdahale etmekle
yükümlüyüz, birer yurttaş olarak!. Bu müdahaleyi, somut yaşantı alanımızda
yapamıyorsak, estetik yaşantı alanımızda nasıl yapacağız? Parti'lerde,
Sendika'larda, Oda'larda politika üretmiyorsak, her anlamda örgütten ve
örgütlenmeden kaçıyorsak, elbette bu bir eksikliktir ve bu eksikliği edebiyat
kapatamaz!
Edebiyatın, kamusal alanda "manevra kabiliyeti" olabilir mi? Lütfen,
iyi düşünelim.. Siyasal gündemin gerçek aktörlerince üretilen
"manevra" biçimlerine bir göz attığımızda, şunlar belirtilebilir:
Siyaseten "doğru"yu temsil ettiğini savlayan taraf, diğer tarafın
"yanlış"ı temsil ettiğini savlar. Bu yolla, "doğru"nun
"yanlış"la mücadelesi üzerine sayısız tez ve argüman çoğaltılabilir.
Edebiyatın
görevi, bu tez ve argümanlardan birine "taraf" olmak değildir.
Bizler, edebiyatın görevinin, insanımıza doğru veya yanlış olarak duyurulan
şeyleri sorgulamak olduğuna inanırız. Edebiyat yoluyla gerçeği aramak, ama bunu
yaparken, politik pratiğin tersine, gerçeği mutlak bir biçimde bulduğumuzu
hiçbir koşulda iddia etmemek.. Günümüzde, iki laf
arasında zikredilen edebi tavır ve duruş bu olmalıdır. Edebi dilimizle, hiçbir
hazır "yanıt"ın bulunmadığını, daha açığı, "yanıt"ların
"soru"lardan daha kolay bulunabileceğini, ama
"yanıt"ların "soru"lardan daha güvenilir ve emin
olmadıklarını söyleyebiliriz. Ve bunu, ancak bizler, edebiyatçılar, üstümüze
vazife görebiliriz!
Eğer politika, dünyaya ve hayata dair bir "yanıt"sa, edebiyat da bir
"soru"dur. Bizleri, edebiyat üretmeye sevk eden biricik güç, belki de
içten içe kuvvet, edebiyatın, herhangi bir "saf"ta yer almayı
olanaksız kılan benzersizliğidir. Daha yerinde bir ifadeyle, o benzersiz
dilidir.
Bütün dillerin hızla kirletildiği bir çağda, ancak edebiyatın diline
sığınabiliriz. Edebiyat, olup biten her şey hakkında, olabilecek her biçimde
söz alan tüm sesleri duyabileceğimiz tek "metin"dir.
Ülke sorunları üzerine tavır koyan çok sayıda siyasal örgüt, yapı ve kadro
buluyor; edebiyat, bu tür örgüt, yapı ve kadroların, doğrudan içinde
yaşadığımız dünyayı ve hayatı etkileyen eylemlerinin, dahası dillerinin
eleştirisiyle yükümlüdür. Edebiyat, her düzeyde
kullandığımız anonim dilin, adına edebiyat denilen bir "üst dil"le
eleştirisidir. Öncelikle, bu asgari müşterekte birleşmeye ne dersiniz?
Hal böyleyken, edebiyatçıdan, bildik anlamda siyasal değil, tam tersine,
bilinen anlamıyla siyasete müdahale edebilecek bir yaklaşım beklenmelidir. Ülke
sorunlarının ağırlığı ne düzeyde olursa olsun, "siyasal tavırlar öncelikle
yazar örgütleri bünyesinde mi alınmalı?"
gibi bir soruya hiç muhatap olmamayı tercih ederdim. Ancak, darda kalınarak
sorulan bir soru, tüm zamanları kapsayan bir yanıtı vermeyi zorunlu kılıyor,
kuşkusuz: Edebiyat, politika adına vesayet kullanamaz. Asla!
Eğer edebiyat, gündelik politikanın araç ve gereçleriyle, söz ve tavır
alacaksa, kendi kendini "tasfiye" ediyor demektir. Bu makus talihi mi
arzu ediyor ve bekliyoruz? Söylemek bile fazla, siyasal tavırlar, yazar
örgütleri bünyesinde alınamaz, çok çıplak bir gerekçeyle;
siyasal tavır alma biçimleri, edebiyatın doğasına ve karakterine aykırıdır!. Ek
olarak, ister sağ'da ister sol'da yer alsın, herhangi bir yazar örgütünün
"siyasal gündeme etkisi", kendisi siyaset üreterek değil, günübirlik
üretilen siyasetin eleştirisi üzerinden olabilir.
Özeti, edebiyatçının toplumsal dinamikler tarafından beklenen tavrı,
"düz" anlamda siyasal değil, "kendisi için" siyasal olan
edebi tavrıdır.
Edebiyatçılar Derneği olarak, bütün bu sorunlarımızı tartışabileceğimiz
"samimi" toplantılara hemen varız. Daha da fazlasına açığız! Ancak,
bu toplantıların, yukarda belirttiğim "özgül"
sorunları öteleyerek, dahası siyasal tavrı önceleyerek düzenlenmesinin bize
hiçbir çıkar sağlamayacağına inanıyorum. Tamam, "çeşitlenen siyasal
konumların detaylarını askıya alalım", "asgari müşterekleri öne
çıkaralım", "uygarca yan yana gelelim," kabul.. Ama,
edebiyatçıların kamusal olana müdahalesinin siyaseten yararlı biçimleri
üzerinden bir gündem oluşturulacaksa, böylesi toplantıların, çok kısa bir
zamanda, emek ve zaman kaybıyla sonuçlanacağını peşinen söyleyebilirim. Tek bir
nedenle; toplantı süreçlerinde, önünde
sonunda, siyasal tercihlerden vazgeçilmediği, tam tersine, bu tercihler giderek
baskın bir hal aldığı için.. Ayrıca, beklenilen geniş katılımların, sorunu daha
da çoğalttığı, "asgari müşterekler" de bile ayrışmaya neden olduğu
açık.. Kendi payıma, sayısız bağımsız
inisiyatif oluşturma, nihayetinde sonuçlandıramama deneyimi yaşadım. Böylesi
inisiyatiflerde, şapkadan kolayca tavşan çıkmayacağını bilenlerdenim. Sonuçta,
iyi niyetlerle kurulan bir inisiyatifin bileşenlerinin, salt dayatılan siyasal
tercihler nedeniyle, kalanlar
ve gidenler olarak bölündüğüne, gitgide küçüldüğüne tanık olduğumu
söyleyebilirim.
Ülkemizdeki siyasal partiler, aydın sanatçı kadroları bünyelerinde istihdam
etmek anlamında, neden yeterince güçlü değiller, hiç düşündünüz mü? Aydın
sanatçılardan, parti tüzük ve talimatları çerçevesinde üretilen politikaların
koşulsuz desteği istendiği için, olabilir mi? Benimki, yargı değil, yalnızca
bir soru.. Üstelik bu soruyu, vakti zamanında sol bir partinin milletvekilliği
adaylığını kabul etmiş bir meslektaşınız olarak soruyorum. Siyasal parti,
elbette ve hiç kuşkusuz politika üretir, dahası iktidarı hedefler; ancak,
üretilen ve hedeflenen politikanın tezahürleri, insani ve vicdani açılardan,
bizzat o partinin aydın sanatçısı tarafından "kıyasıya"
eleştirilmelidir. Değilse, partili aydın sanatçının, üretilen politik dili
edebi dile tercüme etmesiyle yetinilecektir. Ülkemizdeki sanat/ siyaset
ilişkisi, ne yazık ki bu sorunu göğüsleyemiyor.
Yukarıdaki paragrafı yazmamın bir nedeni de şu: İnisiyatif oluşturma
çabalarında, herhangi bir sol partili veya parti eğiliminde edebiyatçı
arkadaşımızla bir araya geliyoruz. Diyelim, Komünist partili, İşçi partili,
Emek partili edebiyatçı arkadaşımız, doğrudan parti
çalışmalarında, politik kimliğini yaşantılayacaktır, bu onun sorunudur, ancak
bağımsız inisiyatif içinde, partililik bağını unutacaktır. Değilse, inisiyatife
"taşınan" parti bağı, bütün
tartışmalarda söz ve tavır alacaktır. Üzülerek söylüyorum, henüz bu sorun da,
aklı selimle aşılamamıştır.
Hrant Dink'in öldürülmesinin ardından siyasal atmosferin hayli görünür bir
nitelik kazandığını, belirtiyorsunuz. Belki, nitelikten öte, boz bulanıklık söz
konusu.. Bütün değerlerimizin altüst olduğu bir dönemden geçiyoruz. Şiddet
olgusu günümüzde, tüm "sanal" imgeleriyle, bilgisayarlarımıza,
dolayısıyla odalarımıza kadar girdi. Şiddet'in, daha doğrusu kaba güç
kullanımının, eğlenceye ve tüketime dönüştüğü bir toplumda yaşıyoruz; şiddet,
sürekli bir anomi olarak üretiliyor. Popüler kültürde çok yaygın imgelere sahip
olan şiddet olgusu, her türlü yazılı/görsel metinde, birer eğlence ve tüketim
aracı olarak kullanılabiliyor. Bu yüzden şiddet artık başıboştur ve kurbanın,
belki bir sonraki kurbanın kim olacağının fazlaca bir önemi yoktur.
Şiddet olgusu, siyasal niyet doğrultusunda, "haklı" ve
"haksız" şiddet diye, ikiye de ayrılabiliyor. Tarihte örneği çoktur,
bu durumun...
Ülkemizin yakın tarihinden örnek vermek de mümkün.. Böyle bir durumda, kimin
kime şiddet uyguladığı temelinde, öldürme eylemi de olumlanabiliyor. Oysa,
dağda veya sokak ortasında cana kıymak arasında, hiçbir "fark"
bulunmuyor. Terör de suçtur, suikast de, yumurta atmak da!. Edebiyat etiği ve
ahlakı açısından, şiddet kurbanının, "doğru" safı mı,
"yanlış" safı mı temsil ettiğini, kurbanın kimliği üzerinden
tartışmanın, hiçbir anlamı olamaz. Neye bağlanırsa bağlansın, her türlü şiddet,
her durumda haksızdır; her türlü güç kullanmak, her durumda yanlıştır. Değilse,
saldırganlığı, yıkıcılığı, kaba kuvveti yasallaştırmanın sonsuz olanaklarına müdahale
edilemez. Bir insanın, acımasızca ve alçakça öldürülüşü de, bu sayede
normalleşebilir. Şiddeti uygulayanlar, niyetlerini ve hedeflerini, kendi
politikaları doğrultusunda, diledikleri gibi "mistifiye" edebilirler.
Oysa edebiyat, kökeni, rengi, ırkı, dili, dini ne olursa olsun, insan'dan, onun
yaşama hakkından yanı tavır almalıdır. Has edebiyatın ve has edebiyatçının
tavrı, bu olmalıdır.
İşte size, edebiyatçının kamusal olanla mücadelesinin ilk gündem maddeleri.. Bu
sürece yazılı kültürün müdahalesi "nasıl" olmalı?
Şiddetin toplumsal dili, edebiyatın karşı diliyle "nasıl" kırılmalı?
Nasılları artırmak olası.. Ve bütün bunları, hiçbir görünür "saf"ta
yer almadan, hiçbir hazır "yanıt"a eklemlenmeden, edebiyatın kendi
özgül zemininde, kendi özgül diliyle tartışabilmeliyiz. Ortalık yerde
sırıtan bu kamusal görünüme estetik müdahaleye, öncelikle, kendimizle
yüzleşmekle, daha yerinde bir ifadeyle de, kendimize ayna tutmakla başlamalı..
Olup biten her şeyi, kendi alanımızda kalarak sorgulayalım. Lütfen, üstümüze
vesayet almayalım!
Bu çerçevede, "ne yapmalı?"da, "nasıl bir edebiyat
yapmalı?"ya dönüştürülebilir, rahatlıkla.. Olacaksa eğer,
toplantılarımızın, hatta atölyelerimizin, öncelikli gündem maddesi, bu olsun!
Savaşın, şiddetin, cinayetin, linçin, zulmün olmadığı bir dünyaya duyduğumuz
inancı, hasreti, tercüme değil, asli yazımızla dile getirelim; barış içinde bir
arada yaşama kültürünü tehdit eden her türlü girişime, insan hayatı ve insan
onuru adına karşı çıkmanın, etik ve ahlaki
olanaklarını çoğaltalım. Bu toplantılarda, estetik müdahalenin ipuçlarını
ortaya çıkaralım. Ne tür yazılar, siyasal gündeme olumlu anlamda etki edebilir,
örneğin, ortalama insanımızın şiddet algısını olumlu anlamda dönüştürebilir,
bütün bunları ürün düzeyinde düşünelim
ve en önemlisi, ortak paydalarımızı belirleyelim.
Dosya kapsamında, bağlı bulunduğum yazar örgütünün kamusal olana müdahale
konusundaki yaklaşımını soruyorsunuz, şu ana kadarki çalışmalarını
değerlendirmemi, gelecek için tasarılarını sunmamı, üstlendiği rolü anlatmamı
istiyorsunuz. Sayfalarca belirttiklerim,
Edebiyatçılar Derneği dahil tüm yazar örgütlenmeleri için, haydi haydi
geçerlidir. Bu arada, yazar örgütünde siyasal tavır da arıyorsunuz ve bu
arayışınızla, hep açık bir yaraya parmağınızı bastırıyorsunuz. Öyleyse, bir
dokundunuz, bin işitin bakalım!
1100 üyelik bir birikime dayanan Edebiyatçılar Derneği'nde, çok geniş bir
skalada, sol'un her çizgisinden -komünist'inden sosyal demokrat'ına,
Kemalist'inden ulusalcı'sına, v. b.- üyemiz yer alıyor. Öncelikli sorun, tüm bu
üyeleri, yukarda anlatmaya çalıştığım ortak paydada birleştirmek, daha
alçakgönüllü yazarsak, bir arada tutmak... Ortak payda için aradığımız
değerlerin, öncelikle insan hayatı ve insan onuru olduğunu, yukarda ve burada,
altını çizerek bir kez daha belirtiyorum. Bu değerlerin saldırı altında oluşu,
yeterince ortak bir paydadır, kanısındayım.
Edebiyatçılar Derneği'nin, yaşanılan tarihe, yaşanılan topluma müdahale etmek
anlamında bir işlevinin olduğu açık.. Ancak müdahale, kültürel, sanatsal, edebi
bir "zemin"den yapılmalı; hiçbir fark ve ayrım ortaya koymadan,
politik yapıların bilinen anlayışlarıyla, alışıldık yöntemleriyle, tercihli
diliyle kendini ilişkilendirmesi beklenmemeli, bir yazar örgütünden.. Hepimize
yakışan, öncelikle kendi varoluş alanımızı, gerektiği gibi tanımladığımız
estetik/ideolojik bir tavırla, bağımsız bir çizgide "özgürleştirmek"
olmalı.. Bu konuda
üstlenilecek çabaların, uca bucağı görünmüyor.
Ancak, örgütlü veya örgütsüz her edebiyatçı, kendini sorunun bir parçası olarak
görmeli.. Yoksa, örgüt yöneticilerinin üyeler adına sorumluluk almalarıyla,
üyelerin bütününü kapsadığı varsayılan temsil yetenekleriyle, tüm bu sorunlar
kısa vadede çözülmüyor, ne yazık ki..
Özgürlüklerimiz için bir örgüt ne kadar gerekli, ne denli sahip çıkıyoruz, ne
ölçüde katkı sağlıyoruz? Yöneticilik hayatım, kısaca özetlemeye çalıştığım
örgütlülük bilincini, dernek üyesi arkadaşlarla paylaşmak kaygısıyla geçip
gidiyor. Halen, bir arpa boyu yol
aldığımızı, açık yüreklilikle itiraf etmeliyim. Son dönemde, ilkin ve
öncelikle, örgüt içi demokratik karar mekanizmalarına bir işlerlik kazandırmak
çabası içindeyiz. Külfetli ama gerekli bir çaba.. Adına, her nasılsa
"ortak" denilen kurumsal bir basın açıklaması yapmanın
yolu yöntemi bile, tüm üyeleri konuyla ilgili bilgilendirmeyi gerektiriyor.
Günümüzde, özellikle internet ortamında iletişim olanakları alabildiğine arttı,
bu olanağı kullanmak açısından, çok ciddi bir çabamız var. Yaklaşık, 600
üyemizle, e-posta adresleri
üzerinden günübirlik iletişim halindeyiz. Böylece, ivedilikle yapılması gereken
basın duyurularının, işbilir yöneticiler eliyle kotarılmasının sakıncalarını
üyelerimize açıklayabiliyoruz. Ortak paydayı, olabildiğince çok sayıda üyenin
katılımıyla acilen
oluşturmanın, başkaca bir usul ve erkanı, şimdilik yok! Temsil de, yetki de,
örgüt içi demokratik karar mekanizmalarına bir "işlerlik"
kazandırmakla olanaklı..Anlayacağınız, edebiyatçıların kamusal olana
müdahalesi, öncelikle, edebiyatçıların kendilerine müdahalesiyle başlamalı.. İşte
size, ikincil, üçüncül gündem maddeleri..
Bu yazı, her ne kadar, "meli", "malı, "dır, "dir"
gibi kesinlikli bir üslupla yazıldığı izlenimi verse de, aslında, satır
aralarında konuşmayı yeğledi; derdini, noktalama imleriyle vurgulamayı tercih
etti. Umarım, bu çaba dikkate alınacaktır.
Bitirirken, bu metni, Edebiyatçılar Derneği Genel Başkanı kimliğimle, ama
eleştirmen Gökhan Cengizhan olarak yazdığımı belirtmeliyim. Yarın, bir örgüt
"yönetici"si olmayabilirim, ama hep bir "edebiyatçı" olarak
kalacağım.
Gökhan Cengizhan
Edebiyatçılar Derneği
Genel Başkanı *Varlık dergisinin, Nisan 2007 tarihli 1195 sayısında yer alan, "Yazar
Örgütlerinin Kamusal Alana Müdahalesi" başlıklı metni.