Gece başımı
yastığa koyduğumda sıkıntılıydım.Uyuyup uyumayacağımdan bile emin değildim.
Belki de uyuyamayıp dönüp duracak, sonra yataktan kalkacak, sonra da uykumu
getirecek yollar arayacaktım. Televizyona öylesine boş gözlerle bakacak, ya da
bir romanın akıcılığı içinde gözlerimin yorulup kendiliğinden kapanacağı anı
bekleyecektim. Bunlar benim bir nebze uyku ilacım sayılırdı.
Epeyce
cebelleştim kendimle. Geleneksel uyku ilacım kar etmemişti. Tempolu çalışmış,
yorgun bir gün geçirmiştim. Buna rağmen
işyerinde bitirilmesi gereken günlük bazı işler kalmıştı.
Bugünden kalan işler,
yarın bitirilmesi gereken işlerle birleşince kafamdaki planların biri,
diğeri
ile çakışır hale gelmişti. Düşün düşün
dön, dön dön düşün… Koyun saymaca,
zihnimde bir düşünceye odaklanma derken hiç biri
çare olmadı. Uyku dediğim
soyka gelmeyince beynimin içine sanki dikenli otlar, bıcır bıcır
böcekler
girip, ruhumu acıtarak didikliyor gibiydi. Kafam öyle karmakarışık
ki, sanki
gövdeme fazlalık olan bir yığıntı
haline geldi.
Pardon yatarken
su içmemiştim diye kalktım su içtim, geri yattım. Ne kadar kaldım ne kadar
kalmadım bilmiyorum. Kalkıp saate bakmak da can sıkıcı oluyor bazen.. Hadi
tekrar tuvalete kalk! Sonra yeniden
başa dön. Televizyonu açıp izlersem belki gözüm yorulur diyorum. Deniyorum
olmuyor. Hadi yine yatağa.
Bir
yanıma
dönüp, bacağımın birini de serbestçe
öbürünün üstüne yaylandırıyorum. Bir
süre
sonra sıkılıp öbür yöne dönüyorum. Oh be
canımı dinleyip uyuyayım diyorum ama,
diğer yöne dönmem için sanki biri beni
dürtüklüyor. Çaresi yok
dönüyorum…Sonra
bağlantı ne zaman, nerede kopmuş artık bilemiyorum. Kabus gibi bir
sıkıntı
geride kaldı.
Tanrım o ne
güzellik öyle! Ağaç dallarının karşılıklı olarak birbirinin kollarına dolandığı
yemyeşil bir tünelin içinden, yemyeşil bir nehrin üstünden sandalla geçiyoruz.
İnanamıyorum! Yeşille kuşatılmışız. Su yeşil, etraf yemyeşil… Ağaç
yapraklarının arasından birer yıldız ışıltısında kalmış mavilikler dışında,
gökyüzü bile yeşil görünüyor. Hayalimdeki bir dünyayı düşümde yaşıyorum.
Yemyeşil pırıl pırıl bir doğayı istemişim ve güya bu isteğim bir yarışma sonucu
gerçekleşmiş ve de gezdiriliyorum. Sandalda bir rehber, bir de gezdiğimiz bölgenin
yerleşik insanlarından birkaç kişi. Yerlilerin üzerindeki basit giysiler de
ağaç yapraklarından yapılmış. Taş gibi sağlıklı görünüyorlar. Bakışları keskin
olduğu kadar pırıltılı, esmer ciltleri pürüzsüz olduğu kadar da parlak.
Sandal, çevresi
ağaçlar tarafından kuşatılmış ve üstünü
şemsiye gibi örtülemiş ırmağın ortasında, akıntı yönünde sakince yol
alıyor. Ağaçlardan, nehirden yüzüme o
ana kadar hissetmediğim bir koku geliyor. Serin mi desem, ılık mı desem pek
belli değil! Daha doğrusu bu kokunun adı şimdiye kadar konulmamış. Doğanın
bütün bitkilerinin, en saf sularının özünü içeren bu koku içimde hiçbir sıkıntı bırakmıyor. Nefes
aldıkça kendime geliyor, canlanıp yerliler gibi ışıltılı bir güzelliğe erişiyorum.
Saç tellerimin arasında kır çiçeklerinin açtığını, damarlarımın tortusunun
temizlendiğini, gözlerimin ışığının arttığını duyumsuyorum…
Ağaçlar
gittikçe seyreliyor. Önümüzde yalçın kayalıklar beliriyor. Yeşil örtü geride
kalınca masmavi gökyüzü kendini gösteriyor. Bu defa masmavi bir şemsiyenin
altında maviye bulanmış bir ırmak şavkı gezlerimizi kamaştırıyor. Irmağın önü
uçsuz bucaksız düz bir alan. Gökyüzü gibi sonsuz bir yere akıyormuş hissine
kapılıp, heyecana boğuluyorum. Nice sonra büyük bir dağ beliriyor. Dağa
yaklaşınca ırmağın dağın ortasına doğru kıvrıldığını fark ediyorum. Şimdi de
dehşetengiz bir derinliği olan kanyonda yol alıyoruz. Tepeden bizi gören olur
mu bilmem ama, yalçın keskin kayaların arasından dipsiz derinliğe yol alan
gökyüzünü görebiliyorum. Buradan çıkabileceğimizi düşünemiyorum. Nehrin ikiye
ayırdığı dağ birleşecek, ya da bir kaya parçası üstümüze düştü düşecek. Her şey
çok ürkütücü. Kanyondan çıkıncaya kadar nefesimi tutup, yüreğimin tıpırtılarını
dinledim. Koyu sessizliği bozabilen tek şey kürek sesleriydi.
Sandal gittikçe
düşüm yoğunlaşıyor. Çünkü doğanın güzelliğine doyamıyorum. Önümüzde tehlikeli
bir şelalenin olduğunu güya daha önce gelmişim gibi biliyorum. Heyecanım
yükseldikçe yükseliyor. Bu adrenalin hareketi beni toz edip savuracak! Aman
yarabbim o da ne öyle! Şelalenin tepesindeyiz. Ah yüreğim yüreğimmm!! Yerinden fırladı fırlayacak.. İki elimi de
sol göğsümün üstüne bastırıyorum. Yalnız biz sandal da değil miydik? Oysa
tutunduğum şey şişme bir bot.. Ve cumburlop aşağıya! Bayıldım mı bayılmadım mı
ayırdında değilim ama şelaleden aşağı düşmedim adeta uçtum. Sonra kendimi
sayısız su damlacıklarının dalaşı içinde buldum. Beni yıkadı pakladı,
heyecanımı dindirip yine ırmağın ortasına sürdü. Şişme bot buharlaştı sanki ortada yok.. Yine sandaldayım. Önümüz
masmavi bir su yolu, sağımız solumuz çiçek tarlaları… Demek en güzel kokular bu
çiçeklerin özünden çıkıyordu. Demek güzellik, saflık…demek doğanın kendi
kokusu… Zerresine ilaç bulaşmamış toprak ne kadar da bereketli, ne kadar da
kendini var etmesini bilmişti. Toprak, toprak kokuyor, yüzümüzü okşayarak geçen
yel ciğerlerimi ferahlatıyordu. Tanrım bu gezinti bitmese bitmese dedikçe
önümde yol uzuyordu. Binbir türlü doğal güzelliği, el değmemiş kayaları,
toprakları hayranlıkla seyrediyordum. Yemiyor içmiyor, acıkmıyor, susamıyor
geceli gündüzlü habire yol alıyorduk.
Nehir sonunda
büyük bir denizle kucaklaştı. Buradan okyanus ötesine büyük bir gemi ile
gidilecekti. Rehber bana gidecek misin diye sordu. Kendime geldim .Yok benim
kazandığım gezide okyanustan ötesi yoktu. Benimki buraya kadardı demekle
gerçeğe dönüş yaptım. Uyandım.
Yaşadığıma inanamadım. Bunca şey nasıl bir rüya olurdu?. Ben gerçeğini yaşamış
gibi olmuştum. İçime sanki yeni bir güneş doğmuş, enerjik bir hal almıştım.
Pencereden dışarı baktım. Saat sabahın yedisi… Sokaklardaki çöpler dağılmış,
araba tekerlekleri altında vıcık vıcık ezilmiş olarak çöpçüleri bekliyor. Renk
renk naylon torbalar, çeşitli pet şişeler etrafa daha ilk ışıklar eşliğinde
kokusunu yayıyor. Arabalar ara sokaktan hızla tozutarak geçip gidiyor.
Her
şey yapay geliyor bana. Biliyorum
İstanbul’un bu semti bir zaman ormanlıkmış. Az aşağıda bir
kayanın dibinden
dışarı gürül gürül çağlayan bir su
gözesi varmış. Beton her şeyin üstünü
kapatmış.Yapaylık çoğaldıkça doğallık yenilmiş,
çürütülmüş. Düşümü
özlüyorum,
böyle bir düşe bulandığım için bile kendimi şanslı
sayıyorum.