3-5
Mayıs 2007 tarihlerinde, Bilim ve Ütopya Kooperatifi ve DTCF Bilim Tarihi
Kürsüsü tarafından Cumhuriyet ve Bilim
sempozyumu gerçekleştirildi.
Sempozyum
boyunca akademik kariyer kaygısı olmadan yapılan konuşmalardan ve sunulan
bildirilerden bir hayli yararlandım. Özellikle her oturumda bir bilim dalında
sunulan portrelerle Türk insanının bilimde neler yaptığını, ülkesine ve dünyaya
neler kazandırdıklarını duydukça kendime güvenim ve milletime saygım çoğaldı.
Atatürk
devrimleriyle bilimde nasıl sıçrama yaptığımız ve sonra hangi dönemlerde nasıl
kuşatıldığımızı ve geriletildiğimizi anladım.
1933 de
Fen Edebiyat Fakültesi demek olan Darülfünun kapatıldı ve yerine İstanbul
Üniversitesi açıldı. Bu sırada yabancı bilim adamlarına kapılar açıldı, çok
sayıda Türk bilim adamı üniversiteden uzaklaştırıldı.
1933 de
üniversitede olup bitenler kafalarda hep soru işaretlidir. Bu harekete 1933
reformu, Malche reformu, devrim, arıtma, tasfiye, bilimi ecnebiye teslim gibi
değişik sıfatlar kullanılmaktadır.
Sonuçları bugün bile görülen bu değişikliğin daha uzun yıllar
tartışılacağı anlaşılmaktadır. Çünkü bazı genç araştırmacıların ulaştığı
bilgiler 1933 hareketinin bir reform adı altında sunulduğu ama böyle olmadığı
yolundadır. Örneğin; Alman faşizminden kaçarak gelen bilim adamları olduklarına
inandırıldık, oysa kaçarak gelen kimse yoktu.
Eğitimde
1933 kuşatmasının sonuçlarına bakıldığında şunları görebiliyoruz:
1-
Yabancı bilim adamlarının yerleştikleri kürsülerde, onlar için yeni kürsüler de
açıldığı halde, hiçbir bilimsel ürün
ortaya çıkarmadıkları saptanmıştır. Bu kürsülerde kendilerine öğrenci olan çok
sayıda genç beyinlerimizi Almanya’ya ve ABD’ye göndermişler ve hatta 1939’da
çoğu geldiği ülkeye dönmüş veya ABD’ye yerleşmiştir. En son 1953’de 40 bilim
adamımız birden ABD’ye gitmiştir. Görünen odur ki; getirdiklerinden fazlasını
götürmüşlerdir.
2-1933’de
Ziraat Fakültesine gelen 40 bilim adamından 38’i Alman hükümeti ile
anlaşmalıdır. Demek ki ALMANYA’DAN
KAÇARAK GELEN BİLİM ADAMI YOKTU. Bunlardan 12 tanesi Veteriner Hekimliğinde
çalıştı. Sözleşmeli 38 tanesi 1939’da Almanya’ya geri döndü, hani bunlar Nazilerden kaçarak
gelmişti?
Öte
yandan biz 1932’de sığır vebasını kendi çabamızla yok etmiştik. Suni tohumlama
yöntemini SSCB’den almış, verimli hayvan ırklarının ıslahını geliştirmiş,
dünyada bunu uygulayan 2. ülke olmuştuk. İşte,
10.yılında Türk devriminin bu başarıları batıda endişe yaratmaya başlamış görünmektedir. Anlaşılan,
arkalarındaki piyasanın dev gücü, bilim adamı pazarı kurarak kürsülerimizi ele
geçirdiler; 1933’ün meyvelerini Amerika
topladı.
Bilinir
ki, Cumhuriyetin başında tıpta ve veterinerlikte ülkemizde bilim altın çağını
yaşadı. Örneğin aşı üretip satıyorduk. Peki, 1933 de sonra neler yaşandı? Bugün
halk sağlığında, koruyucu hekimlikte ve hayvan sağlığında dışa bağımlı
haldeyiz.
Evet,
1933 de Türk üniversiteleri kürsülerinden kuşatılmış ve Kemalist devrim
rotasından çıkartılmaya başlanmıştır. Kemalist devrimin tekrar rayına oturması
Türk bilim adamlarının ve Türk üniversitelerin gündemini oluşturmalıdır.
Cumhuriyet ve Bilim sempozyumu bir kere daha bunları bize düşündürdü.
1933’ün Meyvelerini Amerika
Topladı
Cumhuriyet
ve Bilim sempozyumunda konuşan Erdal İnönü de 1933’de yapılanlardan överek, bu
reformu yaptığı için Atatürk’e teşekkür etti.
Kendisiyle
aynı oturumda konuşan genç bilim tarihi araştırmacısı İnan Kalaycıoğulları 1933
hareketi için reform dedi. Fakat bildirisinde gelen yabancı bilim adamlarının
on yıl içinde ne kadar çok yetenekli zeki
gencimizi Amerika’ya götürdüğünü sayılarla verince şunu söylemek
durumunda kaldı; “1933’ün meyvelerini
Amerika topladı”. Bence asıl üstünde
durmaya değer nokta budur.
1.Dünya
savaşı sırasında Amerika topraklarına yerleşmeye karar veren büyük sermaye bilim adamlarını kendisinin
yanında götürememe sıkıntısı yaşıyordu. Asıl düğüm buradadır. Avrupalı bilim
adamlarını Amerika’ya kaçırtmanın bir yolu bulunmalıydı.
1932’de
İsviçre’de bir bilim adamı pazarlama derneği kuruldu. İsviçre’de kurulan bu
derneğin başkanının yakın arkadaşı bay Malche 1932 de Türkiye’ye gelip
gazetelerden İstanbul Darülfünun aleyhine yazılmış yazıları toplayıp bir rapor
hazırlıyor ve bu rapor üzerine üniversite reformu adı verilen düzenlemelere
geçiliyor.
Gazetelerde,
örneğin, fotoğraf çektirmek isteyen öğrencilere “günahtır çektirmeyin” diyen
bir öğretmenin haberi yer alıyor ve bu haber raporda gerekçe olarak bulunuyor.
Yani üniversitenin laboratuarları, ders programları değil esas alınan.
Diyebiliriz ki, Türk üniversitelerini ecnebilerin işgal etmesine gerekçe olan
kasıtlı bir rapordur ünlü 1932 Malche raporu. Eğitimin ezberci olduğu da
yazılıdır o raporda ve bu gün de Dünya Bankası sosyal eğitim programımızı bize terk ettirirken (2005) aynı malzemeyi
kullanmaktadır.
Yine
bugün 2007’de, devlet okullarından özel okullara kaçırtmak için çeşitli
provokasyonlara rastlıyoruz. Öğretmenler tayin edilmeyerek özel okullarda
çalışmaya zorlanmaktadır. Yöntem değişmemiş görünmektedir. Özel okulların yabancılara satışına
başlanmıştır; örnek Özel Bilgi Üniversitesinde satışın bir bölümü
gerçekleşmiştir.
1933’de,
bakıyoruz 240 öğretmenden 150’si
emekliye ayrılıyor, diğerleri geri hizmete alınıyor. Ecnebilere iki katı maaşla
kadrolar devrediliyor, ailelerine de iş temin ediliyor. Atılanların listesi
sunulan bildirilerde hiç yokken, dışarıdan getirilenlerin ve açıktan kadro
verilenlerin listeleri bilinmektedir. Atılanların bir kısmı ise yurt dışına
gitmişler veya küsüp kabuğuna çekilmişlerdir.
Ali
Baltacıoğlu’na göre atılanların sayısı
500 civarındadır. Babası İ.Hakkı Baltacıoğlu da atılanlar arasındadır.
Serbest Fırka’ya üye olduğu gerekçesiyle atılanlar içindedir. Ki, eğitim
metotlarında yenilikleri, tiyatroyu eğitime sokan, iş içinde eğitimi getiren,
Köy Enstitülerindeki yöntemlerin in fikir babası sayılan eğitimcimizdir. Belli ki bir punduna getirilip hazin şekilde
eğitimden uzaklaştırılmıştır. 1960’da, 70’de ve 80’de benzer biçimde
vatansever, üretken, halkçı ve devrimci eğitimcilerin sendika üyesi olmak gibi,
sudan bahanelerle okuldan atıldıklarını ve hatta hapsedildiklerini (kendim buna
örneğim.M.M) düşündükçe benzer oyunların 1933’de de atılanlar için oynandığını
tahmin edebiliyorum.
Bir çok
nedenle 1933’de Atatürk’ün yanıltıldığını düşünmek mümkündür. Ki arkasından
gelen yıllarda, Atatürk’ün sağlığı ile ilgili olarak da kendisi ve halkımız
yanıltılmıştır. Tıp fakültesi kürsülerini devrettiğimiz ecnebi doktorlara güven
ortamında yapılan yanlışlarla, bence
bilerek, karaciğerini mahveden ilaçlar kendisine verilerek ölümüne sebebiyet
verilmiştir. Bu ortamda 1933’de reform adı altında ecnebi bilim adamlarına
kürsülerimiz teslime dilmişti.
Bir çoğu
birkaç yıl sonra öğrencileriyle birlikte Amerika’ya gitmiştir. Bunlardan biri
Paris Pişmiş adlı kız astronomi öğrencimizdir. Amerika’dayken Meksikalı sınıf
arkadaşıyla evlenip oraya yerleşmiş, gökyüzü araştırmalarını oradan yapmış,
keşfettiği 25 tane yıldıza onun adı verilmiştir.
Astronomi
ve Fizik oturumunda şunu sordum: Amerika’daki
uzay araştırma merkezi NASA’da bugün çalışan kaç Türk fizik mühendisi vardır?
Maalesef
oturumda konuşmacı olan 3 profesör de bunu bilmediklerini söylediler.
İçlerinden biri, salonun dışındaki bir sohbette, “2 bin civarında olduğunu
tahmin ediyorum” dedi.
Tıpta da
sorumuz aynıdır ve yanıtı yoktur; Amerika’da, sayılamayacak kadar çok bilim
adamımız var.
1933’den
sonra Almanya’ya doğru olan beyin göçü 1953’de 40 bilim adamımızın toplu
gidişiyle birlikte Amerika’ya doğru yönünü değiştirmiştir. Ünlü astronomi
bilginimiz Feza Gürsey’in ODTÜ’de işten atılmasıyla Amerika’ya gidişi gibi,
beyin göçünde kaçırtmalar da yaşandı. Gerekçesinde kendisine “Sen bu
çalışmaları fakültedeki öğrencilere değil yüksek lisans düzeyinde doktora
öğrencilerine vermelisin, bunları Amerika’ya gider orda verirsin” gibi dolaylı
gerekçeler öne sürülmüştür. Kaçırtmalar
da eklendiğinde beyin göçünün ağırlığı Amerika’ya olduğu açıktır.
Amerika 1933’ün meyvelerini toplamaya devam ediyor!
1933’ün Meyvelerini Almanya da
Topladı
Malche,
1933 Raporunda eğitimimizin ezberci olduğundan söz ediyor ve önerilerde bulunuyordu. Mustafa Kemal hemen evet demiyor, bir takım
notlar alıyor kenarına. Örneğin;
-Bilim özgürlüğü sağlanmalı.
-Bu kadar hizmetli kadrosu çok fazla.
Bunların bir kısmını öğrenciye yaptırabiliriz.
(Açılacak
kürsülere sekreterlik hizmetleri için 300 civarında kadrodan söz edilmekteydi.
Bunlar, gelen ecnebi bilim adamlarının aile yakınları içindi. )
-Araştırmaya yönelten program yok.
-Mülkiye ile Hukuk yakın olmalı, bunların
ortak dersleri vardır.
-Tıp Fakültesinde kütüphane geliştirilmeli.
Bakar mısınız,
ecnebilerin “ezberci” diye kaldırıp yerine öneride bulundukları şey ne kadar
bilimsellikten uzak, ezberci ve savurgan.
Bu gün
de benzer bir durumla karşı karşıyayız; Dünya Bankası aracılığıyla bizi
kuşattılar, eğitiminiz ezbercidir diye suçladılar, mükemmel sosyal programımızı
kaldırıp attılar ve yerine içi boş, zırva, bireyci eğitimi dayattılar, 2005’de
uygulamaya geçirdiler.)
Atatürk’ün
aldığı notlara bakılırsa, yenilik diye getirilen programda ezbercilik vardı,
araştırmacılık yoktu. Atatürk bunu gördü ve “araştırmacılığa yöneltmiyor bu
rapor” dedi.
İsviçre’de
kurulan Bilim Adamları Pazarlama derneği iyi çalışıyordu. Almanya’dan Nazi
baskısından kaçanlar diye gösteriliyor, oysa Kanarya Adalarından bile insanlar
getiriliyordu. Üstelik Ankara’da iki katı maaş aldılar. Can havliyle gelen adam
fiyat pazarlığı yapmaz, karısına kızına da iş istemez.
1934’de
Alman Yahudi besteci Paul Hindemith geldi, davet edildiği bilinir. Ankara
Musikî Muallim Mektebi için önerileri istendi, kendisine bir oda verildi. Bir
yıl kaldıktan sonra o da Amerika’ya gitti. Giderken yine Alman Yahudi kökenli eğitimci Edward Zuckmayer’i
yerine bıraktı (1936).
Sanıldığı
gibi Zuckmayer Almanya’dan kaçmıyordu, Atlantik’teki adalardan birinde
yaşıyordu ve Almanya ile bağları devam ediyordu. 1936’dan 1973’e kadar müzik
bölümünün başında şef olarak kaldı, bu kürsüde tek otorite oydu. Zuckmayer’in,
kaliteyi düşüreceği gerekçesiyle başka şehirlerde müzik bölümlerinin açılmasına
engel olduğu bilinir. Ulusal bir müzik ekolü çıkartmak üzere bir çabası da
olmadı. Mezunlardan Almanya’ya burslu gönderdi öğrencilerin çoğu orada kaldı,
Türkiye’ye dönmedi. Onun Almanya ile kurduğu bu tür bağlar hâlâ geçerlidir, ki, Türkiye’nin müzik eğitiminde en fazla
beyin göçü verdiği ülke Almanya olmaya devam etmektedir. Bu sonuç Zuckmayer’in Almanya’ya armağanıdır.
Örneğin;
müzik öğretmeni olarak 1970 mezunu 40 öğrenciydik, bölüm şefimiz E.Zuckmayer
aracılığıyla 4 arkadaşımız Almanya’ya gitti. Gidiş o gidiş. Onların orada
doğmuş çocukları da oralarda üstün başarıların sahibidir.
Onları
köylerinden çıkartıp yatılı öğretmen okullarında, müzik seminerlerinde okutan
halkımız, onların birikimlerinden asla yararlanamadılar.
Gazi
Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümünden Almanya’ya burslu gidip de dönmeyenleri tez
olarak araştırma konusu yapmak ne iyi olur; “Müzik Bölümünden bugüne kadar kaç mezun Almanya’ya gitmiş, kaçı
oralarda kalmıştır ve başarıları nelerdir?”
Bir de,
1936’da besteci müzikolog ve eğitimci olan Yahudi asıllı Macar Bela Bartok
ülkemize geldi. Ankara Halk Evinde bir konferans verdi, bu sırada ona konser
veren bağlama ekibi dikkatini çekti. Türk Halk müziğini incelemek üzere tekrar
geldi, bu sefer A.Saygun kendisine refakat etti. Bartok çok önemli bir çalışma
başlattı ve bunu devam ettirmek için resmen vatandaşlığa başvurdu. Bartok’un Türk vatandaşlığına geçme isteği
reddedildi!
Hem o
yıl konservatuar da kurulmuştu, onun katkısı olabilecekti de neden acaba
başvurusu reddedildi? Üzerinde düşünmeye değer bir konudur.
Onca
Yahudi bilim adamına kürsüler teslim edilirken yine bir Yahudi olan Bartok
neden geri çevrildi?
Bela Bartok Neden Türk Vatandaşı Yapılmadı?
Yahudi
asıllı Macar müzikolog besteci Bela Bartok 1936’da Ankara’ya gelip önce bir
konferans verdi, sonra A.Adnan Saygun’u da yanına alarak bir derleme turu yaptı; Toros dağ köylerinde bozulmamış
Yörük Türkmenleri arasında, Kayseri’de,
Ankara ve Çorum’da dolaştı. Bu çalışma çok ilgi çekti.
Türk
halk müziğini önemsemek, derlemek, onu ele alıp işlemek ve evrensel müzik
düzeyine çıkartmak Atatürk’ün istediği bir şeydi. Bartok’un halk arasında
dolaşmasından ve derleme yapmasından birileri rahatsız oldu. Türk
vatandaşlığına geçmek için resmen başvurdu ve bu isteği geri çevrildi.
Bartok’un
halk içindeki bu çalışmasına itirazı olan batılılar da vardı, ki onlar
üniversite kürsülerindeydiler. Onların Bartok’tan farkı şuydu; onlar BATI
TAKLİTÇİSİ idiler. Bartok onlardan farklı olarak halkçı idi, sosyalist idi,
Türk soylu bir Macar olan Sultan Kutay’la birlikte büyük işlere imza atmıştı. Önce aleyhinde antikomünizm silahı
kullanıldı; efendim o Rus asıllıydı, Türklerin aleyhine olacak şeyler
araştırıyordu, belki de ajandı… Bu türden bir konuşmayı, üzgünüm ki, 1990’lı
yıllarda Adana’da bir Karacoğlan Sempozyumunda yaşlı bir tarihçiden bizzat
dinleme talihsizliğini yaşayanlardanım.
2007
yazında onun ülkesi Macaristan’da
Zoltan Kodaly (Sultan Kutay) Enstitüsünde eğitim alırken Enstitü kütüphanesinde
Bartokla ilgili araştırma yapma
fırsatım oldu. Ayrıca derslerde Bartok’un eğitim ve besteleme tekniklerini bize
öğretiyorlardı. Adnan Saygun’un çok bilinen “Katibim” çeşitlemelerinde
kullandığı tarzı ondan öğrendiğini düşünmeye başladım.
Onun
Macar halkıyla nasıl bütünleştiğini ve Kutay’la birlikte MACAR ULUSAL MÜZİK
EKOLÜNÜN KURUCUSU olduğunu öğrendiğimde
neden Türk vatandaşlığına kabul edilmediğini bir daha düşünme gereği duydum.
Macaristan’daki
okulun kütüphanesinde Bartok’un 1936’da Türkiye’de yaptığı derlemelerinin sonuç
raporuna ulaştım.
Diyordu
ki:
Türk Halk Müziği Macar Halk Müziği ile 14 (on dört)
noktada ortak özellik göstermektedir.
İşin
sırrı bu noktadaydı. Siz kalkıp, Polonya asıllı Mustafa Celalettin Paşa (Nazım
Hikmet’in dedesi) gibi, diyeceksiniz ki Hunlarla Türkler aynı müzik geçmişine
sahiptir. Macar müzikolog Sultan Kutay’la beraber köy köy dolaşacak ve Akhun
kökenli Türk ülkesi olan Hungary /Macar ülkesinde dünyaca kabul görmüş çok
değerli bir Ulusal Müzik Ekolü yaratmışsınız ve aynısını Türkiye’de yaratmak
isteyeceksiniz; size asla izin verdirmezler! Size komünist de derler, Rus ajanı da
derler…
Şu anda
(2007) Sultan Kutay müzik ekolünün Türkiye’de uygulamalı tek eğitimcisi olan
ben Mahiye Morgül diyorum ki; Bela Bartok’un ülkemizde kalma isteği bilerek engellenmiştir. Macaristan’ın Hitler
tarafından işgali sırasında Amerika’ya gitmek zorunda kalmış ve orada ölmüş,
mezarı New York yoksullar mezarlığındadır.
Bartok,
Türkiye’de derleme yaparken ona çevirmenlik yapan, birlikte çalışmış olmanın onurunu tek başına sahiplenen A.Adnan
Saygun her ne sebeple olursa olsun onun vatandaşlık isteğinin arkasında
durmalıydı, durmamıştır. Bu önemlidir. Kıskançlıkla engellemiş olacağını
söyleyenler olsa da, ulusun menfaatini düşünmemek büyük yanlıştır.
Derler
ki, Saygun Bartok’a, “Müzikte yenilik getirme isteğinize uyum sağlamamız zor
olacaktır, eski köye yeni adet mi getireceksiniz?” demiş. Onun yöntemlerini
benimsemeye karşı çıkar. Görünen odur ki, olay sadece müzikte yeni yöntemler
meselesi değildir, ulusal olan her şeye karşı çıkmaktır söz konusu. Bartok’un
önü kapatılırken Türk müziğinin önüdür kapatılan.
BİZİ BATI TAKLİTÇİLİĞİNDEN KURTARACAK OLAN ve BİR
ULUSAL MÜZİK EKOLÜ YARATACAK OLAN BELA BARTOK’UN ÖNÜ KESİLMİŞTİR.
Aynı
yıllarda Fransa’da eğitim almış olan Faik Canselen gibi büyük Türk eğitimci
bestecilerinin de önü kapatılmış, müzik okulundan alınıp Dikimevi ortaokuluna
tayin edilmişlerdir. Beri yandan, halk müziğinin eğitimde kullanılması, çocuk
şarkısı bestelerken halk müziği ritimlerinin ve ezgi yapısının kullanılması
gibi daha bir çok konuda Bartok’la örtüşen usta müzik eğitimcisi Halil Bediî Yönetken,
Ankara Radyosunda stüdyo elemanı olarak çalıştırılmıştır.
1933 ve Ulusal Olanın Önünü
Kapatma!
Sonuçlarına
baktığımızda rahatlıkla söyleyebiliriz ki, 1933 hareketi, sadece kürsülerimizi ecnebilerin kontrolüne
devretme hareketi değil, Türk Ulusal Devrimine karşı sinsice yapılmış,
sonuçları 2007’e kadar uzanan, ulusal olan ne varsa önünü kesme hareketidir.
Atatürk’e
sevgisi hiç bitmeyen Kuvayi Milliye Destanının şairi Nâzım
Hikmet’in de (ki
siyasi nedenle değil, modern Türk şiirini yarattığı için
baskı görmüştür), Aka
Gündüz’ün de (ki, Türk harfleriyle ilk roman
yazandır, Türkçe’yi çok güzel
kullanır ve Nazım’ı ilk keşfedendir) baskı görmesi ve
benzeri halkçı yazarların
ve halkçı bilim adamlarının baskı görmeleri, 1933’de
ecnebilerin kürsülerimizi
kuşatmasıyla aynı sürece rastlamaktadır.
Sanıldığı
gibi bu ecnebi bilim adamlarının hepsi Alman Yahudisi değillerdi, değişik
Avrupa ülkelerinden gelmişlerdi.
Tarihi
doğru değerlendirebilmek için, 1.dünya savaşını anımsamakta yarar vardır.
Almanya’nın yenildiği 1.Dünya savaşının devam eden sonuçlarını anımsayalım.
İngilizler artık Almanya’nın efendisidir. Almanya bağımsız hareket eden bir
devlet değildir. Oysa Türkiye Cumhuriyeti 1. Dünya savaşında Almanların
yüzünden yenik sayılmış ama yenilgiyi kabullenmeyip İngiliz emperyalizmine
karşı bir daha savaşarak bağımsız bir devlet kurmuştur. Bilinen şudur, Anadolu
topraklarında ulusal bir devlete İngilizlerin tahammülü yoktur. Tarihi
Türk-Alman dostluğu bir daha aleyhimize işletilmiş görünmektedir. (Roma saldırılarından
Almanları kurtaran ve bu yüzden zehirlenerek öldürülen Atilla’dır)
1933’le
başlayan süreçte Türk yazarların üzerindeki baskıya dönersek, 1938’de Vefa Lisesi edebiyat öğretmeni Murad
Uraz tarafından yazılan “Son devrin meşhur şair ve edipleri” serisinde, 5.
sırada basılan “Aka Gündüz“ kitabının iç kapağında, basılacak edipler
sıralamasında Nâzım Hikmet yer almaktadır; yani, 1938’de Nazım Hikmet lise
edebiyat derslerinde okutulmak üzere sıraya alınmıştır. Atatürk’ün ölümünden
hemen sonra bu serinin basımı durdurulmuş, H.Edip 12 yıl sonra İngiltere’den
“Sinekli Bakkal” ile, kocası A.Adıvar da İslam ansiklopedisi ile dönmüş ve
dünya klasiklerinin çevirilerine geçilmiş
ve Nazım gibi yazarlar gözden düşürülmeye geçilmiştir.
1938’den
sonra, Dikmen Yıldızı (Aka Gündüz 1927) gibi Kurtuluş savaşımızın kahraman Türk
kızlarını roman kahramanı yapan eserler de geriye itilmiştir. Şeriatçı kadın
kahramanı olan Sinekli Bakkal romanı 1942’de CHP tarafından ödüllendirilmiştir.
1940’da
dünya klasiklerinden 496 roman hızla
Türkçe’ye çevrildi halde, bir tane bile bilimsel çeviri yapılmamıştır.
Çeviri
romanların okullara doldurulması nedeniyle başlangıçta Köy Enstitülerine de
Türk yazarlar tarafından eleştiriler olmuştur. Enstitüden mezun olanların köye
götürmeleri için yanlarına 150 kitap verilirdi, bunların çoğu yabancı
eserlerdi.
Ancak,
ilginçtir, Anadolu öğretmeni roman
okumayı öğrendiğinde kendisi de ağalığa ve geriliğe karşı halkçı öyküler,
şiirler, romanlar yazmaya başlar ve Köy Enstitülerinde rüzgar ters esmeye
başlar. Bu sefer batıcılar rahatsız olmaya başlamıştır. Hasan Ali Yücel’in
görevden ayrılması bu eleştirilerin başladığı dönemdir. İlginç şekilde, Köy
Enstitüleri açılırken “faşist okullar”, kapanırken de “komünist okullar”
damgasını yemiştir.
1940’da
Köy Enstitülerinin kuruluşuna bir daha dönecek olursak, görülür ki, 1933’de
gelen Yahudi öğretmenler içinde Hitler yanlısı olanlar vardı ve onlar da Köy
Enstitülerinin kuruluşuna destek vermişlerdi. Alman devleti görünürde
Yahudilere karşıdır, ancak Türkiye’deki Yahudi bilim adamları Almanya’ya
taraftar toplamaktaydı, Türk aydınları bundan rahatsız olmuşlardı. Bu yüzden
Köy Enstitüleri 278 evet oya karşılık
148 hayır oyla kabul edilmiştir.
Tam bu
hengame arasında en yüksek rütbeli Türk subayı olan General Mehmet Kemal Doğan
(Adana Antep Maraş cephesinde çete savaşlarını yöneterek Ermenileri ve
Fransızları bozguna uğratan Atatürk’ün en yakın arkadaşlarından, 1919’da
Bandırma vapurundaki Binbaşı Mehmet
Kemal bey) İnönü tarafından istifa ettirilmiş, milletvekili olmaya
zorlanmıştır.
1940-44
arasında, hemen kuzeyimizde Rus halkı faşizme ev ev direnirken, bizde bu savaşa
karşı sesler bastırılmıştır; Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde N.Berkes, M.Berkes, B.Boran, P.N.Boratav,
M.Ş.Başoğlu, A.Cemgil, A.Erhat gibi öğretmenler okuldan atılmıştır.
Öncelikle
Alman faşizmine tepki göstermesi gerekenler 1933’de getirip kürsülerimizi
ellerine verdiğimiz bilim adamı olarak bilinen insanlar olması gerekirken, bir
kısmının 1939’da Almanya’ya döndükleri tespit edilmiştir.
1933 de başlayan “Ulusal olanın önünü kapatma”
taktiği bugün Dünya Bankası tarafından “özelleştirme” başlığı altında bize
dayatılmaktadır. Yüksek Öğretim Kurumu içerisinde bir dairesi bulunan Dünya
Bankası aldığı kararlarla
tüm kürsülerimizi Atlantik ötesi
sermayeye teslim etme noktasına getirmiştir. YÖK, son perdeyi oynamaktadır,
kendini lağvederek sessizce çekilmek üzeredir. Çünkü bütün görevlerini
5544 sayılı yasa ile piyasa üst kuruluna devretmiştir.
Sonuç olarak:
1933’de
kürsüleri ecnebilere vererek başlayan kuşatma, Türk Cumhuriyetini, yani
devletimizi bitirme noktasına
gelmiştir. Bize de ulusal devletimizi kurtarma ve Atatürk devrimlerini yeniden
inşa etme görevi düşmektedir. Ama bu kez ecnebilere kapıları çok sıkı kapatmak
zorundayız!
1933’de
yapılan üniversite reformu değildi, Türk milli devrimine karşı sinsice yapılmış
bir karşı saldırı idi.
Bunu
anlamış olmak yeter mi?
E.Teziç tarafından ellerinden imza yetkisi dahi
alınıp piyasaya atılan ve de özel okullara kaçırtılan bütün kürsülerin Çok
Sayın profesörleri,
Siz hâlâ E.Teziç’i laik olduğunu düşünerek doğru
bir adam mı zannediyorsunuz, o aynı zamanda liberaldir, uyanın! O, emirleri
Dünya Bankasından, yani Amerika’dan alır!
Kürsüleriniz elinizden alındı uyanın!
1933’de gelenler de liberal ve laiktiler!
Bugün liberal-laik ile liberal-şeriatın hiçbir
farkı olmadığını görün artık!
Onlar sosyal devletimizi, halkçı ve devletçi
yönetimimizi yıkmakta birleştiler ve şimdi
birlikte gidiyorlar. Dikkat edin, R.T.Erdoğan ile E.Teziç birlikte gidiyorlar!
Halkçı, devletçi, ulusçu olunmadan kürsülerinizi
kurtaramayacağınızı görün artık!
Kürsülerinizi YÖK’ün önüne barikat yapın artık!
Ulusal olanı, yani ulus devletimizi, yani ulusal
eğitimimizi koruma görevinizi anımsayın artık!