Sabahları ılık bir duşun ardından
yumuşacık bornozuma gömülür, her fırsatta şıklığıma meydan okumaya kalkışan
gardırobun hakkından gelirim. Ortalığa dökülüp saçılmak için en kısıtlı
zamanlarımı kollayan ütüsüz giysileri, yıkandıkları halde lekeli kalmayı
sürdürenleri; gevşeyip sarkan düğmeleri ve daha da terbiyesizleşerek bulunduğu
yerde alay edercesine ipini bırakarak çekip gidenleriyle birlikte; adeta bir
sorun yumağıdır içi. Neyse ki ben, kuru kalabalıktan artan ve birbirlerini
şiddetle reddeden giysileri bile, özenle seçtiğim takı renkleri üzerinden
kolayca barıştırabilirim. Arada bir inat edip direniyorlarsa da, günümüzün çılgın modasıyla onun
dokunulmazlık zırhı sizce ne zaman işe yarar!
Giyinince sorunun önemli bir kısmı
çözümlenmiş demektir. Sinirlerim kendiliğinden yatışır. Uzun kirpiklerimle
yüzümün buğday renkli tenine okşarcasına, ağır ağır sürebilirim fırçaları.
Güzellik uzmanlarının meslek sırrı olarak sakladıkları makyaj hilelerinin
tümünü kullanır, tutkuyla bağlandığım pastel tonlarını rakipsiz kılarım.
Neyse ki saçlarım ahenkle dans
eder. Etmezse sıkarım avucuma köpüğü, o ettirir!
Sıra en hummalı seçime gelir
sonra. Mini çantayı moda yapanlara iltifat edecek değilim ya! Dilimin
döndüğünce okuyup üflüyorum işte. Kremdi, parfümdü, anahtardı derken;
itelemesem para cüzdanını almayacak. Âdet olmuş bunlara da para cüzdanı demek!
Aslında kart cüzdanı demenin sırası geldi de geçiyor... Şöyle renkli,
hareketli, hoş müzikli bir reklamın vurgudan yorgun düşmüş nakaratına bakar.
Bir hafta sonra, ‘para cüzdanı’ diye bir isim kalmaz kimsenin aklında.
Bu arada, dakikalar da durmayıp
hızla geçer. Portmantonun ayakkabı rafına uzanır, giyinirken tasarladığım çivi
topukluyu kaparım. Bana ne diye çökmüş cadı yüzlerini anımsatır bu pabuçlar
bilmem! Üstelik, zavallı belleğimi o uzun burunlarıyla birilerinin bir
yerlerini delmek zorundaymışım gibi de şartlarlar. Kapıldığım karmaşık duygular
yüzünden içim bir tuhaf olur! Ne yaparsın ki moda! Yürürken onlara bakmamaya
çalışıyorum.
Az sonra caddeden geçecek olan
servis aracına yetişebilmek için, tüm hızıyla sürüyor koşturma. Ne yapıp edip
şu araba işini çözümlemeliyim artık.
Sabahları dudağıma astığım sahte bir gülüşle
girerim reklam müdürlüğünün kapısından. Kendinden emin olmakla yetinemeyen, son
derece de seri adımlar atarım. Tüm kadınların saçlarında gölge ve bellerinde
iki parmak açık vardır. Bir yandan çivi topuklu cadı burunlarıyla ortalığı
takırtıya boğarken, öte yandan ayaklı şişeler gibi parfüm yayarlar. Bireysel
özelliklerinin tümü keskin ütü çizgileriyle yatıştırılmış birer kukladır
erkekler. Alaycı bir biçimde, “Günaydın,” derim hepsine. Bu çok sıradan sözcük
kullandığım ton ve vurgular yüzünden, onlarla arama koyduğum uzaklığın ta
kendisine dönüşür.
Şöyle bir göz atar gibi yapıp, aslında
tepeden tırnağa süzerler beni. Her biri kendi çapında, çeşitli düşünceler
besler hakkımda. Olsun! Ben, tümünü yüreğimde mayalanmaya bırakır; atılabilecek
kazıklar için her an tetikte beklerim! Fırsatını bulduğumda affetmeyeceğimi, çaylakların dışında -onlar öğrendikleri
zaman, ne yazık ki, çoktan gitmiş olurlar- hepsi bilir.
Bizim servisten çok sık gelip
geçer ve beni sinir eder bu çaylaklar takımı. Şef hepsini de benim başıma
sarar. Bu yüzden işe başlamalarıyla bırakmaları bir olur. Yapay bir özgüvenin
içinde ağızlarını yayarak, “Ben bu işin eğitimini aldım,” demek zorundadırlar
sanki. O çok yakın gün gelir ve böyle söyleyenlerin hepsi, liseyi bir köy
okulunda zar zor bitirmiş olan bendenizden boylarının ölçülerini de alırlar.
Geçip masama oturur, şeften
gelecek telefonları beklerim. Verilen görüşmelerin hepsine gider, söyleşiyi
güzelce koyulturum. Mimiklerim, fiziğim, bakışlarım ve makyaj hilelerim
işbaşındayken; görüşmelerimin yüzde yetmişi başarılı geçer. Yaptığım
anlaşmaların birçoğunda, koşulların tümü çalıştığım televizyon kanalından
yanadır.
Müşterilerden hiçbirini anlaşmayı
imzalamadan önce teklife yeltenecek kadar yüreklendirmem. İmzadan
sonraysa, “Prensiplerime aykırı!” diyerek kestirip atarım.
Önce beni anladıklarını söyler,
sonra profesyonelliğimi övmeye kalkarlar. Sığındıkları limanda çırılçıplak ve
savunmasızdırlar. Keyifle gözlerim. Aslında ben, en çok da sinsiliğimi
severim!
***
Bu akşam, iş çıkışı yürüyen
merdivenlerin önünde Yayın Müdürü’yle karşılaştım. Korkunç şık, korkunç kibar
bir adam. Saatine bakıp, “Servisi kaçırdınız!” dedi.
Çağlar’ın nefret ettiği çarpık
gülümsemeyi dudaklarıma asıp, “Ne yazık ki evet!” dedim.
Öyle çok ısrar etti ki beni evime
bırakmak için, kıyamadım. Kapıda sanki davet bekler
gibiydi... Ne sankisi, basbayağı
bekliyordu; bende bu dağınıklık olduğu sürece daha çok bekler!
Çağlar’ın etkisinden tümüyle
kurtulduğumu sezinleten, durup dururken birden içimi aydınlatan güzelim yaz
akşamı! Ne iyi etmiş de tam zamanında sıyırıp atmışım onu yaşamımdan.
Kilo almamalıyım. En iyisi yemeğe
boş verip müzik açmak. Civciv sarısı koltuğuma uzanır uzanmaz çalıyor kapı!
İşte bundan nefret ederim: Özel olanların dışında hiçbir konuğu kabul etmediğim
evimde yalnız yaşıyorum. Zırt fırt çıkıp gelecek yakınlıkta arkadaşlarım yok.
Mutfağınki de dâhil olmak üzere, tüm gereksinimimi büyük alışveriş
merkezlerinden kendim yaparım. Çöp günleri dışında beni rahatsız etmemesini
kapıcıya defalarca sıkıladığım halde, yine de çalar bu kapı.
Aaa! Devlet babanın yorgun
postacısı, zahmet edip buralara kadar gelmiş! Adam bana yassı bir zarf
uzatırken, ben onun gırtlağına sarılmak istiyordum. İri gözleriyle önce bir
güzel süzdü, sonra sözcükleri özenle tartarak, “İcra’dan geliyor!” dedi.
Sanki icraya verilen kendisiymiş
gibi buruşturduğu yüzüne “pat!” diye çarptım kapıyı. E kusura bakmasın artık, o
zarfı ilk gelişinde alacak kadar da salak değilim.
Nereden çıktı bu sersem şimdi,
durup dururken amma canımı sıktı!
Vicdansızlar, kim bilir ne kadar
faiz koydular üstüne. Nasıl ödeyeceğim ben bu parayı? Olmalı, bunun bir çözümü
olmalı. Uff! Biraz avans çeksem... Faizi çığ gibi büyüyor, avansla falan
yetişilmez ki!
İçeride biriken emekli ikramiyemi
istesem... Yok yok, yapamam. Dümdüz, çok basit; işçilerinki gibi bir mantık!
Aslında Yayın Müdürü... Yok daha
neler, ‘dakika bir, gol bir’ der gibi; bu kadar onursuzluğu ben bile yapamam!
Kendimi servise zor attığım yorgun
akşamların birinde, şoför ‘damardan arabesk’in en ağır kasetini sürdü teybe.
Bir de koridorun öbür tarafındaki dişlek kızın yanındaki arkadaşıyla başlattığı
gevezelik eklenince, dayanamayıp minik radyoyu çantadan çıkardım. Arapsaçına
dönmüş incecik kablolarını düzeltip kulağıma yerleştirdim, işte müzik! Bütün
engellere rağmen hızlı yükselişini sürdürerek gençliği sarıp sarmalayan Türk popu!
Nasıl yatışmasın ki sinirlerim!
Şarkı aralarındaki sessiz
saniyelerin birinde, dişlek kızın Yayın Müdürü’nden söz ettiğini duydum.
İşaretparmağımı yavaşça uzatıp, müziğin sesini tümüyle kıstım!
Önce bilinmeyen numaralara
ulaştım, sonra kendime akşam yemeği için güzel bir yer ayırttım. Talihin yüzüme
açıkça güldüğü ender zamanlardan biriydi; çünkü elime aldığım ilk giysi hem
ütülü, hem de lekesizdi. Gevşeyip sarkan hiçbir şey yok, takı konusunda seçenek
çoktu. Pastel tonlarımla yeni kesilmiş saçım, liseli kızlar gibi masum ve
çekici kılmıştı beni.
Mini çantama bile kızamıyor; cadı
burunlu pabuçlara gözümü dikip, ‘son bir şans ha, son bir şans!’ diyerek
kahkahalar atıyordum.
Saat altıya doğru çağırdığım taksiye binip yola
koyuldum. Benim ayırttığım masanın epeyce uzağında bir yerdeydi onunki. Tek
başına oturmuş içkisini içiyor, sık sık kolundaki saate göz atıyordu.
Geldiğinde, onun karşısında oturacak olan kadını görebileceğim bir biçimde
yerleştim masaya. Konuşacaklarını duyamayacağıma göre, beden dilleri ve dudak
okumayla yetinmek zorundaydım.
Benden beş dakika sonra gelen sarışın kadın boylu
boslu, balıketinde ve çok güzeldi. Bir şeylerin eğitimini almış olduğu da
belliydi.
Çiftin tavırlarından karşılıklı olarak bir
kırgınlık akıyordu önce. Sonra, kısa kısa cümlelerle çekinerek süren bir
konuşma başladı aralarında. Cümlelerin uzayıp zenginleşmesiyle beraber, her
ikisinin de yüzündeki gerilim silindi. Adam masanın üstündeki bembeyaz eli
tuttuğunda, beynimde bir şimşek çaktı. Aceleye getirmek istemiyor, sakin olmaya
çalışıyordum. Gözlerinden okunan mutlu bakışları yürekten kahkahalar izledi.
Birbirlerine ‘çocuklar için’ tanıdıkları bu son şansın gittikçe büyüyüp
geliştiğini görünce, çantamı alıp kalktım. Sendeleyerek yürüdüm masaların
arasından. Tepelerinde dikilmeye çalışarak, “Merhaba!” dedim. Düşüyormuş gibi
yapıp masanın kıyısına tutundum; mutlu çifti büyük bir keyifle yeniden
selamladım. Müdür’e daha yakın olduğum için, sandalyesine doğru yasladım
gövdemi. Sürekli bozulan bir dengeyle başka ne yapabilirdim ki? Toparlanmaya
çalışırken sağa doğru atılmış yarım yamalak iğreti bir adım, hemen peşinden
kendi etrafımda azıcık dönüş... Ne bekliyorlardı ki! Kucağına doğru yanlışlıkla
kayıverdim adamın.
Sendelemek falan neyse de, insanın ayıkken peltek konuşması,
hele arada bir de hıçkırmak zorunda kalması; tam bir çıkmaz sokaktı doğrusu.
Düşmemek için kollarımı boynuna doladım. Yuvasından uğramış gözlerine bir kez
daha baksaydım, gırtlağıma geri tıktığım kahkahayı asla orada tutamazdım.
Dudaklarımı büzüp, “Geçen akşam beni eve bıraktığında ortalık çok dağınıktı,”
dedim. “Bugün toplu!” Kadın çantasını alıp sessizce kalktı. Müdür hâlâ
ayılamamıştı. Gözlerimi devirerek, “Aaa!” dedim. “Arkadaşın gidiyor!” Onun bu
davranışını çok yadırgıyor, bir türlü anlam veremiyordum; ne vardı sanki şimdi
gidecek! Başım öylesine dönüyordu ki, ancak dudaklarımı yalayıp gözlerimi
devirerek konuşabiliyordum. “Ama... Neden ama...” deyip ağlamaya başladım.
Tabii, benim yüzümdendi; hep benim yüzümden! Ne kötü insandım ben böyle! Hiç
ister miydim onun gitmesini?
Müdür her şeyi bir yana bırakıp
beni avutmaya başladığında, “Alın size, ‘çocuklar için’ birbirinize tanıdığınız
son bir şans!” dedim.
O tatsız akşamın üzerinden tam bir
hafta geçtiği halde kendimi affedemiyor, suçluluk duygusu içinde kıvranıyordum.
Aramızda hiçbir şey olmadığını gidip karısına anlatacağımı, sarhoşluk gibi
saçma sapan bir nedenle kimsenin yuvasını yıkamayacağımı söylüyor; ama bir
türlü dinletemiyordum. Sonunda dayanamayıp, böyle ufak tefek şeylere kafamı
takmamı yasakladı Müdür. Doğrusu çok üzüldüm!
Lüks yerlerden oluşturup bana
sunduğu seçenekleri çoğalta dursun o, ben onu minicik restoranıma çekebilmenin
yollarını arıyordum. Dış cephesindeki kemik renkli yağlıboyanın göz alıcı
parlaklığı, incecik oyalar gibi işlenmiş saçaklarıyla denizin kıyısında
unutulmuş kremalı bir pastaydı sanki! Çoktandır gitmemiş, özlemiştim de
üstelik.
Önceleri kibarca direndiyse de,
kısa zamanda sıkı bir alışkanlığa dönüşen hafta sonu yemekleri hep benim
restoranımda yendi. İki günde bir, geç saatlere ayarladığım restoranın çay
bahçesindeki buluşmalar da eklenince yemeklere; hızıyla baş döndüren bir
yakınlaşmanın içinde bulduk kendimizi.
Ve bir gün, beklediğimin yanı sıra
hiç beklemediğim bir şey daha yaparak beni çok şaşırttı: Renkli kutunun
yayınlarını da getirip, kalbiyle birlikte yöneteyim diye mavi bir boncuk gibi
bıraktı kucağıma.
Korkunç şık ve korkunç kibar, bazı
televizyon ve radyolarda bu sözcüğün bir başka kullanımına kafayı takıp, “ ‘Korkunç güzel’ nasıl olur?” diye soruyor “ ‘Dil’in eğitimini almış” ukalalar.
Sorsunlar; onlara inat, ben bu sözcükleri böyle kullanmayı seviyorum!
Neyse; biz konumuza dönelim, ne
diyordum? Hah, artık yalnızca bana ait olan korkunç şık ve korkunç kibar
Sevgili Müdür’üm, kredi kartlarımın borcunu ödemedi; ama birimler arası
yükselişimi oldukça iyi bir primle ödüllendirdi. İcradaki dosyayı kapattığım
gibi, tutarları düşük birkaç senet karşılığında temiz bir ikinci el araba bile
aldım.
Çağlar duysa çatlardı. Yok
çalıştığım sektör bizi kobay olarak kullanıp yöntemlerini ilk bizim üzerimizde
deniyormuş da; renk, ışık ve devinim: reklamın büyülü dünyası roket hızıyla
yükselttiği değer ‘tüketim çılgınlığı’yla ilk bizi vuruyormuş da. Her birimize
onca maaş veriyor da geçinmemize izin vermiyormuş da!
Saçma; kim kimi deniyor, kimi
vuruyor? Alışveriş yapsınlar diye insanların başına silah mı dayıyorlar canım,
yapmasınlar!
Dün benim doğum günümdü.
Restoranımızdaki özel bir yemekle kutladık. Sevgili Müdürüm, evlilik teklifine
eşlik eden pırlantayı parmağıma takmak için bana doğru biraz eğildi. Sağ
omzunun arkasındaki camda Çağlar’ınkine benzeyen bir siluet gördüm. “Yok
canım!” dedim kendime, hiç olur mu öyle şey! Bunca aradan sonra!
Ben ondan artık tümüyle umudu
kesmiştim; şimdi ne diye çıkıp gelsindi ki bu kıyıya?
“O değildir,” diyerek yakışıklı
Müdürüm’ün gözlerindeki aşka gömüldüm.
Kararlıydım, bakmayacaktım! Ve ne
yazık ki, siluetin ağır, değişmeyen bir hızla yaklaştığını bakmasam da
görebiliyordum. Tanınacak kadar büyüdüğünde; karşımdaki adamın söylediklerinden
tümüyle koptuğumu, o an yüzümde aptalca çizgilerin bile bulunuyor olabileceğini
düşündüm. “Dudaklarımdaki gülümseme duruyor mu?” diye yanaklarımı azıcık
kastım; evet, duruyordu, bu iyiydi. O sürekli konuşuyor, ama ben hiçbir şey
duyamıyordum; telaşı boşlayıp düzenli aralıklarla başımı sallamaya başladım;
henüz bir pot kırmadığımı anlayıp rahatladım. Öteki, hemen bakmazsam
göremeyeceğim bir yana, restorana ait ek binalara doğru yöneldi. Sonunda
baktım, saç-sakal içindeki yüzüyle neredeyse burun buruna geldim. Sigaraya
başlamış, korkulacak kadar çok kilo vermişti. Üstü, başı; avcuna sadaka
bırakılacak bir durumdaydı!
Yüreğimde acımasızca çarpışan iki
duyguyla bunalımın eşiğinde; kalakaldım. Birden kabaran garip bir öfkeyle ayağa
fırlayıp, çay bahçesine çıkmak istediğimi söyledim. Şaşırdı, “Ne yapacağız
bahçede? Üşürsün!” dedi. Gerçekten de güzün serinliği yerleşmişti havaya.
“Güneşin batışını izlemek istiyorum!” dedim.
“Güneş oradan batmıyor ki!” dedi.
Bazen ne kadar dayanılmaz oluyor. “O zaman ben de
doğuşunu izlerim, geliyor musun gelmiyor musun!” deyip yürüdüm. Döküntülerini
toplarken, “Deli şey!” diyerek güldü.
Tümü boş olan masalardan onun beni en iyi
görebileceği yere oturdum. Müdür’üm de gelip karşıma kondu.
“Çağlar Bey’imize de bak!” diyordu içimdeki şeytan.
“Aylardan sonra ilk kez, o çok sevdiği ‘deniz kıyısı yürüyüşü’ne başlamış
demek! Ve bu restoran binası yüzünden, edebi gezisi kesintiye uğramış; öyle mi?
Çok yazık!”
Gel bakalım Çağlar Bey gel, gel de şu işi
bitirelim. Budalanın kim olduğunu bir kez daha görelim, gel!”
O, işlemeli bahçe parmaklıklarına yaklaşırken; ben
Müdürüm’e yüzük için yeniden teşekkür etmeye, eşsiz bir incelikte olduğunu,
kadın ruhundan anladığını falan söylemeye başladım. Müdür iltifatlarını
sıralarken, Çağlar elini uzatsa bana dokunabileceği bir yakınlıkta ve hâlâ dalgındı.
“Kendi masallarıyla kendini uyutmuştur bu sersem,”
deyip uyandırmak için hırçın bir kahkaha attım. Yanı başımda adeta sıçradı. O
sırada karşımdaki müdürün şaşkın bakışlarını düşünecek durumda değildim.
Öylesine yabancılaşarak baktım ki Çağlar’a, işte bu
en son, en güzel darbeydi. Yüzündeki perişanlığın sakalından ya da
zayıflığından değil, asıl gözlerindeki acıdan kaynaklandığını o zaman anladım.
Sanki içime, haydi açık olayım, yüreğime bir kıymık saplandı.
Orada durmuş bana bakıyordu. “Acaba bir rezalet
çıkarır mı,” korkusu kıymığın yerine geçtiğinde; Müdür, “Ne bakıyor bu adam
böyle?” dedi.
Çekip gitmek için,
“Aman ne bileyim ben!” dememi bekledi; sersem! Söylemiştim ona! Şiir, hikâye,
edebiyat önemli elbet! Ama belleğinde dizeler oluşturarak kıyıda yürüyen şair,
şu restoranla karşılaştığında yolunu onun çevresinden geçirmek zorunda kalır!”
demiştim.
Ona son kez baktığımda, ilk gördüğümden de küçüktü
silueti!