Ali Cengiz'in Kahvehanesi ve Müdavimleri

Hiç dikkat çekmezdi Ali Cengiz’in kahvehanesi. Köhne bir sokakta güneş ışığının girebildiği camlı kısmın üzerinden sarkan lime lime olmuş Hint sarısı tülün  sakladığı bir yerdi orası. Yolunuz düşüp de giderseniz; içeri girince beş altı masayı kucaklamış şarap rengi duvarların üzerindeki kara çerçeveli bir kaç resimle bol yağ lekesi gözünüze çarpar. Sobalıdır orası. Kış mevsiminin bu kıymetli eşyası baharla birlikte sökülür, sigara dumanından bunalmış saksılarla birlikte sokağa atılırdı. 

Yeşil örtülü masalar en temiz yeriydi kahvehanenin. Ali Cengiz her sabah erkenden bu ekmek kapısını ardına kadar açar; akşamdan kalma oyun kartlarını, karalama kâğıtları, kalem ve izmaritleri toplar, dağılmış gazeteleri yenisiyle değiştirip her birini içtima düzenine soksa da müşterilerin gelmesiyle bir başıbozukluk başlar esenliklerine serseri mayın olurdu gazeteler. Bazı müdavimler, evinden kaynaklanan bir öfkeyi de sürükleyebilirdi buraya. İçeri girer girmez ak kavaktan yapılmış sandalyeleri sağa sola iterek, “İstemesek de ayağımızı kesemiyoruz yahu! Şuna bak, sandalyeleri bile Nuh Nebi’den kalma!” deyip tıslayarak gözüne kestirdiği bir yere otururken Ali Cengiz’den, “Nostalji, nostalji baba nostalji.” yanıtını alır, bir başka sakin Ali Cengiz’e doğru omzunu vererek, “Bugün tersinden kalkmışsın Ali! Adam doğru söylüyor, geçenlerde değiştirmeye kalktı, biz engel olduk. Öyle değil mi Sami?” der, Sami, “Öyle, öyle sen hastaydın o zaman...” deyip “Ev ile burası ne fark eder sen yaşlandıktan sonra... Boşuna tıslama; ha nohut ambarındasın ha fasulye...” gibi sözlerle sohbeti sürdürürlerdi. 

Allah’tan fazla ayrıntısı olmayan bu yer bol güneş alırdı. Bu gündüz müdavimlerinin sigarayla nargile dışında tek alışkanlıkları demli çaylarıydı. Ali Cengiz çayı demleyince sormadan dağıtır, yüzlerine bakmaz soluk alışlarından bilirdi ne isteklerini. 

Bu yaşlı müdavimlerin her birinin beğendiği bir siyasi partisi vardı ve gazeteler okunmaya başlamasıyla bu konu da tartışmaya açılır, “Senin bildiğin gibi değil!” diyerek makaleleri birbirine okuyup tartışırlar, öfkeleri doruğa çıkınca Ali Cengiz, “Ehe, ehe! Ayıp oluyor babalar!...” diyerek olaya el koyardı. 

Haber saatleri dışında televizyon ilgisini çekmezdi onların. Oysa, akşam müşterisi için televizyonun önemi büyüktü. Dekoder alması için Ali Cengiz’i sürekli sıkıştırıyorlardı, ama o şiddetle karşı çıkıp “Bu yaştan sonra pezevenklik mi yapacağım!” tepkisine gençler, “Maç için ağabey...” derdi. 

Gündüzün yorgunluğu bitmeden gelen ve dur durak bilmeyen bu gençlerle zor baş eden Ali Cengiz, “Gündüz babaları, akşam bebeleri!... Benimki de kader mi?” der, bu çilesi gece boyunca sürerdi. 

         Akşam olup da müşteriler değiştikçe tavlalar, kâğıtlar yerinden çıkar, iskemleler ters yüz olur; gürültü, patırtı birbirini kovalar; parasıyla birlikte belâsı da gelse Ali Cengiz’in yüzü güler, “İşte şimdi kazanacağım.” derdi kendi kendine. 

       Ali Cengiz, bahar gelip de dışarı konan saksıların önüne, asırlık çınarın altına ikişer masa atınca, dili dışarıda uzun süre öksürüp “Temiz hava, temiz hava!” diyerek çöreklenirdi bu bastonlular ve her öksürmesinin kesilmesinde morarmış yüzlerini gerip “Allah’a şükür!” diyerek ceplerinden çıkardıkları yarım metre kare mendille burunlarını temizledikten sonra en ciddi ve yürekten sözleri, ellerini göğüslerinde yine, “Allah’a şükür!” olurdu.

         Bu yaşlılar, mevsimine göre kiraz, kayısı, elma, karpuz, kavun gibi yiyecekler de getirip birbirlerine ikram eder, Ali Cengiz’i de unutmazlardı. Atıklarını toplayıp atsalar da mahallenin tavukları kahvehanenin önüne üşüşür, işte o zaman Ali Cengiz’in sinirleri tepesine çıkar, ancak bir şey söyleyemezdi; çoğu arkadaşının babasıydı.

          Ali Cengiz’in onlara çay vermeyi unuttuğu zamanlar pek alınırlardı. Hemen sesi en gür emekli mübaşir Ekrem içeri doğru eğilip “Unuttun bizi Ali Osman!” diye bağırır yanındaki öksürüğü kabarmadan, “Ali Cengiz, Ali Cengiz!” diye hızlı hızlı düzeltir ötekiler ellerini dizlerine vurarak gülerken “Kaşığa dikkat et!” demeye kalmadan birinin eli bardağa çarpar, Ali Cengiz, kırıkları sessizce toplar hesabı akşam çocuklarından alırdı. 

   Şakaları da olurdu bunların; gizemli, nükteli ve Tanrıya yakın... Bir süre sonra  güldükleri şeyin nedenini sorsalar hiç biri anımsamazdı. 

       Sık konuşulan konulardan biri de kahvehanenin önündeki çınar ve onun hakkında bildikleriydi. Ona bakanların hemen hepsi, “Şu çınarın yarı ömrü kadar yaşasam!” sözünü yürekten yinelerdi. 

      Gövdesine kocaman paslı bir çivi saplıydı bu çınarın. Asırlardır neler asılmıştır o çiviye... Şimdi salt Ali Cengiz’in asma kilidi dururdu üzerinde. Osmanlı döneminde dallarında adam bile sallandırıldığı söylenir, yaşlılardan bazıları, kenti basan eşkıyanın karakol komutanını yakasından kavradığı gibi sürüyerek çınarın altına getirdiği ve tam üzerlerinde duran eğik dala astığını anlatır, “Yalan değil, rahmetli babamdan duydum.” sözünü eklerdi. 

   Yazın bunaltısı ta kahvehanenin içine dek sokulunca dışarıda oturanlar sandalyesinin yerini güneşe göre değiştirir, peşinden de masaları taşırlardı. Öğleye doğru Ali Cengiz elinde kovayla kahvehanesinin önünü sularken sandalyesinden kalkmayanlar salt ayaklarını kaldırırdı. Bu onun protestosuydu ve kendince unutulmanın acısını alıyordu. Ali Cengiz içeri girince, “Neden kalkacakmışım dünkü velede; eşek gibi sulasın!” gibi çıkışlar havada uçuşurdu. 

        Ara sıra torunları da gelirdi bunların. Çocuk birden hepsinin odağı oluverir, ona takılıp sorular sorar, çocuğun yanıtına göre abartılı şekilde büyüdüğüne karar verirlerdi. En çok sordukları soru adı olurdu. Çocuğun adını birbirine aktarırken birkaç kez değişir, çocuk bu yanılgıya gülerken onlar da çocuğun gülüşüne gülerdi. 

       Güz gelip de çınardan dökülen yaprakların hışırtısıyla masalar bir bir içeri alınırken yaşlı müdavimler de sandalyesinin peşinden gider, yeniden tülün arkasına tüneyip dışarıyı seyretmeye koyulurdu. 

     Ömürlerinin son demini yaşayan bu yaşlılarda kayıplar da olurdu. Birinin eksildiği gün kahvehane boşalır, hiçbiri aksatmazdı cenaze törenini. Ertesi gün yavaş yavaş yeniden bu mekana dönmeye başlarlar, günlerce konuşmaz, gidenin yerini mutlaka bir yenisi doldururdu...        

Her şeye karşın kahvelerine gönülden bağlıydı onlar…

  Selçuk Sarısaltık/ 1998 Ankara