"Bir ozan gördüm güle
siz diyen
Ve bir sözcük otluyordu çayırlıkta
Mehtap ölüyordu şafak sökerken
Ne mutlu onlara ki aşıktılar ışığa"
Milattan
önce yedinci yüzyılın sonlarında, Kilikya'nın aşağı yörelerinde, denize komşu
kayaların ve ormanların içinde, dev bir sedir ağacının gölgesinde geçti
çocukluğum...
Boğanın Dağları yay gibi bir kavisle uzanır, güzel atlar ülkesi
Kappadokia atlarına biner, o yamaç senin, bu yamaç benim, umursuz ve
çırılçıplak, keçi yollarında, dikenli dağ yamaçlarında dolanırdık. Koyakların
koynunda uyur, Fenikeliler, Likya ve İyonyalılar ve her zaman gülünç işlerden
başını kaldıramayan Friglerle, adı sanı belirsiz Alai, Smyrna, Kydrara kim
varsa herkeslerle, hep birlikte yaşar giderdik. Günün bir yarısında inci
damlaları düşer, diğer yarısında güneşler açar ve çılgın sevinçler eşliğinde
bağrıştığımızda, kurtlar kuşlar bize eşlik eder, çengilerle yankılaşıp
öterlerdi. Yosunlu, yeşil yamaçlarla süslü tepelerde, sütunlarında altın renkli
ışıkların, gizil dehlizlerden, incecik ışıltılarla ovaya uzandığı ve yolcuların
iremlere kavuştuğunu sanıp, günahlarının bağışlandığı, tabanlığında aynaların
parıldadığı, bal renginde çakımlarla görklü, eteklerinde gölgelerin uzandığı,
som mermerden tapınaklar boy gösterirdi.
Ve
yaşamımız, sevişmelerle dolu, ete, eteğe düşkün, çılgın deveranlarla
örgün, kösnüllükler içinde geçerdi.
Buralarda o zaman tanrıça Selene'ye öykünen bir Selene daha yaşadı ama
lahitinin taşları belkide Port-Said limanının girişini süslüyordur artık.
Tabutundan lavanta şişeleri sarkar, mavi sürmeliği yanı başında dururdu.
Cesetine dokunduğumuzda bir kar tozanı gibi dökülüvermişti. Yaşarken
yosunlardan eli boyanır, çiçeklere parmakları bulanır, kasık vadisi de dallarla
oyalanırdı.
Ah
bakın sepetleri değiştiren Kythera otların arasında koşmaya başladı, çıkrıkla eğirmek
için koyunların yününü kırkıyorduk. Gölgeler okeanosu kapladığında, bir düğün
akşamı, flütlerin sevdalı, santurların uyumlu sesleriyle, büyük alaylar halinde
Floksera'yı alıp götürdüler. Üç kese zehiri de yanında götürdü çılbız!.. Pabuçları toza bulandı giderken,
sandallarının altında menekşeler ezildi, burçaklara basıp, keten çiçeklerinin
mavisine gömüldü. Dağdaki kör adamı da götürdüler, su perilerini gördüğü
için gözlerinin ışığı sönmüştü,
girdikleri su dizlerine dek geliyor diye haykırırdı bazan. Tırnakları ağustos
böceği kanatları gibi ince, göğüsleri sümbül çeneği gibi kokuluymuş. Nilüferler
koparıyor, ayrık kalçalarında sular halka halka oluyormuş...
Ölülere
yakarı amacıyla, kaval çalıp, tütsüler yakmak için sazları kesiyoruz, ağıtlara
durulacak. Kızlar öpücükler atıp avuç
avuç üflüyecek bizlere, akrep yanığı gibi ahlar vahlar edip yanıp tutuşanlar
var şimdiden. Aşağıda keçilere ot
veriyor, kuyulardan su çekiyor Omera, ak memeleri yavrularla beraber soğurup
emiyor, öpüp seviyor, bütün gün diliyle yalayıp yutuyor sanki çilli uçları.
Bahar yağmuru eşikleri ıslatırken, çisentiyle ağırlaşan dallarda havayı
baygınlaştırıyor çiçekler. Bal
sinekleri vızıltıyla saklanacak yer arıyor.
Salyangozlar sürünerek ilerliyor, iri güllerden sıçrayan damlalar,
ellerimi, boynumu ıslatıyordu. Embriyo gibi akışkan isteklerimize eşlik et; ey
Kıbrıs kuşu coşkuyla ötüver, kırmızı zambaklar, sürmeli gözler gibi güller
açsın, kaya yosunlarından belime bir kuşak yaptım, su perilerinin uyluklarında
dolanıyor ellerim. İnci bilekli, gümrah karacalarla ot döşeklerde geceliyoruz.
Kimi zaman tepenin ardından ötekilerin boynuzu görünüyor. Bir gün batımı Sart'a düştü yolumuz, Liduyen
kalçalar sardı çevremizi, gül goncası yüzüklerimiz parmaklarını, defne kakmalı
kolyelerimiz ak gerdanlarını süsledi kurtulmalık olarak.
Sazlar
çamurlar içinde yüzen bir kervan, benekli sığırlarını, oğlak ve koyunlarını
dereye indiriyor. Elleri arkasında, hayvanları izliyor kahraman Perseus...
Ölümünü anlatıyor; Truva'nın öyküsünü... Yan tarafta, Melisa'nın bir erkeğin
karşısında ilk soyunuşunu dillendirip, aşkı öğrendiği geceyi betimliyorlar.
Mavi gözlü ay yürüyor. Çiriş otlarının içinde çekirgeler sıçrıyor. Kovuklarda
balsinekleriyle, sarıcalar vızıldıyor. Sakallı keçiler, tekeler kızışmış, köpekler
gölgelerde bekleşiyor. Perge'den gelen yün eğiriciler, sessizlikle tuhaf
tılsımlı bir düşe yatıyorlar. İşte Persefone, yeraltı tanrıçası, yüzü gülmeyen
kısır tanrıça, üç siyah dişi koyun verdik ona... Gölgelerin karanlığında yitip
gitti. Ksantippe bile sevincinden sarardı, çünkü çaldığımız flüte bir o
dudağını yapıştırıyordu, bir ben. Nasıl da korkuyorduk ölümden, afyon çiçekleri
topladık öğle boyunca...
Karanlık
bastığında, yeryüzü bizim ve tanrılarındır. Alçak dalların arasında ceylanlar
uyur. Geceleri ormanın içinde yalnız ikimizin gittiği gizemli bir yer var;
gizemli bir gül fidanlığı. Gece gül
kokusu öyle güzel öyle tanrısal ki, bir ay görür sevişeni, birde güller, başka
kimsecikler görmez yeryüzünde... Aşığım yine de, ah ne karanlık gece derse, gözlerinde
süzülen samanyolunu göstereceğim ona, taşlar ve yıldızlar candaşımızdır
diyeceğim ve gecenin koynunda sessizce, eriyip gideceğim!..
Kardeşlerim
benimle alay ettiler. Denizlere arpa ve buğday ekilir mi, çayır yeli esti, kar
yuğumlarından çiçekler açıyor sanki, çatal ayakların izi var karda, ortalığı
saltık karanlığın satirleri bürümüş, tanrıların yüzü sulara yansıyor, buzlar
içinde bedenlerini arıyoruz utançla...
İyonya'da ağaçların, meyve yüklü dallarında sincaplar var. Bir atlet
gibi kesilmiş saçlarıyla Zefirus ve ben kutsal şaraptan içiyoruz. Çinko mavisi
saçlarıyla gece, tanrılar doğuruyor. Doğu sularından güneş çakmakta. Sular
üzerinde binlerce ışıktan dudak titreşiyor. Varsıl adalı Sakinas'ın gemisi
meşalelerle geceyi aydınlatıyor. Endymion'la sarmaş dolaşız gece boyunca,
ışıltıda, ak kolunu yavaşça kaldırdı ve sanki birden parmakları aya değdi.
Aşıklarımdan Sicilyalı kadın yemeğimi pişiriyor, Finikeli dul, gelincik tatlısı
yaparak gönlümü alıyor, Trakyalı fahişe, gece pınarları gibi gürleyen manolyamı
okşayıp özlemlerimi dindiriyor. Rahibeler gününde, midye kabuğu kupa arabamla,
bulvardan geçerim, alaylar beni selamlar, utkulu servilerin süslediği yoldan,
tapınağa gelip binlerce gül yaprağının yumuşattığı sedirime çırılçıplak
uzanırım. Halk beni izler...
Altın
pabuçlarım parlıyorken, günnük yakıyor, saçlarımdan aşağı gül yaprağı
serpiyorlardı. Küçüklerin omuzları kanatlı, gençler teke boynuzlu, halk
uğultuluydu. Buhurdanlardan yükselen
lavanta kokularıyla yüklü esrik dumanlar hareler oluşturuyor, çırılçıplak
tenimin küçük adasında; yeşim kapısında, kanatçıklar kıpırdaşıyordu.
Kadife entarili iki kız çalgıyla eşlik ediyor, ditramboslar, Sakız bükolikleri
söylüyordu. Küçük bir güvercin gibi nazlı uçuşlarla dans ediyordu Nitole...
Öldü ve şimdi küçücük bir gölge... Yattığı mermer kederli kokulara bürünmüş,
amfiteatrda yaslar tutulmuş ve doğa öyle çok üzülmüştü ki... Irmaklar,
kayaların üzerinden aşmaya başlamıştı köpürerek, kin ve kızgınlıkla
koşturuyorlardı ayrılmamak için!.. Ah
yüreciğini çırpa çırpa uçtu gitti,
ölüm bu; bir düşünce aldı beni, ne
üzülmüş,
ne sevinmiştim; ne yapayım, gece yarıları tek başıma
çiçek tarhları arasında
gezinmiştim.
Yaşam
güneşin alevi adına sevinçle haykırırken, ölüm de, Hades'in güneşi adına bizi
çağırıyor sanırım!.. Ve ben Mellerope,
ta İllirya'dan Bythinya'ya yaşam güneşi uğruna gönüller doyurmuş, yeşil
gözleriyle ünlü kutsal fahişe, işte o günleri böyle geçirmiştim...
...
Milattan önce yedinci yüzyılın sonlarında,
Kilikya'nın aşağı yörelerinde, denize komşu kayaların ve ormanların içinde, dev
bir sedir ağacının gölgesinde geçti çocukluğum...