Anı: Eylül 1981, Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Cezaevi. Yazılış tarihi: Eylül 2006,
İstanbul.
-25 yıl sonra dönüp baktığımda-
“Kurallar, yasaklar ve yasalar,
çoğu zaman sadece kural, yasak ve yasa olduğu için yürürlüktedir”; ama
derinizin altından benliğinize, ömrünüze giydirirler bunları… Önceleri vahşi kısraklar gibisinizdir;
eyerlenmek, mahmuzlanmak katlanılmazdır ve kimse ömrünüze gardiyan olsun
istemezsiniz. Ama ne gam, yadsırken bile bilincinize
nakşedilir pek çok şey. Sonra bir bakarsınız kendinizin polisi,
başkalarının gardiyanı olmuşsunuzdur.Giderek herkesin birbirini denetleyip
gözetlediği ve başkaları tarafından yazılmış bir toplumsal reçetenin okunmaz
harflerisinizdir artık. Artık ya birileri sizin hayatınızda
mahkum ya da siz başkalarının hayatında gardiyansınızdır. Bu yüzden herkes bir
diğeriyle yazar hikayesini.Bu yüzden herkesin yazgısı, bir diğerinin
hikayesinin yanından veya içinden geçer…Bu oyunun bir yerine alır sizi hayat ve
ya şah ya mat; ya gardiyan ya da mahkumsunuzdur artık…
Mazlumlar da koşullanmalarının,
sınıfsal korkularının onları bıraktığı yerde birbirlerini denetleyip gözetler
ve gündelik hayatta yasakları, kurallar adeta diğerlerinin gözüne sokarak
birbirlerine bir yerlere bakmamaları gerektiğini öğütlerler; eğer tarifi
bozarsanız, tarifsiz hale getirileceğinizi hep anımsatırlar size.Çünkü mütevazı
korunaklarında yaşamlarını sürdürmelerinin tek koşulunun böyle yaşamak olduğu
öğretilmiştir onlara… Bir zaman Diyarbakır Askeri
Cezaevi’nde yirmi yaşımda bir tutukluydum. ”Daha dün annemizin kollarında yaşarken”,
hepimiz hapislik olmuş, koğuşları doldurmuştuk. 1981 kışını büyük bir bozgunun
şiddeti ve şaşkınlığıyla bıçak gibi soğuk koğuşumuzda Apaçiler gibi
battaniyelere sarılıp bit ayıklayarak ve mütemadiyen dayak yiyerek geçirmiştik. Baharla birlikte duruşmalar başlamış, üç
numaralı tıraşlı kafalarımızla yirmi ila otuz insan yumurta sepetlerine dizilir
gibi, o dar, havasız ring araçlarında birbirimize kelepçelenip zincirlenerek
askeri mahkemelerdeki duruşmalara götürülüyorduk. (Bugün büsbütün unutulmuş
görünen o askeri darbelerin duruşmalarına…) Duruşma salonuna kelepçelerimiz açılıp sanık
taburelerine oturtulduğumuzda, bir subay tepemize dikilip bağırıyordu: ”Duruşma esnasında sağa, sola, geriye bakmak,
kıpırdamak yasahtır. Uymayanlar mahkeme vukuatlı sayılacaktır anlaşıldı mı
leyn!” Sonra hukukçular, basın mensupları ve sayıları bir
elin parmaklarını geçmeyen izleyiciler içeri alınıyor ve uzayıp giden o
duruşmalarda saatler boyu yüzümüze konan bir sineği bile asla kovamıyorduk. Mahkeme salonunun ışıklı, dar
penceresinin bir ucunda bir yeşil dal, yaşadığımız onca cehenneme rağmen,
dışarıda hayatın daha gürül gürül aktığının ve baharın bir kez daha geldiğinin
tek kanıtı oluyordu gençliğimiz için… Anam ise bütün bu yasaklardan
bihaber, nizamiye kapılarında saatlerce bekledikten sonra duruşmaların izleyici
bölümünde beni bir kez bile göremeden dönüp gittiğinden yakınıyor ve
mektuplarında: ”Kurban olam, mahkemede bir kere
dönüp baksan, bir yüzünü görsem!” diye sitem ediyordu. Sonra görüş kabinlerinde çift cam,
çift tel örgülerin arkasındaki ışık kırıntılarında birbirimizin yüzünü tam
seçemediğimiz o sınırlı ziyaret dakikaları telaşlı bir sesle yeniden
bağırıyordu: ”Duruşmalarda tam arkana bak,
arkana, unutmaa, ben mahkemelerde tam arkanda oturuyorum, sakın unutma oğluum!” Ziyaret kabininde ise yanımda
hep iki komando er ve ellerinde anamın hiç göremediği coplar… Duruşmalarda
dönüp arkama bakamadığımı anlatamıyor, hiçbir şey konuşamıyor, ona yazamıyorum
da; çünkü ne ziyaretlerde ne mektuplarda cezaevinden, mahkemelerden,
özetle o koşullardan söz etmemiz yasaktı… Anam ise hiç bilmiyordu bütün
bunları ve hep dönüp bakmayı unuttuğumu sanarak yeniden, yeniden uyarıyordu: ”Kadan alam, görüş yerinde
seni bağrıma basasım geldi, kara gözlerinden öpesim geldi. Neden dönüp
bakmıyorsun bana? Bir kere başını çevirsen, yüzünü görsem! Bu kadar hakkım yok
mu oğlum benim?” Koğuştakilere, “Artık dönüp
bakacağım,” diyorum; onlar ise: ”Sakın bakma!” diyorlar: ”Bakma,
sakatlarlar seni! Direniş dedin mi daha büyük olmalı. Bir defa dönüp geriye
bakmaya değmeli…” Yeni bir duruşmada, mahkemenin olanca
ciddiyetinin ve rütbeleri birbirinin üzerine eklense birkaç general edecek
mahkeme heyetinin, bir de tepemize birer adım aralıklarla dizilmiş inzibat
erlerinin arasında birden -sanki hiçbir sorun yok- muş gibi- sımsıcak gözlerle
dönüp baktım anama. Baktım ve acıyla, sevinçle karma karışık gülümsedim
ona… Eşarplı yüzündeki kasvet,
birden çocuksu bir sevince dönüştü o an; ağlamaklı bir heyecanla o da bakıp
bakıp gülümsedi bana… Tepemdeki inzibat salondakilere sezdirmeden
fısıltıyla homurdandı bir süre: ”Iııhı, önüne bak, önüne, orospu çocuğu,
görürsün seen!” Artık mahkeme vukuatlıydım, dönüp yeniden,
beş on saniye daha baktım. Mahkeme salonunun dar penceresindeki o bahar dalının
camdaki ışıltıyla bize gülümsediği gibi gülümsedik birbirimize; o
yasakların orta yerinde gözlerimizdeki parıltılar adeta değdi birbirine… Ben, onun o sınırsız şefkatine ve belki
çocukluğumun en güzel anılarına, sanki çocukluğumda mahmur uyandığım sabahlarda
onun o unutulmaz sevecenliğine yeniden bakarken, yargıçlar ve tepemizdeki
inzibatlar, tedirginliklerini basın mensuplarına, hukukçulara
sezdirmemeye çalışıyor ve bu yasağı böyle pervasızca ihlal edişimin
hesabını duruşma çıkışı soracaklarını nasılsa biliyorlardı… İnzibatlar, o an için müdahale
etmediler, ama duruşma bittiğinde bir astsubay, mahkeme için taktığım
kravatı kavrayıp o kalabalıktan ayırdı beni. Birlikte yargılandığım
arkadaşlarım kelepçelenip cezaevi ring aracına götürülürken, ben ise boş mideme
ve suratıma inen yumruklarla soluksuz yıldızlar sayıyordum… Sonra cezaevi ring
aracının görevlilerine beni teslim ederken de uyardılar: ”Bu puşt mahkeme vukuatlıdır. Cezaevinde
gereği yapılsın…” Gereğini yaptılar da(!) Cezaevi iç
güvenlik amiri yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın sadist teğmeni Osman, o uzun ve
yarı aydınlık koridor boyunca bir yandan copluyor, bir yandan hınçla
bağırıyordu: ”Sürüüün anasını s …ti ğimin çocuğuu,
sürün ulaaan!” Dışarıda bahar; benim on dokuz
yaşım, devrim düşüm, o rutubetli koridorlarda toz yutan gençliğim sadist
teğmen Osman’ın zulmü ve boş bir mideyle perişandı... Duruşma için giydiğim tertemiz
giysiler, koridoru baştan sona birkaç kez silip süpürdü o gün. Koğuşa berbat
halde döndüğümde, burnumdan akan birkaç damla kanın çenemden boynuma aktığını,
sol gözümün altında küçük bir çatlaktan da ayrıca hafif kan sızdığını
gördüm lavabodaki aynada. Koğuştakilerin birkaçı ise çıkışıyordu
bana:”Dışarı çıktığında onu nasılsa görecektin. Neden adamlara fırsat
verip kendini bu hale düşürdün? Biz daha büyük direnişlere saklamalıyız biz
kendimizi!” Onlar da bir yerlere bakmamam gerektiğini
öğütlüyorlardı; çünkü onlar arasında birçoğu da - hem de mağdur ve muhalif
konumda- başkaları tarafından tasarlanmış kurallar silsilesinin ve yasaklar
reçetesinin okunmaz harfleri halindeydiler artık… O gün sular kesik olduğu için
yıkayamadığım yüzümde koyulaşıp kuruyan kan izlerine bakarken, pişman olup
olmamam gerektiği konusunda sanırım net bir fikrim yoktu. Konunun bu boyutunu
şimdi çok iyi hatırlamıyorum. Sonra yıllar geçti; yıllar da,
acılar da zaten hepgeçmek içindi ve önce 12 Eylül, sonra anam
hayatımdan ayrı ayrı çıkıp gittiler. Biri büyük bir nefretin, diğeri ise
ömrümce tanıyabildiğim en büyük şefkatin derin ve unutulmaz izlerini nakşettiler
bilincime, anılarıma. O gün cezaevi koridorunda kirlenen
elbiselerim de yıkandı, sonra eskidi ve atıldı muhtemelen. Yüzümdeki birkaç
darp izi de beş on günde kapandı gitti... Şimdi, tam çeyrek yüzyıl sonra dönüp
geriye baktığımda, o dönem nizamiye kapılarında birçok travma yaşayıp uzun
yıllar ruhsal tedavi gördükten sonra 1995’te yitirdiğim ve artık
sadece fotoğraflarına bakabildiğim anama, yani dünyaya gelmeme sebep o mübarek
insana karşı meğer o gün dönüp bir insan ve bir evlat oluşuma bakmışım
ben. Asıl insanlığıma bakmışım… Orada üç beş tokattan
sakınmamakla onun o sonsuz ve karşılıksız sevgisine o saniyelerle sınırlı
sürede de olsa yakışmışım… Kuşkusuz herkesin anılarında hatalar, yaralar vardır;
ama geçmişinizin sızıları, yaraları ne kadar azsa, o kadar barışık bir
vicdanınız, o kadar da huzurlu bir geleceğiniz olur. Belki bu yüzden, şimdi bu yazıyı yazarken bir iç
huzurla el sallıyorum anısına. El sallıyor, anamın ve çoğu kez kendi
kahramanlık hikayelerimizin gölgesinde anmayı unuttuğumuz bütün 12 Eylül
analarının mezar taşlarını öpüyorum… İşte bazen bakmamamız gerektiği söylenen
bir yerlere baktığımızda, belki orada yasaklara değil de, asıl
insanlığımıza bakmış oluruz biz… Size de bazen bir yerlere bakmamanız gerektiğini
söylerler... Bunu hep söylerler. Fakat siz aldırmayın ve muhakkak oraya dönüp
bir bakın. Bakın, belki bir gün, yıllar sonra dönüp
geriye baktığınızda tıpkı benim gibi pişman olmayacaksınızdır…
Sunu
grafiği & fotoğraf: 1981'de Diyarbakır Askeri mahkemesinde
duruşmada Mendi Zaza ve arkadaşlarıyla. Okla İşaretli olan Yılmaz
Odabaşı.