" Zira, katı olan her şey
gibi bazı hissiyatlar da buharlaşır ve
geriye sadece gerçekler, bir de yapıtlar
kalır…"
Y.
Odabaşı
Nobel ödülü, her yıl sadece nitelikli
yapıtlar üreten yazarlara değil, yaşadıkları ülkede ve dünyada totaliter
rejimlerle mücadele eden, resmi ideolojiler karşıtı ve insan
hakları savunucusu yazarlara verilir. Bu vurgular, Nobel tüzüğünde de böyle yer
alır.
Fakat bu nitelikler, Türkiye’de "vatan
hainliği" ile eşanlamlıdır... Bu ülkede yakıcı toplumsal-siyasal sorunlara
yazdıkları dışında da duyarlılık gösterenler, her dönem yargılanmış,
hırpalanmış ya da –sözde- aynı kaygıları paylaşan unsurlar tarafından çoğu
zaman "şov yapmak" la suçlanmışlardır. Bunun böyle olduğunu da kendi
geçmişimden, yaşadıklarımdan -yeteri kadar- biliyorum...
Entelektüel hakkında methiyeler yazılır, "taraftar
bulamayacağı halde doğrularını hiç sakınmadan ifade etmenin cüreti hakkında
aydın sorumluluğu"nun altı sürekli çizilir, ama görün ki bu cemaat
toplumunun baskın çoğunluğu entelektüeli asla benimsemez; yazıyla,
demagojiyle yinelenen o entelektüel profilinden çok, bu cemaat kültüründe
istenen daha çok "mürit’tir; bunun böyle olduğuna da tanıklığım
sayısızdır.
Bedelini ödemekten sakınarak kendi restlerini,
kaygılarını yazının dışında paylaşmaktan imtina eden statükocu bir nicel
kalabalık, bu ülkede Jöntürk’lerden bugüne, Cumhuriyet dönemi boyunca hep
iradesiz, imtiyazsız bir güruh olarak genellikle uzlaşmayı ya da kayıtsızlığı
yeğlerken, Dünyada ise Dreyfus olayında Emile Zola’dan, Fransa’nın
Cezayir’i işgaline kendi kamuoyunu karşısına almak pahasına karşı çıkan J.PaulSartre gibi çoğaltılabilecek onlarca örnekle birçok yazı ve düşünce
adamı, saygın imgelerini ve unutulmaz cüretlerini insanlığa ve yazı
adamlarına emanet ederek bizlere hayli anlamlı bir gelenek
bırakmışlardır. Bu gelenek, milenyumda da yazıyla iştigal eden herkese
emanettir!
"Devlet Yazarları" Geleneğinden Bugüne Türkiye’de ise Cumhuriyet
ilanından sonra tek parti diktası dönemleri, Atatürk’ün sofrasında
ağırlanıp parlamenter seçilen ya da büyükelçiliklere atanarak onurlandırılan "devlet
yazarları" geleneği, Nazım Hikmet’le başlayıp, tercihlerini komünist
olmaktan yana koyan ya yazı ve düşünce adamlarının kuşaklar boyu ağır biçimde
cezalandırılmaları ve yasaklanmaları ile, edebiyatın tarihsel sürecinin bir
anlamda kesintisiz bir linç sürecine dönüştürülmesiyle sürmüştür.
Cumhuriyet döneminden bugüne devlet, yazı
ve düşünce adamlarıyla husumetten hiç caymamış ve Nazım Hikmet’lerle
başlayıp, Aziz Nesin’lere kadar yüzlerce yazı ve düşünce adamını kuşatan
bu faşizan gelenek, Musa Anter’in faili meçhul cinayetinden Can Yücel’in
seksen yaşında, -en çok onurlandırılması gereken yıllarda- duruşma
salonlarına çıkarılmasına ve daha düne kadar Yaşar Kemal’den Ahmet
Altan’a, Orhan Pamuk’tan Elif Şafak’a vd. birçok yazı
adamının her tümcesinin didik didik edilmesi ve mahkeme tutanaklarıyla,
mahkumiyetlerle aynı gelenek sürmüştür.
Tıpkı devletin bu gelenekten caymadığı
gibi, kuşkusuz bu ülkede birçok değerli imza da muhalefeti ve cüretinden
caymamıştır. Tıpkı devletin bu faşizan gelenek için bugüne kadar özür bile
dilemediği gibi, bu ülkenin namuslu aydınları da inandıkları ve bedelini
ödedikleri hiçbir cümle için (Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük gibi
istisnalar hariç) asla özür dilememişlerdir…
Haklı ve vakur olan da budur ve kuşkusuz
yazarlığın ontolojisi de bunu, yani hep gerçeğin lehine eleştirel bir
bakışı gerektirir.
Nobel, Türkiye’ye Bir Onurdur
Kendi başbakanını bile -bir başka şaire ait- birkaç
dize için hapse atan bu mantaliteden, böylesi bir sosyokültürel ve siyasal
geçmişten günümüze bir Orhan Pamuk’un yetişmesi, olgunlaşması,
yapıtlarını üretip üleşmesi ve özetle "kendini oldurması" kanımca başlı başına
bir mucizedir…
Bir kurgu ustası olarak Orhan Pamuk’un,
bu şiddet kültüründen, bu linç geleneğinden çıkıp, yirmi dokuz harfli raşitik
bir dil olan Türkçe ile ve bu dil’de daha yüz yılı bulmayan roman geleneğiyle
Nobel alması ise, bu ülkenin karanlık geçmişiyle hiç örtüşmeyen bir onur ve çok
anlamlı bir mucizedir… Bu nedenle bu ödül, Orhan Pamuk’un
değil, Türkiye’nin layık olmadığı bir ödüldür. Bu anlamda Orhan Pamuk,
Türkiye’ye bir onur bahşetmiştir. Evet, bu vakıanın özü kanımca budur, bu
böyledir… Ne var ki, Piri Reis’in haritasından
başka yeryüzü kültürüne, küresel uygarlığa bariz bir katkısı olmamış ve
bugüne dek Avrupa topraklarına sadece bol yağlı güreşçi, birçoğu yabancı
kadrolardan oluşan milli takım futbolcuları ve/ya çok sayıda mülteci,
işçi, dahası daha çok "işsiz" gönderen Türkiye, Orhan Pamuk’un
bahşettiği ödülün niteliği, muhtevası hakkında ortak bir milli mutabakata sahip
olamayınca, önceleri şaşkın, rotasız ve eveleyip geveleyen tuhaf bir refleksle
bu ödüle bir anlamda sırt dönmeyi yeğlemiştir (!).
Milli takımın yabancı bir ülke takımının
kalesine penaltıdan gönderdiği bir golü toplumsal bir ritüele dönüştüren, bir
milli güreşçinin bronz madalyası için hava limanlarında konvoylar oluşturan
Türkiye, bugüne dek hiçbir diplomatın Türkiye’ye sağlayamadığı kadar devasa bir
tanıtım olanağına Orhan Pamuk’un aldığı Nobel Ödülü ile sahip
olmasına rağmen, bu onuru algılayabilecek bir ufuk ve olgunluktan ne
denli yoksun olduğunu da ulusça ortaya koymuştur.
İhmal edilen bir başka sıkıntı da, Türkiyeli
yazar Orhan Pamuk'un edebiyatçı kimliği ve yapıtları hakkında yaşadığı
ülkede Prof. Jale Parla, eleştirmen Ömer Türkeş ve Yıldız
Ecevit dışında neredeyse hiçbir yazı adamının derli toplu bir fikri, ortaya
koydukları somut bir eleştirinin olmayışıdır.
Bu ülkede bir yazar Nobel alıyor ve ona
benimsemeyen yazarlar bile düzenledikleri ortak basın bildirisinde ya da bu
ödülü sözüm ona kınama toplantılarında daha çok Misak-ı Milliye
konuşuyorlar... Oysa ki onu Nobel ‘e yaraşır bulmadıklarını öne süren
yazı adamlarının, eleştirilerinde onu öncelikle yapıtlarıyla konu
edinmeleri ve ifşa ediyorlarsa, bunu Perinçek’in Ulusal TV’sinde neofaşist
ifadelerle hakaretler sayıp onu aşağılayarak değil, yapıtlarında katılmadıkları
ideolojik-estetik ve benzeri tercihleri katılmadıkları izlekleri vb. saptayıp
sunarak onu eleştirmeleri, yazarlık etiğine daha uygun bir yaklaşım
olmayacak mıydı? Olması gereken de bu değil miydi?
Gerisi ise Radikal İki’de Zeynep Tanbay imzalı
bir yazıda, çok benimsediğim bir cümle ile özetlenmişti: "O sürüden ayrılmış,
tek başına ilerliyor ve geriye kalanların boş dünyalarına gerçeği
söyleyen aynayı bırakarak, gözden kayboluyor. Artık ona ulaşmanız da ona
bulaşmanız da çok zor…" Medya Destekli "Milli
Hissiyat"lar Ülkesi… Bir
yazar, bazı "milli hissiyat"lara rağmen
konuşur ve konuşmalıdır. Bu ülkenin edebiyat tarihi de bir zaman
konuşamayan ve "vatan haini" sayılarak zindanlara kapatılan Namık Kemal’lerin, daha
sonra "vatan şairi" sayılarak okul kitaplarında okutulmasının hazin, çelişik
örnekleriyle doludur.
Cumhuriyet Gazetesi, Nazım Hikmet
Sovyetler Birliği’ne kaçtığında:"Stalin Yanlısı Kızıl Komünist Nazım Hikmet
İlk Mahut Beyanını Verdi, "başlığını kullandıktan çok değil, yirmi otuz yıl
sonra onun anısını en çok üstlenen gazete olmuştur.Cumhuriyet’in bu haber
örneği, daha ayrıntılı biçimde kişisel arşivimde bile yer almaktadır… (Daha
sonra Orhan Pamuk, bu haber örneğini Radikal Gazetesi’nin manşetinde
okura anlamlı biçimde sunmuştu.)
Bazı devletlerin, bazı milletlerin özel "hissiyat"ları
olabilir; fakat bu durum, asla gerçek bir yazarın gerçeğe, tarihe ve insanlığa
karşı duyduğu "hissiyat"ın önüne geçemez ve gecmemelidir. O hissiyat sahipleri
bir gün, kırk ila elli yıl sonra mezarlıklarda birer kemik yığını olarak
unutulduklarında da, hiçbir tarihsel gerçek unutulmuş olmayacak ve üstüne
üstlük onların torunların da bir gün okul sıralarında: "Sen çocuğum , söyle
bakalım ilk kez Nobel alan Türk yazarı kimdir?" diye sorulacaktır da.
Ancak bu soruyu, o kemikler değil,
bugün doğmakta olan, doğacak olan çocuklar yanıt vereceklerdir. Zira,
katı olan her şey gibi bazı hissiyatlar da buharlaşır ve geriye sadece
gerçekler, bir de yapıtlar kalır… Bu unutulmamalıdır!
Kaldı ki gündemimizi sık sık işgal
eden bu "milli hissiyat"lar, tamamen bu toplumun iç dinamiklerinden kaynaklanan
duyarlılıklardan oluşmayıp, başta Kemalistler ve öteki muhafazakarların,
kafatasçıların, bayrakçıların, bir de medyanın ve medyayı destekleyen birtakım
güçlerin planlı, programlı olarak bu topluma empoze edip benimsettikleri "abartılı hissiyat"lardır…
Bunlar manipülasyondan ibarettir. Zaten bu
toplumun hiçbir konuda karar verme yetisi de bırakılmamıştır; hangi konuda ne
düşünülecek ve nasıl bir "toplumsal hissiyat" geliştirilecek se, medyanın,
ordunun şunun bunun mutfağında pişirilip -eleştirel bakabilen marjinal ve
muhalif bir potansiyel hariç- bu topluma yedirilmektedir. (Son "Cumhuriyet"
mitinglerinin de böyle bir stratejinin devamı niteliğinde olduğunu
düşünüyorum.)
Böyle olunca, bazı milli
hissiyatların ne oranda "milli" olabildikleri de aslında başlı başına bir
tartışma konusudur. Edebiyat Dünyasında Neofaşistlerin
Ayrışması Hal böyleyken, bir başka talihsiz nüans ise
Türkiye’de çeyrek yüzyılı aşan bir evrede kendilerini "demokrat" olarak tanıtan
ve kimileriyle ‘80’lerde dostluklar kurduğum ve kırk kadar "yazar"ın da
bir deklarasyon yayınlayarak Pamuk’a verilen ödülü kınamalarıydı…
Sözcülüğünü Demirtaş Ceyhun’un yaptığı bu
deklarasyon, Türkiye’de neofaşizmin hangi boyutlara vardığını anlamamız
bakımından da ibret vericiydi.
Aralarında uzun yıllar dostluk kurduğum Osman
Şahin, Öner Yağcı, Ahmet Yıldız gibi birçok imzanın bulunduğu bu "hazin"
deklarasyon, ayrı bir tartışmanın konusu olmakla kalmayıp, ileride Türkiye
solundan neofaşistlerin ayrışmasının somut kanıtlarından biri de
sayılacaktır.
Bu arkadaşların çoğu, yıllarca okurlarına
Dünya
klasiklerini ve/ya Nobel alan yazarları(da) okumalarını salık verirken,
Orhan
Pamuk’un -Türkiye’nin ve Türkçe’nin-
bu ödüle yaraşır bulunmasıyla, dilleri ve
uyruklarına bir "kutsiyet" atfeden bu insanlar "Nobel’in Emperyalizme ait bir
ödül olduğu"nu birden-başlarına taş düşmüş
gibi- anımsamışlardır… (Pamuk’un bu
ödülü almasından önce Nobel’in "emperyalizmin ödülü" olması gibi ifadeye
son
yirmi beş yıldır izlediğim hiçbir edebiyat dergisinde,
hiçbir süreli yayında
kendi adıma hiç rastlamadım.) Demek bu güruh, emperyalizmi
yeniden,
nüanslarıyla keşfetmek için bu ülkeden bir
yazarın Nobel almasını
bekliyorlarmış (!). Bu arkadaşların hemen hepsi 12 Eylül 1980
cuntasında hapis yatmışlardır.Bugün kimileri "Ordu göreve!"diyerek militarizme
davetiye çıkarırlarken, yıllar önce bazı ordu mensubu erbaşlar tarafından
kıçlarına cop sokulduğunu da büsbütün unutmuşlardır.Bunlar,1978 model
solculuktan-bırakın 2006’yı
-98’e gelmeyi –bile- unutmuşlardır; yazık ki
dünün ileticileriyken bugünün gericileri
olmuşlardır.Kaygıları da
yazarlık etiği adına filan değil, asıl genelkurmay ye
güdümünde bir sivil "milli savunma cephesi" oluşturmak,
MHP ve Perinçek ile koordineli bir AB
karşıtlığı ile Türkiye’yi çağdaş dünyanın tecrit
ettiği bir ülke haline
getirmek ve devle tin daha çok devlet olabileceği -hatta ordunun
daha çok
hiyerarşi kurabileceği- totaliter bir rejimi yapılandırmak
ki bu
çok hazindir…
Bu deklarasyonun sözcüsü Demirtaş Ceyhun’a,
bir muhabirin,"Peki, bu ödülü sizce kim almalıydı?" sorusuna verdiği: "Bence
Yaşar Kemal almalıydı" yanıtı, bu güruhun sözcüleriyle birlikte asıl
meramının yazarlık onuru filan değil, sadece genelkurmay sözcülüğü yapmak
olduğunu somutlayan bir başka somut ayrıntıdır.Bunu iddiamın dayanağı ise
şöyle:
1994 yılında Yaşar Kemal’e Kürtler hakkında
sözleri için dönemin başbakanı Tansu Çiller’le birlikte linç talimatı
verenlerin, küfredenlerin biri de Demirtaş Ceyhun’du. Benim o yıl (1994)
Haymana Cezaevi’nde bir kitabımdan dolayı aldığım bir ceza için
yattığım o dönem de Hürriyet Gazetesi’nin manşetinde yer alan o demecini
irkilerek okuduğumu hiç unutmuyorum.O demeci, hem Ceyhun’un
hem de
onunla aynı metne imza koyanların arşivlerden bu lup –ibretle-
okumalarını
öneririm. Çünkü herkes samimiyetinde "hakiki"
olmak ve telaffuz ettiği "yazarlık etiği"ne yakışmak zorundadır…
Bu şahıs, bu belleksiz toplumda bu kez
de çıkmış "Ödülü Yaşar Kemal almalıydı" diyor.
O gazetenin manşetinde Zülfü Livaneli ve Yavuz
Gökmen dışında, neredeyse soru yöneltilen herkesin Yaşar Kemal’i
nasıl esefle kınadıklarını kim unutursa unutsun, ama ben unutmadım!
Yıllarca sol gösterip sağ vuran bu "solak"ların
irkiltici neofaşist söylemleriyle bu ülkede klasik anlamda "solcu"luğun
miadını nasıl tamamladığını ve onları artık MHP’ye katılarak, oradan da
İP-MHP-CHP ittifakında soluklanarak, Türkiye solunu arındırması gereken
unsurlar olarak kabullenmemiz gerektiğini bir kez daha gösteriyor…
Benim, Orhan Pamuk’un Türkiye’ye bahşettiği bu
ödüle ve çağının gerisinde sayıklayan bu güruha, bu statükocu sözde solcuların
bu ödülle ilgili deklarasyonuna bakış açım -özetle- böyledir.Herkese selam ve
saygılarımı sunarım…