“Yazmak, Tanrı’yla Aşık Atmak!..”
Dün Gördüm Gece Bir Rüya’nın kayıp kahramanı, güneye gitme düşleri
kurarken, “Köpek ve Şairi de belki o
zaman...” diyerek haber veriyordu yeni bir romanı ya da tasarıyı; Dün Gördüm Gece Bir Rüya’nın
kahramanıyla Köpek ve Şairi arasında
nasıl bir ilişki var, Köpek ve Şairi için
bir anlamda ‘bir devam romanı’ diyebilir miyiz?
Demesek iyi olur... ama hem de
kopmaz bağlarla bağlı bir ilişki var Dün
Gördüm Gece Bir Rüya ile Köpek ve
Şairi arasında. Dün Gördüm Gece Bir
Rüya, bir şeye başladı, ve Köpek ve
Şairi, devam ettiriyor şimdi o şeyi; ama dertleri ortak olsa bile, hem
yaşayışları, hem söz konusu derdi yaşayışları çok farklı iki romanın.
Neye başladınız ve şimdi neyi devam ettiriyorsunuz diye sorayım o
zaman?
Açıkçası, çok emin değilim...
hatta, bunun mümkün olduğunu da sanmıyorum; olsa olsa formule etmeye
çalışabilirim ancak: Biraz, Gece Dili’nin
Anahtar Âyini’nden sonra yayımlanması
gibi, Köpek ve Şairi de, Dün Gördüm Gece Bir Rüya’dan önce
başladığım ama daha sonra yayımlanan bir kitap; ama Gece Dili’nin daha sonra yayımlanması benim seçimim değilken, Köpek ve Şairi’nin önce başlanıp sonra
bitmesi, yayımlanması, benim kararımla. Köpek
ve Şairi’ne önce başlamış olmama rağmen,
Dün Gördüm Gece Bir Rüya’dan sonraya kalmasının nedeniyse, sanırım çok daha
çetin bir dil, daha zor kavranabilir bir problem olarak algıladım Köpek ve Şairi’ni; ve Dün Gördüm Gece Bir Rüya’nın, bu dil ve
probleme geçiş açısından doğru bir başlangıç, denebilirse girizgâh
oluşturacağına hükmettim belki. Neye başlayıp neyi devam ettirdiğime gelince...
“Reçete” olacak tabii ama, Dün Gördüm
Gece Bir Rüya, denebilirse, “rüya”nın farkedilmesinin romanı belki; ve Köpek ve Şairi, rüyadan uyandıktan
sonranın romanı... ya da, Dün Gördüm Gece
Bir Rüya, Âdem’in cennetten kovulma hikâyesine bir nazire de, Köpek ve Şairi, Âdem’in yeryüzündeki
serencâmı; ki bunların, benzetme’lerden öte herhangi bir anlamı yok tabii.
Yine de “devam romanı” değil?
Değil... Denebilirse, sacayağın
iki ayağı sadece, ki üçüncüsü, Üç ya da
Hiç olacak, yazabilirsem, biterse, yayımlanırsa. Birbirinin devamı değil...
ama sacı, bir problemin, bir kavramın temsilcisi, nesnesi
olarak sayarsak, o problemi taşıyacak sayacaktan olarak böyle bir üçlemeye
ihtiyacım vardı. Yani, karışık biraz: sacayak da bir bütün aslında ama üç
ayaklı işte; hem kopmaz bağlarla bağlı birbirine, hem de ayrı ayrı üç ayak...
bu kadar!
Arada bir de Fanfa var ama?
Evet, ona çok haksızlık ediyorum
aslında... ama, önce Köpek ve Şairi,
ve sonra onun önüne Dün Gördüm Gece Bir
Rüya, ve ardına Üç ya da Hiç’i
koyup da tüm roman maceramı üçle sınırlarken, Fanfa, tasarı şurda dursun, düş olarak bile yoktu ortalıkta. Fanfa, bir bakıma el koydu söz konusu bu
gidişata; kabul ettirdi kendini; bir yanıyla kendime, bir yanıyla sevgiliye
yazılmış bir mektup olarak.
Sac neyin nesnesi peki, neyi temsil ediyor?
Valla, özetin özeti olarak Aşk’ı
tabii... ya da çok daha yoğunlaştırılmış bir özet olarak Hayat’ı!..
Aşktan devam edelim öyleyse... Dün
Gördüm Gece Bir Rüya’da olduğu gibi, Köpek
ve Şairi’nde de bu ‘ortak mesele’nin, yani ‘âşık olma durumu’nun etkisiyle
savrulan, öfkelenen, hesaplaşan, yalnızlaşan ve acı çeken insanların hikâyeleri
selamlıyor okuru… Kavramların hızla
başkalaştığı, hatta tanınmaz hale geldiği günümüz dünyasında, aşk insan
hayatında bu kadar belirleyici olabilir mi gerçekten?
Bence
olabilir... hatta, olmalı.
Peki vaziyet neden böyle? derseniz... E, hepimiz eksiğiz; eksiğiz,
insanız
çünkü. Eksikliğimizin asıl belirleyeni de
korkaklığımız; acı çekmekten, bedel
ödemekten, zorlukları göze almaktan korkuyoruz. Halbuki
aşkta, insana başka
hiçbir şeyin yaşatamayacağı muhteşem bir güzellik, bir
benzersiz... muazzam bir
hissediş var; bu güzelliğin, bu... yerini başka hiçbir
şeyin tutamayacağı
‘bütünlük’ duygusunun,
‘bütün olmanın’ nelere malolacağını biliyor,
önümüze
koyacağı acı faturaları göze alamıyoruz belki. Alamıyoruz,
küçük insanlarız...
açıkça, zavallılarız hatta. Alamıyoruz, vaktimiz yok...
nereye yetişeceksek!
Ki, tüm bunlardan da önce, dikkatimiz, ilgimiz, merakımız ve
de bilgimiz yok
demeli belki; ben Aşk’ın ne olduğunu pek de bildiğimiz kanısında
değilim
açıkçası, “ilişki” deyip geçiyoruz.
Bir de tabii, karın doyurmuyor Aşk!
Önceki söyleşilerinizden, “öğrenmek için yazdığınız”ı söylediğiniz var
aklımda ve “Aşkı öğrenirsek herşeyi öğreniriz” dediğiniz... Aşk,
öğrenilebilecek bir şey midir gerçekten; öyleyse, öğrenmemiz gereken asıl şey
nedir?
Evet,
şiir, roman, günlük...
kendime öğretmek için yazıyorum öncelikle.
Hayat’la ilgili birtakım sorularım,
çözemediğim problemlerim var ve bu yolda bana rehberlik
edecek, yolumu-içimi
aydınlatan tek çare, yegâne ışıldak, yazı. Şu artık pek de
kısa sayılamayacak
ömrümde tek harf öğrenebildiysem eğer, yazmama
borçluyum bunu. Aşkı öğrenmeye
gelince, eskimiş bir kullanımdan destek alarak söyleyeyim:
Bittabii...
öğrenilebilir bir şeydir Aşk; sadece, çalışmak gerekir. Her
şey öğrenilir, aşk
da öğrenilir; yeter ki isteyelim önce, sonra da kafa
patlatalım biraz. Biraz
kendimizden kurtulalım; “isteme”yi değil,
“sevmeyi” becerebilelim. Bu
başarıldığında, hem Aşk, kolay değilse bile hemen burnumuzun ucunda,
hem de
dünya, çok daha güzel, yaşanılası, ömürler
verilesi bir yer. Yûnus’un dediği gibi işte: “Aşk
gelicek, cümle
eksikler biter”!.. Biter, çünkü Aşk, hayatın hem
asli, hem nihai sorusu,
problemi... çözümü, bahtı, mutluluğu.
Köpek ve Şairi’nin kahramanı, kendini büyük bir yalnızlığa
hapsederken, bu yalnızlığı neden bir köpekle paylaşıyor? Köpeğe ‘şair’,
kahramana da ‘köpek’ denmesi neyin belirleyicisi?
Valla,
yalnızlığını bir köpekle
paylaşmasının nedeni, biraz alçakça aslında: Birine
anlatması lazım... hatta,
belki hiç itiraz etmeden dinleyecek birine! Bu, meselenin şaka
kısmı tabii ama
belirli ölçülerde bir “essah”a işaret
ettiğini de inkâr edemem. Kahramanımıza
kıymaktan vazgeçip meseleyi biraz daha eşeleyince de,
köpeğin, gerçekten de
bulunmaz bir dost olduğuna inanıyorum galiba, bulunmaz bir yoldaş.
Tabii,
meselenin görünen kısmı bu ve azıcık derine dalınca,
köpek ya da tüm hayvanlar,
o şâhâne suskunluklarıyla benzersiz bir dile, öylece,
son derece güçlü bir
ifade imkânına sahipler... Hatırladığım kadarıyla, romanın
başlarında bir yerde
“İnsanlar iyi ki okumuyor senin yazdıklarını” gibi bir laf
eder hatta
kahramanımız; ya da, yazarken ve okurken çok önemsediğim,
sevdiğim, bunlardan
da önemli olarak hakkaten öğrendiğim, “Köpekten Al
Öğüdü” bölümü var mesela
romanda. Böylesi hissedişlerle bir köpeği seçtim
kahramanımıza yoldaş olarak;
ve köpeğe “Şair” adını koymam, bundan. Adama
“köpek” adını vermeye gelince,
geçmişinden, sevgilisinin bir adlandırması ya da hakaretinden
kaynaklanıyor
sanki ama daha önemlisi, köpekçe seviyor; farketmiş
bunu ve kendine kıymaktan
geri durmuyor.
Köpekçe seviyor ama sevgili çıkageldiğinde tek kelime bile etmiyor?
E, edemez artık. Sevgiliye
söylenecek dili tüketmiş... ya da “vuslat”ı çok başka bir boyutta, aşkın bir
boyutta kavrıyor belki artık. Romandaki adlandırılışıyla “köpek”i, onun aşkını,
aşk dilini anlayabilmek, onun
kavrayışıyla kurabileceğimiz ilişki sonrasında mümkün ancak; epeyce başka bir
herif romandaki “köpek”.
Ve her şeyi terkediyor?
Görünüşte, evet... Ama aslında
tek bir şeyi, “ben”i, yani ego’yu terkediyor. Sevgili, zaten, çok önceden
terkedilmiş, daha doğrusu özgür bırakılmış; bu bakımdan, terkediş bile sayılmaz
belki. Köpeğini, yani “Şair”i terkedişiyse zorunluluk; öğrenmesinin, Aşk’ı
öğrenmesinin getirdiği bir sonuç. Bir de tabii, yeni bir işi var artık, çıkmak
zorunda olduğunu hissettiği yeni bir yolculuk, ki bu yolculukta herhangi bir
yoldaşa bile ihtiyacı yok artık.
Köpeğiniz var mı?
Yok. Kentte, hem de bunca
yoksulluk-yoksunluk içinde yaşarken öylesi bir sorumluluğu yüklenmem mümkün
değil. Ama köpek dostlarım var; hatta,
birinin adı, ciddi ciddi ve şâhâne bir şekilde, “Veli”; Antalya, Köprülü
Kanyon’da yaşayan pek mağrur bir kangal.
İki türde de ürün veren bir yazar olarak, yazıya-anlatıma tanıdığı
imkânlar bakımından şiiri ve romanı nasıl karşılaştırıyorsunuz?
Şiirin
tanıdığı imkânlar,
düzyazınınkiyle karşılaştırılamayacak kadar sonsuz. Daha
önce, bir tanımlama
gayretinden olarak etmiş olduğum bir laf vardı, şiiri Kolomb’un,
romanı Vespucci’nin yolculuğuna
benzettiğim... Şiirle romanın sunduğu imkân arasındaki farkı
böyle
açıklayabiliyorum kendime: Vespucci, orda bir kıta olduğunu
biliyordu; roman ya
da düzyazı da böyledir ve sonuç olarak ne
anlatacağınızı bilirsiniz; ne
anlatacağınızı bilirsiniz, yolu örersiniz taş taş. Oysa şiir,
Kolomb’un
yolculuğudur işte ve çoğu zaman bir “kıta”
keşfettiğinizden bile haberiniz
olmaz; ki bu da en azından benim için fazlasıyla kışkırtıcı...
en azından uçsuz
bucaksız bir serüven imkânı. Ama şiir, hem de ne
ölçüde serüven, keşfetme, bilinmeze yolculuk
imkânları
verirse versin, özellikle de “çok laf” olmak
üzere, her şeyi kaldırmayan
nâzenin bir bünyeye sahip; ve roman, düzyazı, bu
bakımdan çok daha elverişli; ki bu da şiirin
aleyhine değil, lehine bir durum kesinlikle. Neden şiirle
“iktifa” etmediğimi
soruyorsanız eğer, herhalde anlatacak çok şeyim olduğuna
inanıyorum ve bunların
tümünü şiire taşıtabilmem mümkün değil;
öte yandan, derdimin anlaşılabilmesi
düzyazıyla çok daha mümkün... yani derdim
anlaşılsın istiyorum.
Peki, yazmak söz konusu olduğunda, düşüncenizde var ettiğiniz bir
hikâyeyi ya da bir imgeyi hangi türün imkânlarıyla yazıya geçireceğinize nasıl
karar veriyorsunuz?
Böyle bir şey söz konusu değil.
Yazacaksam, kendini yazdıracak bir şeyse, şiir şiir olarak var, roman roman
olarak. Bundan roman olmaz, bunun şiirini yazayım ya da tersi söz konusu değil.
Öte yandan, nasıl oldu ben de bilmiyorum ama yazıyla ilgili hemen hemen tüm
kararlarımı yıllar öncesinden vermişim: Gece
Dili, Anahtar Âyini, bu çerçevede yazılmış kitaplar; on yıldır, yedi
yıldır, üç yıldır çalıştığım başka başka şiir kitapları var. Roman, 1990’da, Köpek ve Şairi’yle gelen bir girişimdi
ve yanına Dün Gördüm Gece Bir Rüya’yı
da katarak onaltı yıl sürdü; Üç ya da Hiç,
on yıldır sürüyor... kimini beş, kimini üç yıl önceden oluşturmaya başladığım
başka başka tasarılar var. Mesele, bu konudan iyi bir roman çıkar... bu konu tam şiirlik meselesi
değil yani; şiirse şiir, romansa roman. Kapıyı kimin çaldığını bilmeyince açmam
zaten.
Herhangi bir edebi tür için ‘Yazmalı mı yazmamalı mı?’ sorusunun
cevabı nasıl veriliyor? Sizi bu soruya olumlu cevap vermeye iten şey neydi?
“Yazmak yaşayamamanın sonucudur” diyorsunuz; bu durumda yazmak çabası,
insanlara alternatif bir yaşam olanağı mı sunuyor sizce?
Benim için ömrümün en çetin
sorusuydu “yazmalı mı yazmamalı mı”; ki yaşadığım ikilemi, Gece Dili’nin “söz”ünde epeyce bir anlattım. Şiirden gidersek...
şiir (yazı), öncelikle hissedilen bir şeydir ve bunun kâğıt kalem aracılığıyla
bir de kayda geçirilmesi, angarya geliyordu bana; ki meselenin bu kısmında
bencildim çok, zaten benim olan şiiri kıskanıyordum belki. Öte yandan, yazmak,
bir de yazmak, açıkça, farkedilme, beğenilme, giderek sevilme, onaylanma gibi
beklentileri vareden bir zaaftı, ki bunu hiç konduramıyordum kendime, fena
halde kibirliydim. Öyle kalsam daha mı iyi olurdu sorusu, ölünceye varlığını
koruyacak bir soru ama artık öyle olmadığım meydanda; önce bencilliğimden,
sonra kibrimden soyundum. Yazdıklarım, içimdeki şiir, güzelse... ve bundan daha
önemli olarak samimiyse, hakkaten söyleyeceğim bir söz varsa dünyaya,
başkalarını da ilgilendirebileceğini, başkalarına da güzel gelebileceğini,
dolayısıyla da bir işe yarayabileceğimi düşündüm sanırım ve oyumu yazmaktan
yana kullandım. Sorunun ikinci kısmı, “yazmak, yaşayamamanın sonucudur”
meselesi epeyce karışık, “tabii ki öyle” deyip de içinden çıkabileceğimiz bir
mesele değil. Kısaca, yazan kişinin deformasyona uğramışlığından söz
edilebilir, “normal” insanlara kıyasla. Düşünsenize, balık tutmak, yüzmek,
güzel kadınlar... Bırakın alternatif yaşam imkânını, bildiğimiz yaşamı bile
sunmuyor bence yazmak; yazmanın sunduğu sunacağı, sadece yazmak; yazmak,
tanrıyla aşık atmak... hani, yalnızlığın “bir ona mahsus” olduğu tanrıyla; ya
da öyle zannetmek.
Günümüzün okur profilini göz önünde bulundurursak, romanlarınızda
kullandığınız dilin ve anlatım tarzınızın ‘klasik’lere alışmış okuru biraz
tökezletebileceğini söyleyebiliriz. ‘Kolay’ın zaten güzel olmadığını, ‘güzel’
olana çabayla ulaşıldığını belirten bir yazar olarak, metinlerinizin, onlar için emek harcayan
okura neler vaat ettiğini düşünüyorsunuz?
“Klasik”lere haksızlık etmeyip
“alışılmış olana” diyelim isterseniz... Okura vaat ettiklerime gelince, yazmak
bana ne vaat ediyorsa, okura da onu vaat ettiği garanti; ve fazlası, her zaman
var! Yaza yaza öğrendiğimden söz ediyorum ya, bu sırada kendimce güzel bahçeler
keşfediyor, o bahçelerden güzel güller deriyor, koklayınca kendimden geçiyorum
ben. Okurun da, yeterli eforu gösterirse, bu benim gittiğim güzel bahçeleri
bulmak gibi bir şansı var. Tabii, okurun yeterli eforu göstermesi,
yazdıklarımın böyle bir potansiyele sahip olduğunu gösterebilmeme bağlı; ilk
cümlede, ilk sayfada, ilk üç sayfada. Bana, gösterebiliyorum gibi geliyor;
meraklısına tabii, ilgili kişiye.
Hem Dün Gördüm Gece Bir Rüya,
hem de Köpek ve Şairi’nin zamanı,
geri dönüşleri saymazsak bir günle, yirmi dört saatle sınırlı?
Becerebilsem, ân’la
sınırlayabilmeyi isterdim... ki, birden sorulunca böyle, çok da açıklayamıyorum
kendimi şimdi. Her şeyin bir ânda olup bittiği meselesi belki, Hayat’ı böyle
algılamak, böyle yaşamakla ilgili. Her şey, hakkaten de bir ânda olup biter
aslında; gerisi, öze değil, şekle aittir. Şiir, roman, hikâye... birer biçim
sonuç olarak. Hani, Aşk gibi biraz... her şey bir ânda olup bitmiştir aslında
ve sonra yaşananlardan “ilişki” çıkar.
Ân diyemesem de, “zaman içinde
zaman” gibi bir kurgusu var romanlarınızın; geriye döndüğünüzde, döndüğünüz
gerinin içinde pek çok “geri”ye de dönüyorsunuz?
Bu, gene, ister şimdiki zamanın ânı olsun, ister geçmişe dair bir ân,
ânın, hiçbir şeyle, şiir, roman, hiçbir biçimle kuşatamayacağımız ölçüdeki
sonsuzluğuyla, zenginliğiyle ilgili. Bir de, hiçbir şey, hiçbir yaşantı,
hissediş, söz, bir başına bir varlık değil; neyse o şey, yanıyla, yöresiyle,
altıyla, üstüyle, geçmişi, şimdisi, tezi, antitezi, eksiği, gediği... kısaca,
binbir şeyle birlikte var. “Zaman içinde zaman”, bu çoğulluğun, bu hudutsuz
zenginliğin altından kalkabilmek adına sığınılmış bir çare sanırım. Romanda
“Bin: Bir” başlıklı bir bölüm var, ordan birtakım ipuçları derlenebilir belki.
Son derece kendinize özgü bir
imlanız var; “kerre” gibi, “kocca” gibi vurgular; “allahaşkına, adamakıllı”
gibi birleştirmeler; diyaloglarda, iç konuşmalarda, konuşma tiresi
kullanmadığınız gibi tırnak da kullanmıyorsunuz?
Edebi metnin, edebi bir metin
olabilmişse eğer, edebiyata yakışır bir şeyse, yanlış kullanmamak koşuluyla
tabii, dili istediği gibi eğip bükebileceğine inanıyorum ben. Şiir, roman,
“imlâ kılavuzu” değil sonuç olarak; dolayısıyla da “ardı sıra” yerine
“ardısıra” yazmayı, kezâ, “koca” yerine
“kocca” yazmayı dil yanlışı olarak görmüyorum; tam tersine, böylesi tercihler,
“doğru”yu, aslolanı zorlayan imkânlar benim için. Çoğu iç konuşma olmak üzere
diyalog ya da monolog çok önemli benim yazımda ve “sana kaç kere söyledim” gibi bir kullanım ile “sana kaç kerre söyledim” arasında, benim için
vazgeçilmez ölçüde ciddi bir fark görüyorum duyguyu iletebilme açısından.
Kendinizin öncülü saydığınız romancılar var mı?
Benden önceki tüm romancılar
tabii; ve de şairler, sinemacılar, ressamlar, müzisyenler, mimarlar,
marangozlar, terziler, balıkçılar, berberler... Etkilendiklerimi soruyorsanız,
doğrudan etkilendiğim bir romancı, şair olduğunu sanmıyorum ama çok değerli ve
güzel bulduklarım epeyce var: Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Atılgan, Bilge
Karasu, Sait Faik... Turgut Uyar, Oktay Rifat, Nâzım Hikmet, E. E. Cummings,
Fernando Pessoa, Odysseus Elitis, Voznesenki, Sohrab Sepehri... Ama bana roman
yazma cesaretini Faulkner’ın verdiğini söyleyebilirim: Hani içimizdekileri
ifade edebilmek söz konusu olduğunda dil hep yetersiz kalır ya, Faulkner’ın
(Murat Belge’ye borcumu da teslim edeyim burda), bu yetersizliği pekâlâ
aşabildiğini, dilin sınırlarının böylesine kanırtılıp aşılabileceğini gördüm;
ve ben de yapabilirim dedim sonra... hatta, ben niye yapmamayım!
Sırada, Üç ya da Hiç var
galiba?
Önce bir şiir kitabı var. Gece Dili de, Anahtar Âyini de tek şiirlik kitaplar ama tahmin edilebileceği
gibi, çok azı dergilerde yayımlanmış tek tek şiirlerim de var. 1984’ten 2005’e
bu yirmibir yıllık toplamı, Su Yazısı
genel başlığı altında Tek Yakalı Irmak
ve Sonsuz İçin Üç El Ateş adlı iki
kitap halinde bir araya getirdim, o
yayamlanacak 2007’de. Sonra, Üç ya da Hiç
var tabii, ama ne vakit biter, o bitinceye başka neler olup biter, bilemiyorum.
|