Demir Çakır & Bedirhan Toprak Söyleşisi

 
“Yazmak, Tanrı’yla Aşık Atmak!..” 

 
Dün Gördüm Gece Bir Rüya’nın kayıp kahramanı, güneye gitme düşleri kurarken, “Köpek ve Şairi de belki o zaman...” diyerek haber veriyordu yeni bir romanı ya da tasarıyı; Dün Gördüm Gece Bir Rüya’nın kahramanıyla Köpek ve Şairi arasında nasıl bir ilişki var, Köpek ve Şairi için bir anlamda ‘bir devam romanı’ diyebilir miyiz? 

Demesek iyi olur... ama hem de kopmaz bağlarla bağlı bir ilişki var Dün Gördüm Gece Bir Rüya ile Köpek ve Şairi arasında. Dün Gördüm Gece Bir Rüya, bir şeye başladı, ve Köpek ve Şairi, devam ettiriyor şimdi o şeyi; ama dertleri ortak olsa bile, hem yaşayışları, hem söz konusu derdi yaşayışları çok farklı iki romanın.

Neye başladınız ve şimdi neyi devam ettiriyorsunuz diye sorayım o zaman?

Açıkçası, çok emin değilim... hatta, bunun mümkün olduğunu da sanmıyorum; olsa olsa formule etmeye çalışabilirim ancak: Biraz, Gece Dili’nin Anahtar Âyini’nden sonra yayımlanması gibi, Köpek ve Şairi de, Dün Gördüm Gece Bir Rüya’dan önce başladığım ama daha sonra yayımlanan bir kitap; ama Gece Dili’nin daha sonra yayımlanması benim seçimim değilken, Köpek ve Şairi’nin önce başlanıp sonra bitmesi, yayımlanması, benim kararımla. Köpek ve Şairi’ne önce başlamış olmama rağmen, Dün Gördüm Gece Bir Rüya’dan sonraya kalmasının nedeniyse, sanırım çok daha çetin bir dil, daha zor kavranabilir bir problem olarak algıladım Köpek ve Şairi’ni; ve Dün Gördüm Gece Bir Rüya’nın, bu dil ve probleme geçiş açısından doğru bir başlangıç, denebilirse girizgâh oluşturacağına hükmettim belki. Neye başlayıp neyi devam ettirdiğime gelince... “Reçete” olacak tabii ama, Dün Gördüm Gece Bir Rüya, denebilirse, “rüya”nın farkedilmesinin romanı belki; ve Köpek ve Şairi, rüyadan uyandıktan sonranın romanı... ya da, Dün Gördüm Gece Bir Rüya, Âdem’in cennetten kovulma hikâyesine bir nazire de, Köpek ve Şairi, Âdem’in yeryüzündeki serencâmı; ki bunların, benzetme’lerden öte herhangi bir anlamı yok tabii. 

Yine de “devam romanı” değil? 

Değil... Denebilirse, sacayağın iki ayağı sadece, ki üçüncüsü, Üç ya da Hiç olacak, yazabilirsem, biterse, yayımlanırsa. Birbirinin devamı değil... ama sacı, bir problemin, bir kavramın temsilcisi, nesnesi olarak sayarsak, o problemi taşıyacak sayacaktan olarak böyle bir üçlemeye ihtiyacım vardı. Yani, karışık biraz: sacayak da bir bütün aslında ama üç ayaklı işte; hem kopmaz bağlarla bağlı birbirine, hem de ayrı ayrı üç ayak... bu kadar! 

Arada bir de Fanfa var ama? 

Evet, ona çok haksızlık ediyorum aslında... ama, önce Köpek ve Şairi, ve sonra onun önüne Dün Gördüm Gece Bir Rüya, ve ardına Üç ya da Hiç’i koyup da tüm roman maceramı üçle sınırlarken, Fanfa, tasarı şurda dursun, düş olarak bile yoktu ortalıkta. Fanfa, bir bakıma el koydu söz konusu bu gidişata; kabul ettirdi kendini; bir yanıyla kendime, bir yanıyla sevgiliye yazılmış bir mektup olarak. 

Sac neyin nesnesi peki, neyi temsil ediyor? 

Valla, özetin özeti olarak Aşk’ı tabii... ya da çok daha yoğunlaştırılmış bir özet olarak Hayat’ı!.. 

Aşktan devam edelim öyleyse... Dün Gördüm Gece Bir Rüya’da olduğu gibi, Köpek ve Şairi’nde de bu ‘ortak mesele’nin, yani ‘âşık olma durumu’nun etkisiyle savrulan, öfkelenen, hesaplaşan, yalnızlaşan ve acı çeken insanların hikâyeleri selamlıyor okuru… Kavramların hızla başkalaştığı, hatta tanınmaz hale geldiği günümüz dünyasında, aşk insan hayatında bu kadar belirleyici olabilir mi gerçekten?  

Bence olabilir... hatta, olmalı. Peki vaziyet neden böyle? derseniz... E, hepimiz eksiğiz; eksiğiz, insanız çünkü. Eksikliğimizin asıl belirleyeni de korkaklığımız; acı çekmekten, bedel ödemekten, zorlukları göze almaktan korkuyoruz. Halbuki aşkta, insana başka hiçbir şeyin yaşatamayacağı muhteşem bir güzellik, bir benzersiz... muazzam bir hissediş var; bu güzelliğin, bu... yerini başka hiçbir şeyin tutamayacağı ‘bütünlük’ duygusunun, ‘bütün olmanın’ nelere malolacağını biliyor, önümüze koyacağı acı faturaları göze alamıyoruz belki. Alamıyoruz, küçük insanlarız... açıkça, zavallılarız hatta. Alamıyoruz, vaktimiz yok... nereye yetişeceksek! Ki, tüm bunlardan da önce, dikkatimiz, ilgimiz, merakımız ve de bilgimiz yok demeli belki; ben Aşk’ın ne olduğunu pek de bildiğimiz kanısında değilim açıkçası, “ilişki” deyip geçiyoruz. Bir de tabii, karın doyurmuyor Aşk! 

Önceki söyleşilerinizden, “öğrenmek için yazdığınız”ı söylediğiniz var aklımda ve “Aşkı öğrenirsek herşeyi öğreniriz” dediğiniz... Aşk, öğrenilebilecek bir şey midir gerçekten; öyleyse, öğrenmemiz gereken asıl şey nedir? 

Evet, şiir, roman, günlük... kendime öğretmek için yazıyorum öncelikle. Hayat’la ilgili birtakım sorularım, çözemediğim problemlerim var ve bu yolda bana rehberlik edecek, yolumu-içimi aydınlatan tek çare, yegâne ışıldak, yazı. Şu artık pek de kısa sayılamayacak ömrümde tek harf öğrenebildiysem eğer, yazmama borçluyum bunu. Aşkı öğrenmeye gelince, eskimiş bir kullanımdan destek alarak söyleyeyim: Bittabii... öğrenilebilir bir şeydir Aşk; sadece, çalışmak gerekir. Her şey öğrenilir, aşk da öğrenilir; yeter ki isteyelim önce, sonra da kafa patlatalım biraz. Biraz kendimizden kurtulalım; “isteme”yi değil, “sevmeyi” becerebilelim. Bu başarıldığında, hem Aşk, kolay değilse bile hemen burnumuzun ucunda, hem de dünya, çok daha güzel, yaşanılası, ömürler verilesi bir yer. Yûnus’un dediği gibi işte: “Aşk gelicek, cümle eksikler biter”!.. Biter, çünkü Aşk, hayatın hem asli, hem nihai sorusu, problemi... çözümü, bahtı, mutluluğu. 

Köpek ve Şairi’nin kahramanı, kendini büyük bir yalnızlığa hapsederken, bu yalnızlığı neden bir köpekle paylaşıyor? Köpeğe ‘şair’, kahramana da ‘köpek’ denmesi neyin belirleyicisi? 

Valla, yalnızlığını bir köpekle paylaşmasının nedeni, biraz alçakça aslında: Birine anlatması lazım... hatta, belki hiç itiraz etmeden dinleyecek birine! Bu, meselenin şaka kısmı tabii ama belirli ölçülerde bir “essah”a işaret ettiğini de inkâr edemem. Kahramanımıza kıymaktan vazgeçip meseleyi biraz daha eşeleyince de, köpeğin, gerçekten de bulunmaz bir dost olduğuna inanıyorum galiba, bulunmaz bir yoldaş. Tabii, meselenin görünen kısmı bu ve azıcık derine dalınca, köpek ya da tüm hayvanlar, o şâhâne suskunluklarıyla benzersiz bir dile, öylece, son derece güçlü bir ifade imkânına sahipler... Hatırladığım kadarıyla, romanın başlarında bir yerde “İnsanlar iyi ki okumuyor senin yazdıklarını” gibi bir laf eder hatta kahramanımız; ya da, yazarken ve okurken çok önemsediğim, sevdiğim, bunlardan da önemli olarak hakkaten öğrendiğim, “Köpekten Al Öğüdü” bölümü var mesela romanda. Böylesi hissedişlerle bir köpeği seçtim kahramanımıza yoldaş olarak; ve köpeğe “Şair” adını koymam, bundan. Adama “köpek” adını vermeye gelince, geçmişinden, sevgilisinin bir adlandırması ya da hakaretinden kaynaklanıyor sanki ama daha önemlisi, köpekçe seviyor; farketmiş bunu ve kendine kıymaktan geri durmuyor. 

Köpekçe seviyor ama sevgili çıkageldiğinde tek kelime bile etmiyor? 

E, edemez artık. Sevgiliye söylenecek dili tüketmiş... ya da “vuslat”ı çok başka bir boyutta, aşkın bir boyutta kavrıyor belki artık. Romandaki adlandırılışıyla “köpek”i, onun aşkını, aşk dilini anlayabilmek, onun kavrayışıyla kurabileceğimiz ilişki sonrasında mümkün ancak; epeyce başka bir herif romandaki “köpek”.

Ve her şeyi terkediyor? 

Görünüşte, evet... Ama aslında tek bir şeyi, “ben”i, yani ego’yu terkediyor. Sevgili, zaten, çok önceden terkedilmiş, daha doğrusu özgür bırakılmış; bu bakımdan, terkediş bile sayılmaz belki. Köpeğini, yani “Şair”i terkedişiyse zorunluluk; öğrenmesinin, Aşk’ı öğrenmesinin getirdiği bir sonuç. Bir de tabii, yeni bir işi var artık, çıkmak zorunda olduğunu hissettiği yeni bir yolculuk, ki bu yolculukta herhangi bir yoldaşa bile ihtiyacı yok artık.

 Köpeğiniz var mı?

Yok. Kentte, hem de bunca yoksulluk-yoksunluk içinde yaşarken öylesi bir sorumluluğu yüklenmem mümkün değil. Ama  köpek dostlarım var; hatta, birinin adı, ciddi ciddi ve şâhâne bir şekilde, “Veli”; Antalya, Köprülü Kanyon’da yaşayan pek mağrur bir kangal. 

İki türde de ürün veren bir yazar olarak, yazıya-anlatıma tanıdığı imkânlar bakımından şiiri ve romanı nasıl karşılaştırıyorsunuz?

Şiirin tanıdığı imkânlar, düzyazınınkiyle karşılaştırılamayacak kadar sonsuz. Daha önce, bir tanımlama gayretinden olarak etmiş olduğum bir laf vardı, şiiri Kolomb’un, romanı Vespucci’nin yolculuğuna benzettiğim... Şiirle romanın sunduğu imkân arasındaki farkı böyle açıklayabiliyorum kendime: Vespucci, orda bir kıta olduğunu biliyordu; roman ya da düzyazı da böyledir ve sonuç olarak ne anlatacağınızı bilirsiniz; ne anlatacağınızı bilirsiniz, yolu örersiniz taş taş. Oysa şiir, Kolomb’un yolculuğudur işte ve çoğu zaman bir “kıta” keşfettiğinizden bile haberiniz olmaz; ki bu da en azından benim için fazlasıyla kışkırtıcı... en azından uçsuz bucaksız bir serüven imkânı. Ama şiir, hem de ne ölçüde serüven, keşfetme, bilinmeze yolculuk imkânları verirse versin, özellikle de “çok laf” olmak üzere, her şeyi kaldırmayan nâzenin bir bünyeye sahip; ve roman, düzyazı, bu bakımdan çok daha elverişli; ki bu da şiirin aleyhine değil, lehine bir durum kesinlikle. Neden şiirle “iktifa” etmediğimi soruyorsanız eğer, herhalde anlatacak çok şeyim olduğuna inanıyorum ve bunların tümünü şiire taşıtabilmem mümkün değil; öte yandan, derdimin anlaşılabilmesi düzyazıyla çok daha mümkün... yani derdim anlaşılsın istiyorum. 

Peki, yazmak söz konusu olduğunda, düşüncenizde var ettiğiniz bir hikâyeyi ya da bir imgeyi hangi türün imkânlarıyla yazıya geçireceğinize nasıl karar veriyorsunuz? 

Böyle bir şey söz konusu değil. Yazacaksam, kendini yazdıracak bir şeyse, şiir şiir olarak var, roman roman olarak. Bundan roman olmaz, bunun şiirini yazayım ya da tersi söz konusu değil. Öte yandan, nasıl oldu ben de bilmiyorum ama yazıyla ilgili hemen hemen tüm kararlarımı yıllar öncesinden vermişim: Gece Dili, Anahtar Âyini, bu çerçevede yazılmış kitaplar; on yıldır, yedi yıldır, üç yıldır çalıştığım başka başka şiir kitapları var. Roman, 1990’da, Köpek ve Şairi’yle gelen bir girişimdi ve yanına Dün Gördüm Gece Bir Rüya’yı da katarak onaltı yıl sürdü; Üç ya da Hiç, on yıldır sürüyor... kimini beş, kimini üç yıl önceden oluşturmaya başladığım başka başka tasarılar var. Mesele, bu konudan iyi bir roman çıkar... bu konu tam şiirlik meselesi değil yani; şiirse şiir, romansa roman. Kapıyı kimin çaldığını bilmeyince açmam zaten.

Herhangi bir edebi tür için ‘Yazmalı mı yazmamalı mı?’ sorusunun cevabı nasıl veriliyor? Sizi bu soruya olumlu cevap vermeye iten şey neydi? “Yazmak yaşayamamanın sonucudur” diyorsunuz; bu durumda yazmak çabası, insanlara alternatif bir yaşam olanağı mı sunuyor sizce?  

Benim için ömrümün en çetin sorusuydu “yazmalı mı yazmamalı mı”; ki yaşadığım ikilemi, Gece Dili’nin “söz”ünde epeyce bir anlattım. Şiirden gidersek... şiir (yazı), öncelikle hissedilen bir şeydir ve bunun kâğıt kalem aracılığıyla bir de kayda geçirilmesi, angarya geliyordu bana; ki meselenin bu kısmında bencildim çok, zaten benim olan şiiri kıskanıyordum belki. Öte yandan, yazmak, bir de yazmak, açıkça, farkedilme, beğenilme, giderek sevilme, onaylanma gibi beklentileri vareden bir zaaftı, ki bunu hiç konduramıyordum kendime, fena halde kibirliydim. Öyle kalsam daha mı iyi olurdu sorusu, ölünceye varlığını koruyacak bir soru ama artık öyle olmadığım meydanda; önce bencilliğimden, sonra kibrimden soyundum. Yazdıklarım, içimdeki şiir, güzelse... ve bundan daha önemli olarak samimiyse, hakkaten söyleyeceğim bir söz varsa dünyaya, başkalarını da ilgilendirebileceğini, başkalarına da güzel gelebileceğini, dolayısıyla da bir işe yarayabileceğimi düşündüm sanırım ve oyumu yazmaktan yana kullandım. Sorunun ikinci kısmı, “yazmak, yaşayamamanın sonucudur” meselesi epeyce karışık, “tabii ki öyle” deyip de içinden çıkabileceğimiz bir mesele değil. Kısaca, yazan kişinin deformasyona uğramışlığından söz edilebilir, “normal” insanlara kıyasla. Düşünsenize, balık tutmak, yüzmek, güzel kadınlar... Bırakın alternatif yaşam imkânını, bildiğimiz yaşamı bile sunmuyor bence yazmak; yazmanın sunduğu sunacağı, sadece yazmak; yazmak, tanrıyla aşık atmak... hani, yalnızlığın “bir ona mahsus” olduğu tanrıyla; ya da öyle zannetmek. 

Günümüzün okur profilini göz önünde bulundurursak, romanlarınızda kullandığınız dilin ve anlatım tarzınızın ‘klasik’lere alışmış okuru biraz tökezletebileceğini söyleyebiliriz. ‘Kolay’ın zaten güzel olmadığını, ‘güzel’ olana çabayla ulaşıldığını belirten bir yazar olarak, metinlerinizin, onlar için emek harcayan okura neler vaat ettiğini düşünüyorsunuz? 

“Klasik”lere haksızlık etmeyip “alışılmış olana” diyelim isterseniz... Okura vaat ettiklerime gelince, yazmak bana ne vaat ediyorsa, okura da onu vaat ettiği garanti; ve fazlası, her zaman var! Yaza yaza öğrendiğimden söz ediyorum ya, bu sırada kendimce güzel bahçeler keşfediyor, o bahçelerden güzel güller deriyor, koklayınca kendimden geçiyorum ben. Okurun da, yeterli eforu gösterirse, bu benim gittiğim güzel bahçeleri bulmak gibi bir şansı var. Tabii, okurun yeterli eforu göstermesi, yazdıklarımın böyle bir potansiyele sahip olduğunu gösterebilmeme bağlı; ilk cümlede, ilk sayfada, ilk üç sayfada. Bana, gösterebiliyorum gibi geliyor; meraklısına tabii, ilgili kişiye. 

Hem Dün Gördüm Gece Bir Rüya, hem de Köpek ve Şairi’nin zamanı, geri dönüşleri saymazsak bir günle, yirmi dört saatle sınırlı? 

Becerebilsem, ân’la sınırlayabilmeyi isterdim... ki, birden sorulunca böyle, çok da açıklayamıyorum kendimi şimdi. Her şeyin bir ânda olup bittiği meselesi belki, Hayat’ı böyle algılamak, böyle yaşamakla ilgili. Her şey, hakkaten de bir ânda olup biter aslında; gerisi, öze değil, şekle aittir. Şiir, roman, hikâye... birer biçim sonuç olarak. Hani, Aşk gibi biraz... her şey bir ânda olup bitmiştir aslında ve sonra yaşananlardan “ilişki” çıkar. 

Ân diyemesem de, “zaman içinde zaman” gibi bir kurgusu var romanlarınızın; geriye döndüğünüzde, döndüğünüz gerinin içinde pek çok “geri”ye de dönüyorsunuz?

Bu, gene, ister şimdiki zamanın ânı olsun, ister geçmişe dair bir ân, ânın, hiçbir şeyle, şiir, roman, hiçbir biçimle kuşatamayacağımız ölçüdeki sonsuzluğuyla, zenginliğiyle ilgili. Bir de, hiçbir şey, hiçbir yaşantı, hissediş, söz, bir başına bir varlık değil; neyse o şey, yanıyla, yöresiyle, altıyla, üstüyle, geçmişi, şimdisi, tezi, antitezi, eksiği, gediği... kısaca, binbir şeyle birlikte var. “Zaman içinde zaman”, bu çoğulluğun, bu hudutsuz zenginliğin altından kalkabilmek adına sığınılmış bir çare sanırım. Romanda “Bin: Bir” başlıklı bir bölüm var, ordan birtakım ipuçları derlenebilir belki. 

Son derece kendinize özgü bir imlanız var; “kerre” gibi, “kocca” gibi vurgular; “allahaşkına, adamakıllı” gibi birleştirmeler; diyaloglarda, iç konuşmalarda, konuşma tiresi kullanmadığınız gibi tırnak da kullanmıyorsunuz? 

Edebi metnin, edebi bir metin olabilmişse eğer, edebiyata yakışır bir şeyse, yanlış kullanmamak koşuluyla tabii, dili istediği gibi eğip bükebileceğine inanıyorum ben. Şiir, roman, “imlâ kılavuzu” değil sonuç olarak; dolayısıyla da “ardı sıra” yerine “ardısıra” yazmayı, kezâ, “koca” yerine “kocca” yazmayı dil yanlışı olarak görmüyorum; tam tersine, böylesi tercihler, “doğru”yu, aslolanı zorlayan imkânlar benim için. Çoğu iç konuşma olmak üzere diyalog ya da monolog çok önemli benim yazımda ve “sana kaç kere söyledim” gibi bir  kullanım ile “sana kaç kerre söyledim” arasında, benim için vazgeçilmez ölçüde ciddi bir fark görüyorum duyguyu iletebilme açısından. 

Kendinizin öncülü saydığınız romancılar var mı?

Benden önceki tüm romancılar tabii; ve de şairler, sinemacılar, ressamlar, müzisyenler, mimarlar, marangozlar, terziler, balıkçılar, berberler... Etkilendiklerimi soruyorsanız, doğrudan etkilendiğim bir romancı, şair olduğunu sanmıyorum ama çok değerli ve güzel bulduklarım epeyce var: Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, Sait Faik... Turgut Uyar, Oktay Rifat, Nâzım Hikmet, E. E. Cummings, Fernando Pessoa, Odysseus Elitis, Voznesenki, Sohrab Sepehri... Ama bana roman yazma cesaretini Faulkner’ın verdiğini söyleyebilirim: Hani içimizdekileri ifade edebilmek söz konusu olduğunda dil hep yetersiz kalır ya, Faulkner’ın (Murat Belge’ye borcumu da teslim edeyim burda), bu yetersizliği pekâlâ aşabildiğini, dilin sınırlarının böylesine kanırtılıp aşılabileceğini gördüm; ve ben de yapabilirim dedim sonra... hatta, ben niye yapmamayım! 

Sırada, Üç ya da Hiç var galiba? 

Önce bir şiir kitabı var. Gece Dili de, Anahtar Âyini de tek şiirlik kitaplar ama tahmin edilebileceği gibi, çok azı dergilerde yayımlanmış tek tek şiirlerim de var. 1984’ten 2005’e bu yirmibir yıllık toplamı, Su Yazısı genel başlığı altında Tek Yakalı Irmak ve Sonsuz İçin Üç El Ateş adlı iki kitap halinde bir araya getirdim, o yayamlanacak 2007’de. Sonra, Üç ya da Hiç var tabii, ama ne vakit biter, o bitinceye başka neler olup biter, bilemiyorum.

  

  Demir Çakır & Bedirhan Toprak

® 2001 H@vuz Yayınları   © H@vuz Bilgi Bankası                           © Şubat  2007  ISSN 1864-0524