Tahtadaki problemi çözmeme
ramak kala açılan kapı, bir anda cereyanı kesilmiş fabrika sessizliğine bürüdü
sınıfı. Okul Müdürünün hışımla sınıfa girmesi öğrencileri habersizce çekilen bir
fotoğraf karesine hapsetti sanki. Yüzlere korku ve endişe oturdu bir anda. Herkes
ayaktaydı. Müdür, beni görmezden gelerek sınıfı eni konu süzdükten sonra
patırtılı bir sesle konuşmaya başladı:
“Hiç kimse kımıldamasın! Herkes ellerini ensesinde
birleştirsin. Eli sıranın altına ineni görürsem, ayağımın altına alırım!” dedi.
Salınarak yere düşen tebeşir tozları bile bu konuşmadan
tedirgin oldular. Sınıfa müdürle beraber giren üç müdür yardımcısı ve bir
nöbetçi öğretmen, arama yapmak için sıraların arasına dağılmışlardı bile.
Polislerin telsiz sesleri dışında
her şey kendi sesini yorgan yapıp altına saklanmıştı o gece. İçimizdeki
değişiklik dışımızdaki durgunluğa inat bizi bir şeyler yapmak için kışkırtıyordu,
ama ne yapmamız gerektiğini söylemiyordu. Dört öğrenciydik, yüzlerimizde aynı
korku, aynı tedirginlik, aynı kabullenmişlikle kımıldamadan boyun eğmiştik
olanlara, olacaklara. Polislerde aynı bakış, aynı kin, aynı tiksintili süzüş
üstümüzü başımızı. Dördümüzü de götürmüşlerdi.
Dizlerim titredi, yüzüme bir sıcaklık yapıştı sınıfın kâğıt
kokan bunaltıcı havasında. Arama yapanlar sert ve korkutucu görünmek için
buruşturdukları yüzlerini, üzerini aradıkları öğrencilerin suskunluğuna
benzetiyor, renk vermiyorlardı. Müdürün kaşı gözü seğiriyordu sinirden. Dudaklarının
arasındaki sigarayı eline alma gereği duymadan çocuğuna kızan bir babanın
çalımlı tavrıyla boğuk ve anlaşılmaz tehditler savuruyordu öğrencilere.
Elimde ağırlaşan kitabı tutmaya gücüm yetmedi, masaya bıraktım.
Birilerinin olanlar hakkında açıklama yapmasını bekledim, kımıldamadan. Aramaya
arka sıralardan başlamışlardı. Herkesçe bilinen, sınıfın arka sıralarını
parsellemiş potansiyel suçlu öğrenciler üzerindeki aramalar daha bir itinayla
yapılıyordu. Önce üstlerini aradılar öğrencilerin, sonra çantalarını
karıştırdılar ve sıraların altına baktılar.
Zaman zaman bu tip aramalar yapılırdı çalıştığım okullarda,
ama böylesine habersizce yapılanı olmamıştı hiç. Sigara içen öğrenciler
belliydi zaten, bazen sigarası biten öğretmenler koridorda yakaladıkları bir
iki öğrencinin üzerini arayarak sigara ihtiyaçlarını karşılarlardı, ama
öğretmenden habersiz bu tür sınıf baskınları nadiren yapılırdı.
Üzerinde bıçak, tornavida, bali ve sigara çıkan öğrencileri
tahtaya çıkardılar. Arama bittikten sonra müdür, aradığını bulamamanın verdiği
sinirle öğrencileri ürkütücü gözleriyle süzerek yeniden baktı sınıfa ve henüz
yumuşayan sesiyle konuşmaya başladı:
“Muslukları
kim söktü, bilen var da, şimdi söylemeye
çekiniyorsa odama gelsin, söylesin. Geçen sefer
yakalayamadık, ama bu sefer
kaçar göçeri yok, yakalayacağız!” dedikten
sonra bana dönerek, “Hocam, dersi
böldüğümüz
için kusura bakmayın.” dedi ve çıktı sınıftan.
Arkalarından da ben çıktım,
içlerinden Mesut Hocayı bir dakikalığına yanıma çağırdım:
“Kuşlar, size önceden haber vermediler mi, önceki çalanları
sorguya almadınız mı?” dedim.
“Herkes dersteyken yapmışlar, kimse görmemiş, bir tane musluk
bile bırakmamışlar, suları ana vanadan kapattık, her yanı su basmış, ortalığı
bok götürüyor, yeni musluk al, tak, hep para, para.” dedi.
“Neyse, geçmiş olsun.”
“Bu arada, aklıma gelmişken, Kerim yine okuldan uzaklaştı,
kapıdaki balicilerin yanında gördüm dün sabah, konuştum, bir de sen konuş, iki
gün önce de baliyi çekmiş, sağa sola saldırmış, belki yola gelir yavşak, yoksa
başımızın belası olacak.”
“Bali çektiğini kim söyledi?”
“Kim olacak, beraber çektiği arkadaşları, kendisine de sordum,
inkâr etmedi, sessiz kaldı, üstelemedim, ben çağırtayım da sen konuş.”
“Tamam, bundan sonraki dersim boş, malzeme odasına iki
sandalye koydur, orada konuşuruz.” dedim.
Tekrar sınıfa girdim, tahtaya yazmam gereken ikinci örneğe
zaman kalmadan zil çaldı. Öğretmenler odasına gittim, çayımı henüz doldurmuşken
nöbetçi öğrenci geldi yanıma:
“Hocam, Mesut Hoca sizi çağırıyor, malzeme odasında.” dedi.
“Tamam kızım, çayını içip gelecekmiş, de.”
Malzeme odasının kapısında Mesut Hocayla karşılaştık, girdim
odaya.
“Nasılsın Kerim?”
dedim, beni görünce ayağa kalktı, rahatsız olmaması gerektiğini söyledim,
karşısına oturdum. Kravatını, boğazından yarım karış aşağıya kadar gevşetmişti,
kalktım kravatını düzelttim, ceketinde toz vardı, silkeledim. Saçına dokunmak
istedim, ama son günlerde birkaç öğrencide bit görülmüştü, vazgeçtim. Pantolonun
üzerine sarkmış gömleği, gömleğin altından çıkmış uzun fanilası, ceketinin
yenindeki sümük lekeleriyle en az malzeme odası kadar dağınık ve kirli
görünüyordu Kerim. Pantolon fermuarı yarıya kadar inmişti, alttan giydiği
çizgili pijaması görünüyordu. Solmuş esmer yüzü ve yeni terlemiş bıyıklarıyla
yaşından daha büyük bir adam gibi oturuyordu karşımda. Nefes alıp verirken
burun deliklerinin kenarında birikmiş sümük titreşiyordu. Kerim burnunu sil,
diyecektim, utanır diye söylemedim. Bakışlarımı yumuşattım, duygulu ve kibar
bir ses tonuyla:
“Bak Kerim! Burada, ne sen öğrenci, ne de ben öğretmenim.
İkimiz de şu an arkadaşız, hatta bana şimdilik ağabey bile diyebilirsin, burada
konuştuğumuz her şey aramızda kalacak, anlaştık mı?”
“Tamam, hocam.”
“Ben bir şeyler duydum, inanmadım, Kerim böyle şey yapmaz,
dedim, ama bazen herkes yanlış yapabilir, diye düşündüm sonra. Şimdi bana
söyler misin? Duyduklarım doğru mu? Bak tekrar ediyorum, bu konuşmamız aramızda
kalacak ve sen istemediğin sürece bu odanın dışına çıkmayacak, iki arkadaşız,
birbirimize kızmadan darılmadan konuşacağız. Sorduğum sorulardan istediğine
cevap ver, olur ya, cevap vermek istemediğin soru olur, açık açık söyle, ‘Bu
konuda konuşmayalım, hocam,’ de. Ben de isteğine saygı duyar, susarım Hiç bali
çektin mi, Kerim?” dedim, başımı hafif yana eğdim. Kerim’in yere bıraktığı
bakışlarını yakalamak, göz göze gelmek istiyordum. Ayıldıktan sonra işlediği
suçun bilincine varan bir sarhoş gibi, usulca kaldırdı başını. Bacaklarının
arasında birbirine kenetlediği ellerini gevşetti.
“Üç defa çektim.” dedi derin bir pişmanlığa batmış insanlar gibi,
uysal ve itaatkâr konuştu.
“Peki, neden çektin?”
“Arkadaşlar, çek dedi, ben de çektim, hocam.”
“Hoşuna gitti mi?” dedim, gözleri parladı, yüzüne o anı tekrar
yaşıyormuşçasına bir tebessüm yayıldı. Kollarını yana doğru açtı, elleriyle bir
şeyler tutuyormuş gibi yaptı:
“Böyle, şey oldu, beni cereyana verdiler.” dedi.
“Cereyana mı verdiler? Nasıl yani?” dedim gözlerimi belerterek.
“Öyle değil, yani baliyi çektikten sonra öyle oldu. Bir
seferinde de çektim, sonra okula geldim, hep güldüm, önüme gelene tekmeyle
vurdum.” dedi.
Esrarı
rakıya meze yapınca,
tüm hayatım yüzlerce filmin fragmanı gibi yansıdı belleğime.
Her şeyi bir anda
yaşamıştım o gece. İyi kötü tüm duygular dalgalı bir
deniz gibi çalkandı durdu
içimde, kâh dalgaların üzerine çıktım,
yüzdüm özgürce, kâh boğulmamak için
çırpındım,
ölümü düşünerek. Hızla değişen filmin
karelerini yakalamaya çalıştıkça yoruldum.
En güzeli, herkesi affetmemdi ölüme uzanmaya
çalıştığım o uzun gecede.
“Peki, bu yaptığın iyi bir şey mi? Ya, o anda kendini
kaybetseydin, birisini yaralasaydın, aklın başında değil, ne olurdu o zaman?”
dedim, sustum bir süre, sorularım cevapsız kalınca devam ettim: “Sübyan
koğuşunu duydun mu hiç? Oraya düşen çocuklara ne yaptıklarını biliyor musun,
Kerim? Ya tecavüzün ne demek oluğunu?” Başını, biliyorum der gibi dertli dertli
salladı.
“Ben, çekmek
istemiyorum, hocam.” dedi aniden uykudan uyanmış gibi.
“Kimlerle çektin, baliyi nereden aldın?”
“Arkadaşlar, ben almadım, Ahmet, Cengiz, Salih de vardı,
diğerleri bizim okuldan değiller, tanımazsınız onları, hocam.”
“Cengiz de mi vardı? 7/B’deki Cengiz mi?”
“Evet, Şahin, bizim okuldan geçen yıl mezun oldu, liseye
gitmiyor, baliyi o getirmişti.”
“Nerede çektiniz?”
“Özlem kırtasiyenin arkasındaki boş inşaatta. Ahmet orada
yatıyor zaten, merdiven altında, eve hiç gitmiyor.”
“Ahmet’in ailesi yok mu? Ne zamana kadar yatacak orada, yarın
bir gün kar yağarsa ne olacak? Oğlum bu memlekette sığınabileceğiniz bir metro
bile yapılmadı henüz.”
“Babası ölmüş, annesi temizlikçilik yapıyor, kimse Ahmet’e
karışmıyor.”
“Ya senin baban, duysa bali çektiğini, ne yapardı?”
“Döverdi hocam, zaten hep dövüyor.”
“Oğlum babadır, döver de sever de, babam da zamanında çok dövdü
beni, her babası döven gidip bali çekseydi bu memleket baliciden geçilmezdi.”
Dayak yediğim, sabaha kadar
dışarıda dolaştığım o soğuk kış gecesinde bali bulsam, belki çekerdim ısınmak
için, ama o zamanlar balinin sadece yapıştırıcı olduğu öğretilmişti bizlere.
Şimdi bile merak ettim sarhoşluğunu, bir kutu bali kaç kuruş ki, esrardan
pahalı olacak değil ya… Soğuk suyun altında sabahladığım o gece sıtmaya tutulmuş
gibi hem titredim hem de her yanımı ateş basmıştı. Acaba, bu titreme miydi cereyan çarpması.
“Baban ne iş yapıyor, kaç kardeşsiniz?”
“Beş kardeşiz. Babam yazın inşaatta çalışıyor, kışın pek iş
olmuyor, hep kahvede.”
“Baban seni neden dövüyor?”
“Dersime çalışmıyorum diye dövüyor, eve geç geldiği zaman anam
kapıyı açmıyor, sonra dövüyor anamı da beni de, diğer kardeşlerimi de dövüyor.”
“Niye eve geç geliyor?”
“Kumar oynuyor, içki içiyor, anama para vermiyor, daha bana
hiç harçlık vermedi.”
“Nasıl yani, okula gelirken evden harçlık almıyor musun?”
“Birinci sınıftan beri hiç almadım.”
“Demek ki babanda da yok, olsa mutlaka verirdi. Mesela şu an
neden girmedin derse? Nöbetçi öğrenci seni dışarıdan çağırmış.”
“Ders matematik, Sabri Hoca, hep dövüyor, ben de girmiyorum
onun dersine.”
“Niye dövüyor, durduk yere mi gelip dövüyor seni? Canı sıkıldı
diye mi?” dedim, ses tonumun sertleştiğini fark ettim. Bacağımın sallantısını
durdurmak için ayak ayak üstüne attım. Yumruğumu ne zaman sıktığımı hatırlamıyordum.
Sonra ellerimi birleştirerek gülümsemeye çalıştım zoraki.
“Defterim bitmişti o gün, sen
niye yazmıyorsun, dedi, dövdü.” Yalanı bile hiç renk vermeden Kerim’e öğreten yoksulluğundan
nefret ediyordum. Sabri Hoca ders anlatırken Sıçan İdris ile Kerim kavga
etmişler. Bu olayı bana Sabri anlatmıştı. Sabri’nin, çocuklar yapmayın
uyarılarına, sen karışma, demişler. Sabri de Sıçan İdris ile Kerim’i araladıktan
sonra Kerim’e bir tokat atmış. Sıçan İle Kerim de Sabri’ye küfrederek dersten
kaçmışlar, böylece Sabri’nin dersine girmemek için geçerli nedenlerini yaratmışlardı
kendilerince.
“Öğretmendir, döver de sever de, biz bu sıralarda otururken öğretmeni
yüz metre ötede görünce korkudan yolumuzu değiştirirdik. Ya siz, geçenlerde
Aynur öğretmen dış kapıdan çıkarken, İdris sigaranın dumanını üflemiş yüzüne.
Sonra da arkasından laf atmışsınız. Doğru bir şey mi bu yaptığınız? Sen de
oradaymışsın, gülmüşsün? Hoş, ben inanmadım, Kerim’i başkasıyla
karıştırmışsındır, dedim, ama…”
“Ben yoktum hocam, zaten İdris benim de kalemimi çaldı, cebinde
gördüm.” dedi, yalancı, ürkek ve kaçamak bakışları tüm sinirlerimi
titretiyordu.
“Madem öyle, İdris’e neden şahit oldun? Bak, burada
konuştuklarımız aramızda, sanırım hocalardan biri size bu konuda bir şeyler
söylemiş.”
“İdris’e söyledi hocam, ben de yanındaydım, size diploma
veririm, dedi. Başkası duyarsa okuldan atarım sizi, dedi.”
“Yok, aramızda kalacak, hem, kimin söylediğini biliyorum
zaten, ben de duydum, ama emin olamadım. Biri Cevat Hoca, ya diğeri?”
“Zahittin Hoca da vardı, şikâyet dilekçesini onlar söyledi,
biz de yazdık, götürüp kaymakama verdik.”
“Ne dediler, ne yazdınız dilekçeye?”
“Sosyal öğretmeni bize küfür ediyor, kızların tarafını tutuyor
hep, diye yazdık, İdris yazdı, ben yazmadım hocam.”
“Ben seni biliyorum zaten, sen böyle bir şey yapmazsın, hem
konumuz da bu değil, boş ver.” dedim. Ceketinin iç cebinde ceketi aşağıya sarkıtarak
sol tarafını şiş gösteren ağır ve kaba bir şey vardı. Tam olarak bakamıyordum
oraya, ama muhtemelen ağzı açık bali kutusuydu, çünkü sarımsı iplik gibi bir-iki
şey cebin dışına taşmıştı. Evet evet, bu baliden başka bir şey olamazdı.
Bakalım, Kerim’i etkileyebilmişsem cebindekini kendi isteğiyle çıkartacaktır,
diye düşünerek tekrar konuyu baliye getirdim.
“Şimdi, sana bali çektiren arkadaşların, seni de alıştırdıktan
sonra, sana, bize para bul, bize bali
al, almazsan döveriz seni, derlerse ne yapacaksın. Evden de para alamıyorsun,
hırsızlık mı yapacaksın?”
“Hırsızlık yapmam hocam, bir daha bali çekmeyeceğim, ben, bali
çekmek istemiyorum, o balicilerin yanına gitmeyeceğim, zaten onlar hırsızlık da
yapıyorlar hocam.”
“Aferin sana, peki bana, bir daha bali çekemeyeceğine söz
verebilir misin?”
“Söz, hocam, bir daha bali çekmeyeceğim.” dedi, kalkmaya
hazırlandık, Kerim cebindekini çıkaracak gibi durmuyordu. Belki de başka bir
şeydi, bali konumuz olduğundan o şişliğin bali olduğunu sanıyordum. Ayağa kalktım,
içimden bir ses cebindekini sormam için dürttü beni:
“Kerim, cebindeki ne?” dedim, ağzımdan yanlışlıkla kaçırdığım
bir soru gibi. Kerim’in yüzü karmakarışık oldu, esmer ve solgun teni, batan
güneşin geride bıraktığı gün gibi karardı. Üst dudağı titredi, ne diyeceğini
bilemedi, sol gözünün altındaki yara izinin üstü seğirdi, gözlerinin akı
buğulandı. Sonra rahatladı, acıyı kanıksamış insanların boyun eğişi ve
yaşlanmış çocuk gözlerleriyle gözlerimin içine bakarak:
“Musluk, hocam…” dedi.
|