Hak
veriyorum
elbette; evlat acısı acıların en büyüğü.
Yarısı
toprağa
gömülen yürekle yaşayanın halini anlamaya
çalışmıyor da değilim. Ama ben de
insanım! Benim de canım var.
Sabahın
alacasından
da öğlenin bulacasından da haberin yok artık. Gün
yirmi dört saat, sen
neredeyse on beşinden fazlasını yatakta geçiriyorsun. Buna
sebep yarı yarıya
ilaçlarsa, yarı yarıya da senin kendin. Uyanıkken bile
rüyada gibisin. Ağzını
saatlerce bıçak açmıyor. Ben konuşurken beni
dinlemiyorsun bile. Gözlerin
boşluğu süpürüyor, her ne varsa
–ki ben hiç mi hiç
göremiyorum- toplayıp bir
köşede biriktiriyor, o yığının içinde
konuşlandırıyorsun gününü.
On
üçünde
evlenmişsin. On dördünde beni almışsın kucağına,
sonra birer yıl arayla da
Süheyla’yla Suna’yı. Ölü
doğurduğun dördüncü kızdan sonra, bir
ümit diyerek
yeniden denediğin annelik hevesinde bir kez daha hüsrana
uğramışsın. Yine kız
çıkmış şansına. Şanssızlığına mı demeliyim yoksa? Sen kız
doğurdukça eltin
oğlan doğuruyormuş. Amcam da babama erkeklik taslıyormuş. Erkek adamın
erkek
çocuğu olur ya!
Gençliğinin
en güzel
günlerinde dört çocuğun sorumluluğuyla baş
başa kalınca kafan dank etmiş olacak
ki; doğurganlığını kontrol altına almayı öğrenmişsin.
Sonrası...
Küçüktüm ama
hala dün gibi hatırlıyorum. Başta babaannem ve halalarım olmak
üzere tanıdığım
büyükler “Vah vah vah! Ocağın
sönük kaldı” diyerek acırlardı sana. Sense
onları
dinlerken sessizliğe gömülür, olduğun yerde
ufaldıkça ufalırdın. Senin için kaç
asır geçti böyle bilmezdim hiç.
Sünnet düğünlerine neden gitmek istemeyişini
de
bilmezdim. On yedime geldiğimde bir kez daha denemeye kalktığın zaman
kopardığım
kıyametin nedenini iyi biliyorum oysa. Kardeşimle aramızda on sekiz yaş
fark
olacak diye duyduğum utancı anlayamıyordun. “Yaşım
geçmeden bir kez daha
denemeliyim” diye ısrar ediyordun.
Ben
de seni
anlayamıyormuşum ya!
Karnın
büyüdükçe
sessizliğin de artıyordu. Arap Babaya gidiyordun sık sık. Seccadeye kapanıp
“amin”le biten dualar ediyordun. En
küçük kardeşim on ikisindeydi o zamanlar.
İçimizde en çok sevinen de oydu. Biz abla olmuşuz
da o hiç olamamış diye bizi
kıskanırmış meğer. Doğacak bebeğin kendisine abla diyeceğini bilmek onu
dünyanın en mutlu çocuğu yapmaya yetiyor da
artıyordu. Süheyla, Suna ve ben,
için için nasıl da kızıyorduk. Alt tarafı
sallanan şeyi fazla olacaktı
bizden. Niyeydi bu kadar düşkünlük?
Anneannem,
“Kızım ya bu
da kız doğarsa” dediği gün gözlerinde
gördüğüm yıkıntıyı hiç
unutmuyorum.
Ya
o da kız doğsaydı?..
Hastaneden
haberin
geldiğinde babam mahallenin bütün
çocuklarına şeker dağıttı. Nereden bulmuşsa
bulmuş, davulcuyla zurnacıyı getirtmiş kapıya. İki saat
hiç ara
vermeden çaldılar. Adamın içinde ukde kalmış
meğerse.
O
sıçandan farkı olmayan
şey eve geldiğinde anlamıştık bundan böyle sıramızın ondan
sonra geleceğini.
Varınız yoğunuz o olmuştu. Kapıyı, pencereyi açmayın
üşütür, gürültü
yapmayın
uyanır... Yattığı yerden yaşamlarımıza hükmediyordu her an.
Süheyla’nın
şarkıcı olmak
için karar aldığı günler de o günlere
rastlar. Şarkıcı olacağım diye
tutturmuştu da yüzüne
tükürmüştünüz kızın.
Kızınıza başına gelebilecek
tehlikeleri anlatmak ve bu yola baş koyduysa tek çaresinin
konservatuara gitmek
olduğunu söylemek yerine bizim senin gibi evladımız yok
diyerek bağırıp
çağırmıştınız. Hayranlarım peşimden koşacak, neonlarda adım
yazacak diye on
yedisinde kapıyı çarpıp gittiğinde nereden bilirdik bir daha
ondan haber
alamayacağımızı.
Evde
bir prens hazretleri
vardı ve bizim isteklerimiz onun isteklerinin arasında fark edilmiyordu
bile.
Benim
yirmi ikimde
koca bulup evlenmek istemem de bundandır. Benden on iki yaş
büyük birini seçmem
ve İstanbul’a yerleşmem de... Çok
sürmeden Suna’nın evlilik kervanına
katılması, taaaa Almanya’lara gitmeyi göze alması
da...
Sevgili
oğlunuz beş
yaşına gelinceye dek hepimiz çil yavrusu gibi dağıldık. Onu
dört gözle bekleyen
Seniha’mız bile bu duruma dayanamamış olmalı ki; bin
kilometreden fazla uzaklıkta
üniversite okumayı göze aldı.
Babam,
sen ve biricik
oğlunuz... Dünyanın en mutlu ailesiydiniz.
Yılda
bir kez, bir
haftalığına geliyordum yanınıza. O bir haftada da yedi yabancı el
gibiydik
birbirimize. Serhat, sevimli ve saygılı bir çocuktu ama her
defasında onu bizim
önümüze geçirmenizden olsa gerek,
uzak durmak istiyordum ondan. Onun sevdiği
yemekler pişiriliyor, onun izlemek istediği kanallar
açılıyor, onun sırtı
pışpışlanıyordu. Benim özbeöz kardeşimdi, sevmediğimi
söyleyemem, seviyordum
ama... Sizin körü körüne
büyüttüğünüz sevgiyi
gördükçe içime acılar
saplanıyor,
sevgimi alıp kör kuyulara atasım geliyordu.
Yıllar
yılları kovaladı
böyle. Oğlunuz okulu bitirip doktor çıktığında
ağzınız kulaklarınızdaydı artık.
Allah size hayırlı bir evlat vermişti. Hem erkek evlat, hem de
doktor...
Yaşlandığınızda size gül gibi de bakardı.
Allah’ın
işi mi, ne
demeli, hala bilmiyorum. Aşırı hızdan şarampole yuvarlandığında daha
orada
canını vermiş olduğunu duyduğum zaman ilk kez sarılmak istedim ona.
Böyle uzak
düşmemizde onun suçu neydi ki?
Allah
rahmet eylesin, nur
içinde yatsın. Abla kardeş ilişkisini doya doya yaşayamadık.
Ah,
anne! Bir o mu?
Anne-kız da olamadık biz senle hiç. Olamadık!
Hala
da öyle değil mi
anne?..
Oğlunuz
yaşamınızdan
çıktıktan sonra dünyanız yıkıldı. Babamın kalbi bir
yıl zor dayanabildi bu
acıya. O da göçtü gitti, tek başına kaldın
ama yine değişmedin.
Her
fırsatta
çocuklarımızı alıp yanına gelmeye çalışıyorduk.
Sen... Gençliğimizin en güzel
yıllarında bizlere yaptığın yetmezmiş gibi çocuklarımıza
karşı da kayıtsızdın.
Sana geldiğimizde daralıyordu çocuklar. Onlar
daraldıkça benim yaralarım
açılıyordu kabuk kabuk. Her ziyaretimin arasını
açıyordum bilerek, isteyerek.
Suna, Almanya-Türkiye arası ödemek zorunda kaldığı
uçak parasını bahane ediyor,
çocuklarının okuldan ayrı kalmaları sonucu başarılarının
düştüğünü bu yüzden
her zaman gelemeyeceğini söylüyordu.
Seniha’nın eşi ise çok kıskançtı ve
eşini
şehirler arası yolculuklara tek başına göndermek istemiyordu.
Gerçekten
istemiyor muydu, Seniha mı bize böyle
söylüyordu, onu da bilmiyorum. Anlayacağın uzaklık
bizi daha huzurlu kılıyordu, bu yüzden köşe
bucak kaçıyorduk senden.
Çünkü sen anne olamamıştın bize.
Hiç bir zaman anne gibi yanımızda olamamıştın.
Oğlun elinden gittikten sonra bile bunun ayrımına varamamıştın. Sana
teselli
vermeye geldiğimde benim de teselliye gereksinim duyabileceğimi
bilemedin hiç,
bilmemekle kalmadın öğrenmek de istemedin. Bir günden
bir güne sorma gereği
duymadın; “Kızım evinin dumanı nasıl
tütüyor?” demedin. Karyolanın altındaki
örümcek ağlarını, mutfağındaki yağ artıklarını, banyonu,
kapını, pencereni, sağını, solunu temizlediğimde sana evlatlık
yaptığımı, bir evladın da bazı zamanlarda annesini arzulayacağını
düşünmedin
hiç.
Senden
uzaklaşıp kendi
evime geldiğimde -çocuklarla eşim evde yokken-
günlerce göz yaşı döküyordum.
Göz yaşlarımdan haberin olmadı. Göğsümdeki
kitleyi ilk öğrendiğimde duyduğum
korkudan, biyopsi sonucunu beklerken neler çektiğimden,
göğsümün alınması
gerektiğine karar verildiğinde çaresizlik içinde
kıvrandığım günlerden,
operasyona alınışımdan, yoğun bakımdaki saatlerimden, anne diye
sayıklamalarımdan, operasyon sonrası yaşadığım ıstıraptan,
hiçbir şeyden
haberin olmadı anne!
Artık
sana gelmek
istemiyorum anne. Kapını bir daha çalmak istemiyorum.
Yarın
çocukların okulları
tatil oluyor. Herkesinki gibi bir anneanneleri olsaydı, koşa koşa
gitmek ne
büyük keyif olurdu onlar için.
Çocuklarımla sana gelmek istemiyorum anne. Kendi
ellerinle ruhuna mezar yaptığın dünyanda seninle birlikte
olmak istemiyorum.
Hadi dışarı çıkalım diyerek saatlerce dil dökmek,
kaşlarınla bıyıklarını almak,
gardırobundaki giysilerini derleyip toplamak,
ütünü yapmak, evini temizlemek,
masana karanfiller koymak istemiyorum.
Çocuklarımı
alıp uzaklara gitmek
istiyorum. Henüz çok fazla keşfedilmemiş bir kıyı
kasabasında bir motele
yerleşmek, günlerce denizi seyretmek istiyorum. Komşu odalarda
kalan yaşlı
teyzelere anne demek, çocuklarıma da anneanne dedirtmek
istiyorum. Onlarla
sahil boyunca yürüyüş yapmak, çay
sohbetlerinde buluşmak istiyorum.
Anne,
bir bilsen bunları ne çok
istiyorum.
Şimdi
valizlerimizi
hazırlıyorum anne. Çocuklarımla güzel bir tatil
geçirmek istiyorum. Henüz karar
vermedik, seçeneklerin en sonuna seni de ekledim ama keşke
bilebilsen
anne, çocuklardan ufacık da olsa olumlu bir tepki
gelmediğini. Kararı
yine de bana bıraktılar. Çıkacağımız bu kısa gezinin sana
olmasını ne çok
isterdim. Tatil... nasıl da pozitif anlam yüklü bir
sözcük değil mi anne?
Gezmek, görmek, eğlenmek anlamlarının yanı sıra
sevinç, mutluluk, özlemleri
dindirmek, kavuşmak gibi anlamları da barındırıyor içinde.
İnsan, en güzel
anlarını sevdikleriyle paylaşmak istiyor. Ben de
çocuklarımla geçirebileceğim
mutlu anları ıskalamak istemiyorum geleceklerine bir avuç
mutlu anı kalsın
diye. Ama sen onların anı kutusuna hüzün
parçaları atıyorsun her defasında.
İşte bu yüzden artık sana gelmek istemiyorum
anne!
Uyur-gezer
yaşamında, takvime bakıp da
torunlarım tatile girdi, gelirler belki, diye aklına getiriyor musundur
acaba?
Özleyip arıyor musundur? Telefonun tuşlarına parmağını
götürüp bir kerecik de
hiç olmazsa ben arayayım diye, içinden
geçiriyor musundur?
Sanmıyorum
anne, hiç sanmıyorum.
Of anne!
Of anne!
Bekle.
Yine
geliyorum.
|