ana sayfa / editorial / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 
Altay Atlı

   

Kebajoran’dan Haberler/  Berita dari Kebajoran

I. BÖLÜM

Her karanlık çöktüğünde olduğu gibi o akşam da aklı yine Kebajoran’a[1] gidiyordu. Oraya tutku derecesinde bir bağlılığı vardı. Kocası Salih, kızkardeşi Hatice ve annesi ile tekrar bir araya gelebileceği günlerin hayalini kuruyordu. Onların her zaman için kalbinde ayrı bir yeri olmuştu, ancak artık Kebajoran ile bu sevdiği kişiler arasında bir köprü kalmamıştı. Son köprü de yıllar önce yıkılmıştı. Korkuları tarafından. Artık o Fromberg Parkı’na[2] bağlıydı. Böyle olmasını istediğinden değil, buna mecbur olduğundan...

Önceleri o ve onun gibiler Başkanlık Sarayı’nın tam önünde yer alan bölgeyi mesken tutmuşlardı. Ancak daha sonra sokaklara karanlığı paramparça eden sokak lambaları dikildi. Onlar da mecburen biraz sağa kaymak zorunda kaldılar, ama sadece ikiyüzelli metre kadar. Evet, sarayı çevreleyen parmaklıklardan ikiyüzelli metreden daha uzak değillerdi.

Arada sırada o ve onun gibilerin polis baskınına uğrayacakları söylentisi çıkardı. Bu söylentiler Fromberg Parkı’na geçici bir sessizlik çökmesine yol açar, o ve onun gibiler söylentiler sona erene kadar başka bir yere gider, sonra da eski yerlerine geri dönerlerdi.

Şehrin gürültüsü ve kargaşası artık dinmişti. O, uykulu bir şekilde betondan yapılmış bir banka uzandı. Bu sefer hatıralarını aklından çıkartıp atamıyordu. Kebajoran! Unut orayı, unut orayı diyerek kendine telkin ediyordu.

Böylece yarını düşünmeye başladı.

Müslümanlar için Arabistan, Hristiyanlar için de Filistin neyse sarayın önündeki park da onun için oydu. Arabistan veya Filistin başka bir yere hareket etse tüm dünya ayağa kalkar. Ama bu parkın gitmesi sadece onu ve onun gibileri üzerdi. Yöneticilerden şikayetçi olmanın hiçbir anlamı yoktu, çünkü o şehrin kayıtlı bir sakini bile değildi, hatta resmi olarak doğmamıştı bile! Cakarta’nın dışına çıkmışlığı da yoktu. O ve onun gibiler gecenin güçsüz gölgelerinden başka birşey değillerdi. Paris, “Benim aşkım gün ışığından çekinir” diye şarkılar söylüyorsa, Cakarta da şöyle mırıldanıyordu: “Elektrik ışıkları bütün rızkımı elimden alır.”

 Sonra...

Sonra Emine bir iç çekiverdi. Ruhu fazlasıyla yıpranmıştı; eğer o bedenin içinde bir ruh kaldıysa tabii. Vücudu da tükenmişti. Ağır ağır blüzünü ve üzerindeki diğer elbiseleri çıkardıve genellikle geceleri giydiği en kötü elbiselerini üzerine geçirerek banka uzandı. Soğuktu. Ama artık soğuğa da alışmıştı.




[1] Kebajoran, 1950’li yılların başlarında Cakarta’nın yaklaşık 10 km dışında kalan bir yerleşim birimiydi. Bugün ise şehrin bir mahallesi haline gelmiştir.

[2] Fromberg Parkı, bugün şehir merkezindeki Özgürlük Meydanı’nın kuzey kısmında bulunan küçük bir alandır. 

Bir ara kafasını doğrulttu. Sarayı çevreleyen parmaklıklardaki lambalar hâlâ yanıyordu. Gecenin karanlığı ve soğuğu, onun yalnızlığını daha da artırıyordu. Etrafta onu sürekli rahatsız eden adamların hiçbiri yoktu. Çoktan evlerine, karılarının yanına gitmişlerdi. Ama buna rağmen o, oniki buçuk rupiah kazanmayı başarmıştı. Vücudunun sıcaklığını isteyen beş erkeğe hizmet vermişti. Hormonları azmış olan ve rahatlamak isteyen erkeklere. O ne kadar cılız olsa da yağmur alan bir tarla gibiydi. Hormon yağmuru!
 
Diman henüz gelmemişti. O ise Diman’ın nerede olduğunu bilmiyordu. Diman, belediyede çalışan bir çöpçüydü. Onu Cakarta’ya, kendisine yeni bir hayat edinmesi için getiren kişiydi. Gece olup da o bankın üzerine uzandığında, Diman da gelir yanına kıvrılırdı. Evet, yanına yatardı, daha doğrusu üzerinden inip yanına geçerdi. O ise Diman’ı hiçbir zaman reddedemezdi. Aslında kendisini onun yanında huzurlu hissediyordu. Hatıraları artık onu rahatsız etmiyordu.

Bir ara ertesi gün ne yapacağını düşündü. Tanah Abang[3] pazarına gidip ham ananas[4] alacaktı. Eskiden sadece olgun ananas alırdı, hayatın o yükünden, dünyaya yeni bir insan getirme külfetinden kurtulmak için. Ama artık rahmi işlevini göremez duruma gelmişti. Kötü bir hastalığa yakalanmış ve doğurganlığını kaybetmişti. Artık tek ihtiyaç duyduğu şey ham ananastı. Zaten hastalığı boyunca kendisine deva olan meyve de buydu. 

Sonunda uyuyakaldı. Yüzü gökyüzüne uzanan saraya dönüktü. Gökteki yıldızlar, sokak lambalarıyla, şehir lokalinin verandasını süsleyen ışıklarla, Yen Pin lokantasının lambalarıyla ve tabii ki sarayın parmaklıklarındaki lambalarla rekabet eder gibiydi. 

Küçük bir çocukken hep odasında elektrik ışığı olsun isterdi. Ama bu dileği hiçbir zaman gerçekleşmedi. Artık insan yapısı bir ışık kaynağına ihtiyacı da kalmamıştı.  

Bir anda derin bir kayıtsızlık içerisinde uyandı ve soğuk gecenin bileklerini okşamasına izin verdi. Soğuk, gittikçe yukarılara tırmanmaya başlamıştı. Önce kalçalarına, sonra da neredeyse karnına. Bu Diman geldi demekti, uykuda bile olsa anlardı. Ve yine uykuda bile olsa daha sonra neler olacağını bilirdi. Vücudunun üzerine abanan iri bir kütle. Çok da umrunda değildi. Gözlerini kapar, kımıldamadan sessizce dururdu. O kadar yorgun, o kadar enerjiden yoksundu ki. Vücudunu sadece parasını ödeyebilecek erkekler için hareket ettirirdi. O da en fazla bir ringgitolurdu. Daha fazlası sıradışı bir cömertlik sayılırdı. Zaman zaman da uykusunun ortasında üzerindeki ağır bir vücudun yanına düştüğü zaman çıkardığı gürültüyü ve ardından gelen iç çekmeleri ile nefeslenmeleri duyardı. En sonunda ise gece, görevini yerine getirir ve ortada hiçbir duygu kalmazdı.




[3] Tanah Abang, sarayın batısında yer alan, yoksul sınıfların alışveriş yaptığı bir pazar yeriydi.
[4] O dönemlerde Endonezyalı kadınların arasındaki bir inanışa göre ham ananas düşük yapmaya yol açar, olgun ananas ise cinsel gücü artırırdı. Bu metinde, ananasının bu iki çeşidinin etkileri ters olarak kullanılmış.   

*  *  *

Trafik gürültüsü bile onu uyandırmaya yetecek kadar kuvvetli değildi. Vücudu onun sağlayabildiğinden daha fazla istirahata ihtiyaç duyuyordu. Ağzı hâlâ açık ve göz kapakları düşüktü. Yanağına akan salyası bir çizgi halinde kurumuştu. Saçları dağılmıştı ve en derin uykusundayken bile nefes alışı kısa kısa ve acı doluydu. Sadece tenini yakmaya başlayan güneş ışıkları yüzünden dünyaya gözlerinin penceresinden bakmaya başlamak zorunda kaldı. Diman artık yanında değildi, işe gitmişti. Yavaş yavaş gözlerini ovuşturdu. O anda tüm varlığı kendisinin bir tablosu gibi görünüverdi. Onun hiçlikten varoluşa geçişinin ve sonra da Fromberg Parkı’ndaki o betonarme banka uzanışına kadar olan sürecin bir panoramasını resmediyordu bu tablo. O andan hiçliğe geri dönüşüne kadar geçecek süre zarfında başına neler geleceğini de gösteren bir tablo. 

Geçen gece etini pazarlamak amacıyla giymiş olduğu giysileri toparlayıp yolun öbür tarafına geçti ve yıkanmak için Kali Besar’a[5] gitti. Yolda değişik suratlara sahip, türlü türlü insanla karşılaştı. Bu insanların arasında bir zamanlar vücudunun tadına bakmış olanları ayırt edemiyordu. Zaten onlar da onu tanımıyorlardı. Ne farkederdi ki? Onlara değil, paralarına ihtiyacı vardı. 

Onların da ona ihtiyacı yoktu. Sadece etini istiyorlardı. O da belirli zamanlarda, hep değil. 

Kendisini nehrin sarımtrak sularına bıraktığında hep rahatlamış hissederdi. Gücü geri gelir, her hücresini, her kasını doldururdu. O da tarağını çıkartıp saçlarını tarardı. Nehrin kenarında oturmuş dinlenirken demiryolunun kenarındaki onlarca, yüzlerce bedenin arasında birini seçti gözleri. Çok yakından tanıdığı bir bedendi bu. Düşüncelerinden bir an bile olsun çıkmayan bir beden: Hatice! 

O bedeni sarmalayan elbiseleri çok iyi hatırlıyordu. Hatice’ye vermiş olduğu kendi elbiseleriydi. Blüzün rengi solmuştu. Mümkün olduğunca görünmemek için suya atladı. Sonra kendi kendine sordu. Neden korkuyorum ki? O benim kızkardeşim! O benim öz kızkardeşim! Aceleyle sudan çıktı ve giyindi. Kali Besar’ın kıyısından tırmanıp Hatice’ye doğru ilerlemeye başladı. Hemen önündeki radyo tamircisinden müzik sesleri geliyordu. Bu onun dünyası değildi! Dans müziği için vakti yoktu. Önünden trafik akıp gidiyrdu. Bu da onun dünyası değildi! Ütülü elbiseleri içinde memurlar ofislerine gidiyorlardı. Onun dünyası değil! Sadece Hatice onun dünyasına aitti. 

Hatice büyümüştü. Göğüsleri olgunlaşmıştı. Bu, ışığın vücudu üzerindeki hareketinden belli oluyordu. Hatice büyümüştü. Ve göğüsleri de gerçekten olgunlaşmıştı. Bir anda içine bir hüzün çöktü. Kendi derisi sarkmaya başlamıştı. Ve artık bir zamanlar içinde olduğu dünyaya geri dönme şansı kesinlikle yoktu. Sanki onun kampung’u[6] – Kebajoran –  cennete gitmişti. Bir zamanlar ait olduğu aileyi de beraberinde götürerek. 

Yaklaştıkça kızkardeşinin vücudunu daha dikkatlice incelemeye başladı. Benim de eskiden vücudum böyle düzgün şekilliydi. Hatta daha güzeldi. Ve daha zarif. Ve beni daha çok erkek arzulardı. Ve ben ondan daha becerikliydim. Hatice yemek pişiremezdi, ben ise çok iyi yapardım. Ama bütün bunların şimdi ne anlamı var ki? Ben şimdi buyum, onun ise hâlâ seçme şansı var. Ben seçimimi yaptım ve yanlışı seçtim. 

Emine, Hatice’ye giderek yaklaşıyordu. Kalbi daha hızlı çarpmaya başladı. O kadar da söylemişti kendi kendine: Kebajoran’dan gelen haberleri dinleme! Kalbini kırmaktan başka bir işe yaramayacaklar. Ama kendi kendine vermiş olduğu bu sözü hatıralar ezmiş, paramparça etmişti. Cennete gitmiş olan kampung’unun ve ailesinin hatıraları. Hayatı düz bir çizgide ilerlesin istemişti. Ama o hayat, şimdi tamamen şekilsiz bir hal almıştı. Amacı hayatını bir kez daha düzgün bir hale getirmekti. 

“Hatice!” diye seslendi kıza. 

Seslendiği kız, o eskimiş elbiseler içindeki kız, onu gördü. 

Hatice onu hatırlayamadı. Yıllardır paramparça olan, gece ayazının ve hatıraların yaktığı ve kalbinin acısının ezdiği ablasını tanımıyordu. Suratı zayıf ve solgun, sırtı dümdüz, gözleri kataraktlı ve derisi de çürüklerle kaplıydı. Hatice hemen oradan uzaklaşmak istedi. 

“Hatice! Beni tanıyamadın mı?” dedi Emine, kendinden bile şüphe duyan bir sesle. 

Hatice düşündü. Kısa süren bir şaşkınlık yaşadı. Sonra ise korku, tiksinti ve hayal kırıklığı, hepsi gözlerinde dans etmeye başladı. 

“Emine! Emine! Sen misin abla?” diye sordu, mutlu ama bir anda nefretle dolan bir sesle. Gözleri, saçlarından kirli elbiselerine kaydı. Güvensizliği bakışlarında açıkça seçiliyordu. “Senden haber almayalı uzun zaman oldu.” Sonra sert bir sesle patlayıverdi: “Emine, sen dilenci mi oldun?” 

“Ben mi?” 

Emine hiçbir zaman hangisinin daha iyi olduğuna karar verememişti. Dilenmek mi, yoksa aylardır zoraki bir biçimde yaptığı gibi gecenin bir gölgesi olmak mı? 

Aniden sordu: “Cakarta’ya tatil için mi geldin, Hatice?” 

“Alışverişe geldim Emine” dedi, gösteriş yapabilmekten duyduğu gururla. “Giyecek birşeyler, kırmızı ipek bir elbise, iki etek ve bir ruj.”

“Evleniyor musun yani?”

“Evet evleniyorum, Emine. İki hafta sonra” diye cevap verdi, sanki bir zafer kazanmışcasına.

“Daha mutlu bir hayatın olacak” dedi Emine. Sesi kıskançlığın sınırındaki bir hüznü yansıtıyordu.

“En azından eskisinden daha iyi olacak. Ama şu anda kendimi gerçekten mutlu hissediyorum. Kırmızı ipek, etek ve ruj aldım. Abla, biliyor musun parayı Salih verdi.”

“Salih mi? Peki niye bana da vermedi? Bana? Karısına?”

“Senin hatan. Niye kaçtın?” 

Emine içini çekti. Ama bu iç çekişi hiçbir insan kulağı duymadı, kendisininkiler bile. Birazcık sıcaklık isteyen bir sesle konuşmaya başladı. 

“Kim dayanabilirdi, Hatice? Kim dayanabilirdi? Salih’e evi ve çiftliğimizi satmamasını söyledim. Bunlar bizim hayatımız dedim. Bizim ekmek teknemiz dedim. Ama o ne dedi? Başımızın derde girmesini istemiyorsak, mal varlığımızı devlete teslim etmeliymişiz. Evi de arsayı da sattı. Üç bin rupiah karşılığında! Sonra artık pirinç likörü ve şeker üretemez olduk. Ben de rudjak satamaz hale geldim, çünkü yapacak malzememiz kalmamıştı. Başka bir çiftlik de alamadık çünkü kimse satmıyordu.”

Pasar Baru’ya[7] gitmeliyim” dedi Hatice. 

Emine’nin kalbine bir acı saplandı. Umutla Hatice’den bir sıcaklık bekliyordu.

“Bekle! Bir dakika bekle!” 

Hatice’nin gözlerinde korku beliriverdi. Ama direnmedi. Emine hikayesini anlatmaya devam etti. 

“Hatice, yapıp satabileceğimiz hiçbir şey kalmamıştı. Salih de başkasının evinde yaşamayı kabullenemiyordu. Ben de öyle. Kim bir zamanlar kendi evinde oturuyorken, sonra başkasının evinde yaşamaya mecbur kalmayı kabullenebilir ki? Sonra Salih her gün kumar oynamaya başladı. Paramız uçup gitti. Borçlarımız çok yüklüydü. Benim de sermayem yoktu, Salih’in de. Ben de şansımı denemek için Diman’la beraber Cakarta’ya geldim.” 

“Bu senin hatan. Neden kaçıp gittin?”

“Salih hâlâ kumar oynuyor mu, Hatice?” diyerek sorudan kaçtı.

“Hâlâ sate[8] satıyor. Ben de sosunu yapıyorum” dedi Hatice.

“Durum böyleyse, onunla evleneceksin demektir.” 

Hatice bakışlarını yere doğru kaçırdı. Emine de. Yoldan geçenler arada sırada durup kısa bir süre onlara kulak kabartıyorlar, sonra yollarına devam ediyorlardı. Her iki kadın da kendi gerçeklerinden kaçıyordu. 

Sessizliği Emine bozdu. “Durum böyleyse, onunla evleneceksin demektir” diye tekrarladı.

Hatice de kendisini tekrarlayarak yanıt verdi: “Bu senin hatan. Neden kaçıp gittin?” 

“Diman belediyede çöpçü olarak çalışıyor. Evimiz parkın ortasında, ağaçların altında” diyerek bakışlarını Fromberg Parkı’na doğru kaçırdı. 

Bu sözler Hatice’nin ona sempati duymasını sağlayamadı. Emine’nin hayatıyla bir bağlantı kuramıyordu. Emine onun için hiçbirşey ifade etmiyordu. 

Emine devam etti: “Yağmur yağdığı zaman sırılsıklam oluyoruz.” 

Hatice’nin içinde hâlâ hiçbir duygu kıpırdamıyordu. Tek düşündüğü şey bir an önce Emine’den uzaklaşmaktı. Mümkün olduğunca hızlı bir şekilde Pasar Baru’ya giderek kendisine kırmızı ipek, etek ve ruj alacaktı. 

“Bazen soğuktan donuyorum, bazen de ateşim çıkıyor. Diman çalışıyor. Nerede çalıştığını bilmiyorum. Onu bulabilmek için nerede olduğunu sorabileceğim hiçbir kimse de yok. Ağaçların altında kendi kendimi korumak zorundayım” dedi, amacına ulaşmak için çabalayan bir ses tonuyla. 

Hatice onu deniyordu: “Kebajoran’a dönmek istemiyor musun?” 

Bu soruyla Emine’nin arzularına açılan kapı sonuna kadar aralandı. Hemen cevap verdi: “İstiyorum, tabii ki istiyorum!” 

Hatice sert ve asabi bir nefes aldı. Hatice’nin sabrının tükendiğini gören Emine tekrar denedi: “Ama kim bizi kabul eder ki artık? Toprağımız artık devletin elinde. Ben ayrılırken oraya çoktan bir okul kondurmuşlardı bile. Ayrıca sen şimdi Salih’le evlenmek istiyorsun, o da seni istiyor.” 

“Bu senin hatan” diye yineledi Hatice.

“Annem bana kızgın mı, Hatice?”

“Sana ateş püskürüyor.”

“Bana ateş püskürüyor.” Emine, bu sözleri tekrarladı, ezberlemek istercesine.

“Sana ateş püskürüyor ve sen ölünce cesedine sineklerin üşüşmesini istiyor.” 

Emine’nin gözlerinin kenarlarında birer tane berrak gözyaşı tanesi beliriverdi. 

“Olur da geri dönmeye cüret edersen, seni alu[9] sopasıyla dövecek.”

Emine, Salih’in karısıyken mısır tanelerini dövmek için kullandığı o sopayı hatırladı. Ucu sararana kadar mısır döverdi. Sonra da mısır peltesi hazırlar ve yol kenarında satardı. O sopayla beni döverlerse kafam patlar, diye düşündü Emine. Bir çift gözyaşı daha belirdi gözlerinin kenarlarında, yanaklarından aşağıya süzüldü ve blüzünün üzerine düştü. Göğsünün içerisinde doldurulma ihtiyacı duyan büyük bir boşluk hissediyordu. Ama bu boşluğu Hatice’nin sözleri dolduramazdı. Artık geri dönüş olmadığını anlayabiliyordu. Kebajoran ise o hep masallarını dinlediği cennetten daha muhteşem bir yer gibi görünüyordu gözüne. Yolun kenarındaki bir ağaca tutunma ihtiyacı hissetti. Gözleri aşağıdaki Kali Besar’a doğru kaydı. Sabrı tükenen Hatice ise çekip gitti. 

“Senden para istemeyecektim, Hatice” diye seslendi arkasından.

Ama Hatice ardına bile bakmadan yürümeye devam etti.

“Salih senin olabilir, Hatice! Onu senden almak gibi bir niyetim yok!” 

Hatice yürümeye devam etti. Bir an için Emine sanki kızkardeşini alıkoyuyormuş gibi hissetti. Ama ağzından tek bir kelime daha çıkmadı. Zaten fiziksel olarak da onu tutacak gücü yoktu. Hatice giderek uzaklaştı. Emine onu sadece arkasından istekleriyle, bakışlarıyla, kıskançlığıyla ve kendi bedeninin ötesinde neyi kalmışsa onunla takip ediyordu. 

Cakarta, Ocak 1950



[5] Cakarta’nın merkezinden geçen bir su kanalı.

[6] Köy ya da bir şehrin içerisindeki gecekondu mahallesi.

[7] Pasar Baru, sarayın kuzeydoğusunda yer alan ve o dönemde Cakarta’da zenginlerin alışveriş ettiği bir yerdi.

[8] Dana ya da tavuk etiyle yapılan ve acılı sosla beraber sunulan bir tür şiş kebap.

[9] Mısır tanelerini dövmek için kullanılan büyük bir sopa.

   
 

Pramoedya Ananta Toer/ Çeviri: Altay Atlı