ana sayfa / editorial / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 
Güzel Giyimli Kadın

   


Kendini hazırlayacak zamanı bulamadan işin içerisine yuvarlanıverdi. Onun için olağanüstü bir uğraştı yazmak, ama yaşadıklarının hiçbiri gözünün önünden geçmiyordu! Ona öyle geliyordu ki, kocası yolunu tıkıyor, doktor da destek çıkıyordu.

Beyaz Önlüklü Kadın tepesinde avaz avaz bağardıktan sonra elindeki deftere bakıp, “Hele söz dinlemeyip yönetmeliğe uymazsan, hele bir uymazsan!” dedikten sonra kaşlarının altından pazılarına baktı, “Daha da ileri gidersen,” deyip elinin tersiyle deftere bir tokat attı ve, “Bizde önlem çook!” dedi.

Hırlar gibi solumasının ardından, “Bana bak! Tükürmeyi hiç sevmem, bana teyzemi anımsatır. O da varayoğa tükürürdü, matahmış gibi. Ne oldu, saygınlığını yitirdi!” Uzun uzun baktıktan sonra, “Neden, neden söz dinlemiyorsun, amacın ne?” diye sordu. Güzel Giyimli Kadın, “Söylediklerinizin hepsini biliyor, yapıyorum.” Beyaz Önlüklü Kadın, başını tik varmış gibi bir kaç yere çevirip, “Bildiğini söylüyorsun da, sürahiyle bardağın yeri orası mı?”, “Neresi?”, “Bir de soruyorsun!”, “Gerçekten bilmiyorum.”, Beyaz Önlüklü Kadın hızla masaya yürüdü, sürahiyle bardağı alıp masanın ortasına çarptı, “İşte burası!”, “Bu iş mi?”, “Yeteer, yeter!” Güzel Giyimli Kadın çığlıktan etkilenmemiş gibi, “Bunları sanmayın ki, Hüseyin Avni için yapıyorum. Onun için parmağımı oynatmam.”, “Söylediklerin aleyhine delil olabilir...”, “Mahkemede miyiz?” Beyaz Önlüklü Kadın soru karşısında ne evet diyebildi, ne de hayır! ’“Her neyse, bugünden itibaren; özgürmüş, bildiği gibi yapsınmış falan anlamam! Unutma ki, gözlerim üzerinde!”

Nasıl dinlenebilir bu kasvetli yerde? Yüksek tavanlı bomboş bir salonda tek başına tekerlekli sandalyesine oturmuş heyecanla telefonun çalmasını bekliyordu. Bugün onu arayan soran olmamıştı, kafası erinç değildi. Tavandan yansıyan, yüzer vatlık iki ampulün çiğ ışığı altında tekerlekli sandalyesiyle dolaşıyor, bakışları telefonla arasında mekik dokuyordu. Telefon girdaptı sanki, sürekli çekiyordu, “Hadi gel! diyordu; azıcık yaklaş!.. Merak etme, arar!”

Güzel Giyimli Kadın, ellerinin gücünü kullanarak yavaş yavaş telefonun yanına gitti, dudaklarını uzatarak ona sevgiyle baktı. Bu bağı koparmadan makinenin çevresinde dolaştı. Hani makine ona, masanın altını gösterip, “Şuraya gir!” dese, güle oynaya kendini oraya atacaktı. Biraz daha yaklaştıp okşamak istedi, parmağını uzattı dokunamadı. “Rica etmiştim; beni sık ara demiştim. Söz vermişti, şimdi bu ne?” Tekerlekli sandalyesini süratle kapı girişine sürdü. “İşi çıksa da aramalıydı,” dedi. Onunla hemen konuşmak istiyordu. Gerçi, şimdi konuşmak için ortada öyle bir neden de yoktu, biliyordu ama, “Evlat! diyordu; evlat!”

‘Ah!’ lar, ‘Vah!’ lar çekerken elini çenesine götürüp camdan gözlerini ayıramadı. “İki göz kalmışım,” deyip sarılı yeşilli çiçeklerle donanmış, ipek bluzunu düzeltti. Sesli sesli soluyup, “Rezillik! diye ünledi. Hem de rezilliğin daniskası!” Bluzunun üstten iki düğmesini açıp camdan güneş görmemiş göğsüne, omuzlarına baktı, bakışları yüzüne kaydı; çıplak salonda iki yandan gelen ışık tüm gölgeleri yutmuş, yüzü her yandan profil gibi gözüküyordu. Gözlerini kaçırarak kollarını, dirseklerini inceledi, “Kirlenmiş!” dedi. Kirlenmiş sözünün baskısından sıkıldı, bakışlarını esneterek telefonu yeniden yakaladı. Okşayıcı bir sesle, “Hadi kuzum, hadi yavrum! Bir kere olsun çal, çınla, öt! Sesini, sesinin güzelliğini duyayım,” diyerek tekerlekli sandalyesini oraya doğru itti. Ama makine tın tın, duvar olmuştu karşısında. “Yoksa, yoksa çalıyor da ben mi duymuyorum? Aman Allah’ım bu da mı başıma gelecekti?” ürküsüyle anlık paniğe kapıldı, parmağının dışını tekerlekli sandalyenin çamurluğuna dokunup da tınlamayı duyunca, derin bir oh çekti. “Suç bende, çok şımarttım. Şu yaşıma geldim, sabretmeyi öğrenemedim. Oğlum arasa şaşırıp kalacağım. İki hal hatır sözünün ardından ben ona, ‘Ee, daha nasılsın?’ diyeceğim. O bana, ‘Ben iyiyim anneciğim, sen nasılsın?’ diyecek. Ben bu kez, ‘Daha daha nasılsın?’ diyeceğim. Bu terane sürüp gidecek. Telefonu kapatır kapatmaz sözler dilimin ucuna su gibi akacak. Tüh! Unuttum, gördün mü yaptığımı, diyerek ikinci telefonun gelmesi için gün sayacağım,” dedikten sonra kabaca gülümsedi. Yüzündeki acı çeken anlamlar saniye saniye titreyerek duruldu. “Keşke bakıcı kıza izin vermeseydim, iki laf ederdik. Şimdi dünya ile kalan tek bağım bu cansız varlık. Bu da mezara gömüldü sanki!”

Bakışları perdenin üzerine kaydı, “Başka umarım yok!” deyip perdeyi çekti. Zorlanan tülü bir iki kere ileri geri götürerek düzeltti, denizin dalgası gibi sallanışına tıkanarak gülümsedi, yüreği duvarı ötesine geçmenin özlemiyle tutuştu. “Dışarıyı görmeyim diye yüksek yapmışlar... Serinkanlı olacakmışım, dört duvar arasında nasıl olunursa?” dedi. Bir an hayalini evine doğru uzatırken, çabuk toparlanıp burun kıvırdı. Lacivert çerçeve içindeki beyaz formalı hemşire fotoğrafına bakıp, “Kendini beğenmiş!” dedi. Sandalyesini hızla çevirip salonun ortasına sürdü. Plastik bardağa doldurduğu sudan bir yudum aldı, iğrenerek püskürdü. “Bir damla içki vermiyorlar. Şarabı sevdiğimi pekala bilirler!” diye bağırdı. Bardaktaki suyu gösterip, “Bu aptes suyunu iç içebilirsen?” İşaret parmağıyla baş parmağı arasına aldığı bardağı göz hizasına kaldırıp, “Bunun yerine sülün gibi kristal bir bardakta Portofino’yu dinleyerek, şaraba batmış ıslak dudaklarımın, gül rengi içkiyi yudumlaması kötü mü olurdu? Şuna bak, sürahisinin dibi bile yosun tutmuş, dışı kirden damar damar. Bu rezalete nasıl dayanabilirim?” Sürahiye yeniden baktı, “Masanın ortasına marş narş!” diyerek kahkahalarla gülmeye başladı.

İnanç dolu bakışı su bardağının üzerine noktalanmıştı. “Şuna bir erkek baksaydı bu kirleri göremezdi. Evet göremezdi!” Dilini dişleri arasında dolaştırdı, takma dişlerini çıkardı, avurtları çöktü, yüzü kağıt gibi buruşup bir kılıcın kınına girecek kadar inceldi, sanki elli yaş yaşlandı. “Beş çocuk doğurursam olacağı bu!” dedi kendi kendine. Isıracakmış gibi bakan dişlerini yıkadıktan sonra yeniden ağzına bastı. “Hep aynı görüntü, aynı renkler, şekiller... Oysa ben değişiklik arıyorum. Denizde batan güneşin kızıl alevine, alevin suya akışına küreklerimi asılsaydım, asılsaydım, durmaksızın asılsaydım istiyorum... Gecenin maviliğine, mehtabın deniz üzerindeki şımarık oynaşına, aşklara, aşıklara, sarmaş dolaş  kadehlere... İnsanların öfkesine bile hasret kaldım, dönmek istiyorum!” diyerek siyah eteğini dizlerine çekti, elini bacakları üzerinde dolaştırıp onlara nefretle baktı. Gergin dudakları incelmiş titriyordu. Bedeninin canlı ve ölü yanlarına dokundu. Bir yanı öbür yanını kıskanırken, öbür yanı bu yanını sorguluyordu. “Ben neler istiyorum, o ne diyor; sürahi masanın ortasında duracakmış, laf!” Başını aşağı yukarı salladı, “İstemekle olmaz ki!”

Telefonu bir daha anımsadı, söylenerek yanına giderken frenine basılmış gibi durup sürahiyle bardağa, “Yerlerinize marş, marş!” diyerek masanın ortasına itti. “Yine de...” deyip duraksadı. Diliyle dudaklarını ıslattı, iki elinin orta parmağını tükürüğüyle ıslatıp kaşlarını düzeltti. Elini bedeninin canlı yerlerinde dolaştırdı, “Yine de kadınlığımı unutmamışım!” dedi. Bu onun için oldukça seyrek başgösteren bir durumdu.

Telefonun yanına gelince, Seni unutmuştum. Bir an varlığınla yokluğun bir gibiydi. Ama şimdi karşımdasın evliya kılıklı şeytan, beni pervane ettin kendine! Ben görevimi yaptım sıra sende, hadi bakalım, hadi çal!” Kısa sessizliğin ardından, sözleri ağızında bir ciddiyet kazanarak, ”Hadi kuzum, hadi yavrum bir kere de sen öt! Acı çektirme bana,?” diyerek telefonu okşadı, ona gözlerinin ısrarıyla baktı, ama duvardan ses geliyordu, ondan yok!.. Ter içinde kalmıştı. Kaşlarını çatıp, “Allah kahretsin!” diyerek tekerlekli sandalyesiyle turlayıp yeniden döndü. Kağıt mendille boynunun, göğsünün terini sildi. Mendili koklayıp iğrenerek çöp sepetine attı. Gözucuyla telefonun kablosuna baktı, “Kopukluk göremiyorum,” dedi. Duyguları buram buram gevşerken omuzları düştü, anlaşılmayan sözler mırıldanarak almacı kulağına yaklaştırdı. “Diit diit diit!” seslerini duyunca sevinerek, “Şükür bozulmamış!” dedi. Parmağını kadranına uzatıp, “Şunu kullanmayı bir türlü öğretmedi, öğretmez de... Şeytanla işbirliği içerisinde. Öğrenseydim, bir kere de ben oğlumu arardım. Bunu söylesem üzerime saldırır; olay ürettiğimi söyler. Neymiş; huzursuzluğa tapıyormuşum, sataşacak yer arıyor muşum, falan filan... Ben, sen miyim? Gerçi o benim her davranışımı olay olarak görüyor, büyüttükçe büyütüyor ama, telefonun zili çalmıyor, oğlum beni aramıyorsa suçlu ben miyim?” Söylediklerini onaylamanın mutluluğuyla dudaklarını sıkıca bastırıp gülümsedi. Bu gülümsemenin gerisinde bir şeyler var gibiydi! Elini çenesine götürüp kaşları yukarıda telefona bir süre baktı. “Pes edersem, bir kere zaman gerilemeye zorlar. Gerileyip de soğudu mu, ileri bir adım atamayacağım gibi oğlumu unutma tehlikesi bile doğar.” Telefona dokundu. “Bunu zamanında kullandım kullanmasına da, bazı nedenler unutturdu!” diyerek titreyen parmaklarıyla numaraları çevirmeye başladı. Beş kere çeşitli numara çevirdi, bekledi. Saniyesi dolmadan, yeniden, ‘Diit diit diit!’ sesleriyle irkilip, “Allah kahretsin!” diye haykırdı.

“Neden terlediysem?” diyerek almacı yerine koydu. Uzun uzun düşündü, bakışları ölü koyun gözü gibi anlamsızlaştı, elini makineye uzatırken cayıp geri çekti. Parmaklarına baktı, “Heyecan, heyecan, heyecan! Şeytanın bıraktığı miras!” deyip salonun öteki ucuna gitti. Kısa duruşun ardından kafasıyla kapıyı göstererek, “Ben heyecan diyorum, o içki diyor!” İki elini yüzüne kapatıp, “Of anam off!” yakarışıyla omuzlarını bıraktı. Kıpırdamak bile istemiyordu. Uzun süre öylece kaldıktan sonra parmakları arasından duvardaki lacivert çerçeveli fotoğrafa bakıp, “Üzerime çullanmak için uygun zamanı kolluyorsun, iğrenç yaratık!” dedi. Ellerini şakaklarına indirip, “İşaret edip durma, gürültü yapmıyorum ki!” diye çıkıştıktan sonra, “Sizi mutlu edecekse hay hay, hanımefendi!” diyerek işaret parmağıyla baş parmağını dudakları önünde birleştirip bir ucundan ötekine fermuarı çekti.

Gülümsemeye çalıştıysa da yüz kasları engelledi. “Sakin ol Samira, gözetim altındasın, sakin ol! Ah, Hüseyin Avni ah! Ölmeseydin, bunlar başıma gelmezdi,” sözlerini dudakları arasında dolaşırken, gözlerinden süzülen iki damla yaşı çenesinde yakalayıp avucunda kuruttu. Her şeyiyle bağımsız bir kadın görüntüsü çizmeye çalışarak, “İçgüdülerinle hareket ettin Hüseyin Avni. Bari bir şeyler duyumsamış olsaydın, onu da beceremedin. Paranla elde ettiğin saygınlığı, on katıyla koruyamadın. Şimdi uzaktasın belki on, yirmi, otuz yıllık, belki de bir anlık uzakta...” diye yakardı.

Oysa Hüseyin Avni, karar veremiyordu. Bir yanda polis, öteki yanda gürzüyle bir gladyatör beklemekteydi; belki de ölümdü. O, ‘belki!’ yi yeğledi.

                                                           * * *

Yukarı katlarda cırlak bir kadın sesi bir yükseliyor, bir düşüyor pekçok ayak da sese tempo tutuyordu. “Neredeyim?” diyerek salonun tavanına bakan Güzel Giyimli Kadının gözleri gizliden telefona uzandı. Gözlerini yumup sese tempo tutarak dakikalarca öyle kaldı. “Hıh! Senden mi korkacağım kaplumbağa kılıklı yaratık, tosbağa!” diyerek almacı kaldırdı. “Eskiden yedi kere çevirirdim, yedi kere,” diyerek kadranı yedi kere çevirdi. Kalbi küt küt! atıyor, zaman saniyelerini doldurmuş almaçtan ses gelmiyordu. “Naz etme,” diye fısıldarken, takır tukur sesleri ardından; ‘Düüt, düüt, düüt!’ arama sinyalini duyunca, “Yaşasın!” diye çığlık attı. “Bekleyeyim bakalım,” demesine kalmadan; “Trak!” gürültüsüyle birlikte almaçtan, “Alo!” sesi işitildi. Ağızından bir hayret ıslığı çıkaran Güzel Giyimli Kadın kalbinin duracağını sandı. Almacı elinden düşürürken, birbirine dolaşan parmaklarıyla kucağında yakalayabildi. İçinden, ‘Yarabbi şükür...’ deyip, “Oğlum sen misin?” diye haykırdı. Karşıdaki ses, “Benim ana, n’apacan?” deyince beyni şimşek hızıyla yanıt buldu, “Sen oğlum değilsin! Beni kandıramazsın, terbiyesiz!” Ses, “Anam değil misin, yavru!”, “Değilim ya. Benim oğlum, ‘ana’ demez; ‘anneciğim’ der!” diyerek telefonu yüzüne kapattı. Derin bir, ‘Oh!’ çekerek ellerini silkeledi. Ağzını açtı, bir şey söyleyecekti sesi çıkmadı. Sandalyesini sürüp hemşire fotoğrafının karşısına dikildi. Kedi gibi gerinip, “Duydun mu bana, ‘Yavru!’ dedi. Ne zamandır duymamıştım bu sözü. Bir kadın sesi duymakla ne vahim hallere düşen hödük! Görüyorsun, biz kadınlar nelere kanıyoruz.” dedi. Eteğini yukarı çekti, “Bacaklarımı görse! Ama nasıl başardım telefon etmeyi... Görmeden, öğrenmeden aradım, buldum ve konuştum. Bu insan zekasının bir ürünü. Gerçi bu yaşıma geldim ağız kalabalığı mı yapıyorum, zeki miyim anlayamadım ya, neyse. ‘Ana’ diyor terbiyesiz. Böylelerine, ‘Ellerini uzat!’ diyeceksin, tırnak kontrolü yapan öğretmen gibi parmakları üzerine cetvelle, ‘tık tık tık!’ vuracaksın, ilkokuldayken Leman öğretmenim yapardı. ‘Yavru!’ diyerek gönlümü alsa da onu bağışlamıyorum, laf atacak kadar aklı kalmış. Ben oğlumun neler söyleyeceğini bilirim. Onun gibi, ‘Ana!’ demez. Beni çok özlediğini söyledikten sonra tüm sevimliliğiyle pembe yalanlar uydurur, ardından; ‘O pamuk ellerinden öperim anneciğim,’ derdi. Sanki onun beşinci koldan olduğunu anlamadım. Anlaşılan gözetimin eli telefona kadar uzanmış! Şimdi yatağa girip yorganı başıma çekmeli miyim, savaşmalı mıyım?” Duvardaki fotoğrafa bakıp, “Nerede olduğunu biliyor musun? Sen, ‘Sus!’ demekten başka bir şey bilmezsin ki! Aslında seni küçük küçük parçalara ayırıp her bir parçanı ayrı yere yapıştırmak isterdim. O zaman, o parmağın nerende olurdu kimbilir! Kendini ilgisiz göstermeye çalışma, konuş benimle!” Fotoğraftaki kızdan yanıt alamayınca, “İnsanlarla anlaşmak zor derler; fotoğrafla daha zormuş! Konuşmayım diyorum yapamıyorum. Sonuçta birbirimize katlanmak zorundayız kızım. Sen de az değilsin hani, her lafı boğazıma tıkıveriyorsun. Hizmetçi kız gelince bana telefonu kullanmayı öğretsin, dünya kadar para alıyor kaltak!” Burnundan solumasını sürdürerek, “Oğlum, benim için artık, ‘Hiçbir ciddi girişimde bulunmadı,’ diyemez,” deyip omuzlarını oynata oynata telefonun başına gitti.

“Yedi kere çevirmiştim,” dedi demesine de gelgelelim sözler çokluk ağzından dökülüyordu. Olanlar onu; merkezi telefon makinesi olan bir çemberin üzerinde, çapını bir küçültüp bir büyüterek dolaştırıyordu. “Yedi kere çevirmiştim,” diyerek telefonun almacını kaldırmadan yedi çeşitli numara çevirdi, almacı eline aldı. Yine ara sesiyle karşılaşınca, “Bunun ipiyle de kuyuya inilmiyor!” deyip makinesine çarptı.

Dudakları düşmüş, yaptığında hata arıyordu. “Yılmayacağım!” diyerek almacı yeniden eline aldı. Ciddi ciddi telefonun kadranı üzerindeki numaralara baktı. “Birden sıfıra kadarmış,” diyerek çevirme işini yineledi. ‘Düüt, düüt, düüt!’ seslerini duyunca rahat soluk aldı ve soluğunu, “Çabanın utkusu!” çığlığıyla boşalttı.

Fazla beklemeden yine bir erkek sesi, “Alo!” diyordu. Güzel Giyimli Kadın, “Aynı ses değil,” diyerek yutkundu, bluzunun yakasını düzeltip alnındaki perçemi geriye itti, ayna aradı, yoktu. “Aloo, aloo!” demesini sürdüren almaca sesini yumuşatarak, “Kimsiniz?” sorusunu esintiyle şöyle bir uçurdu. Karşıdaki ses, “Kimi arıyorsun?” diye bağırınca korkup almacı iteleyiverdi. Hemen ardından, “Sakin olmalıyım,” sözünü yineleyip, “Doktor musunuz efendim?” diyebildi. Adamın vurdum duymaz çığlığı, “Hayır kasabım,” deyince kadını bir titreme sardı. Sesin uzaklaşmasını beklemeden dudaklarından, “Oğlumu,” sözü dökülürken elini ağzına götürdü, ama geç kalmış, Kasap telefonun ucunda bağırıyordu, “Oğlunun adı ne teyzee?” Güzel Giyimli Kadın,  “Allah’tan elim ağzımda,” diyerek dudaklarına yapıştırdı.

Bluzunun düğmelerini ilikledi, yakasını düzeltti, eteğini dizine dek sündürüp parmağını mavi benekli eşarbına doladı. Telefondaki ses, “Allah, Allah çattık!” derken o bir senaryo yaratıp beyninin tuvaline, boyayı bazı yerlerde kabartarak serpti. Bir an söyleyecek söz bulamadı, “Bana, ‘Teyze’ dedi ama önemi yok!“ diyerek davulun ritmine uydu. İçi gıcıklanarak telefona baktı, kızarır gibi oldu. Gözlerini ayırıp, “O, evet o! Sesi tanıdım. Hâlâ peşimizi bırakmadılar! Yavrumu da öldürecekler! Hüseyin Avni’ye yaptıkları gibi bir trafik kazası da buna!” Gergin yüzünü sağa sola sallarken, “Trafik...” diyerek gözleri bir an takılı kaldı. Ardından  yükselterek, “Bana geleceğimin bugüne uzanmış gölgesi gibi bakma!” dedi. Sözünü beğendi, ‘Edebi oldu,’ dedi içinden. Karşıdan, “Ne gölgesi?” sorusuna aldırış etmeden, “Kemendi keserim de gitmem o cehenneme, oğlumu da göndermem!” Telefondaki ses, “Çattık yahu!..” yinelemesine tükürürcesine, “Söylemem, ahlaksız cani!” diye bağırarak ileriye uzanmış eliyle tuttuğu telefona almacını çarpıp makineyi yerine koydu. Derin derin soluk vererek, “Çatmış! Benim, her şeyi kitaptan öğrenmiş halim mi var? Hayatımda senin gibi kaçıyla karşılaştım!” dedi.

Bir an davranışıyla hem kabalık hem akıllılık ettiğini düşündü, elini makineye doğru sallayarak, “Davranışım terbiye sınırlarının dışına çıksa da haketti! deyip duraksadı. Ardından; cani, caniler! Kemendimi keserim de gitmem o cehenneme!” diye bağırıp tekerlekli sandalyesini var gücüyle itip çerçevenin karşısına dikildi. Gözü ne duvarı ne çerçeveyi görüyordu. Ağlamaya başladı. Kısa bir ağlamaydı bu. Göz yaşlarını elinin dışıyla kuruladı. Dudaklarını teker şeklinde uzatıp kenarındaki ıslaklığı sildi. Sandalyesinde dikilip, “Zaten son günler ziyaretime gelenlerin hiç birini gözüm tutmamıştı. Benimle sohbet etmekten çekiniyor, ama her yeri karıştırıyordular. Şimdi de telefonda...” Kuşkuyla çevresine baktı, “Akşammış, sabahmış demeden şuradan hemen uzaklaşsam!” diye mırıldandı. Gidebileceği yere baktı, “Bunu şimdi yaptım yaptım, yoksa iş işten geçmiş olacak,” dedi ve tekerlekli sandalyesini oraya sürdü. “Geldim de, gelmekle iyi mi ettim, ama rahatladım. Kendi kendime nasıl sakin olabilirim, diyordum, demek böyle olunurmuş. Bir; rahatladım sözü bütün öfkemi alıp götürdü.

Bakışları parmaklarına kaydı. “Bu parmaklar bir zamanlar piyano çalardı,” deyip  tavanda bir şeyler aradı, “Yaşamak istiyorum ve yaşamak isteyen birinin önünde kimsenin duramayacağını biliyorum. Oysa dört duvar arasına tıkılıp kaldım. Hadi canım hadi; beni yalnız bırak, yarın erken kalkacağım, işim çok...” diye söylendi.

Sandalyesini yavaş yavaş kapıya sürdü. Varınca sırtını salona dönüp gizlice göz yaşını silip, “Ağladığımı kimse görsün istemem!“ dedi. Kaşlarını kaldırıp gözlerini ayırarak birkaç kere, sulanmış burnunu çekti. Tırnağının ucuyla gözlerinin kenarındaki çapakları sıyırıp yere attı, burnunu bir daha çekti, “Gel de sakin ol, bu acı karşısında! diyerek konuşmasını sürdürdü; Acı, yüreğe inmeye görsün. Oğlumu da öldürecek katiller. Kasapmış! Külahıma anlatsın! Bir sakin olabilsem, her şeyi hale yola sokarım da, olamıyorum işte!” diye yakardıktan sonra bir avucunu yanağına bastırıp gözlerini bir noktaya sabitledi. Uzun süre öyle kaldı. O ara telefonun zili çaldı. Kulağına balyoz gibi inen sesi bir an ayrımsayamadı, sonra birden sıçrayıp soluk almasıyla ciğerleri boğazına dayandı. Sevinç saçarak, “Burası kestirme!” deyip masanın sağından vurup telefona seğirtti. Dudağı araba tekerleği gibi büzüldü, havayı pipetten içiyordu sanki... Yanına varınca, “Oğlum!” diyerek telefona öyle bir sarıldı ki, dünyanın tüm erkekleri bu sözün içine sığmıştı. Almacı ters, düz edip kulağına götürdü. Karşıdan bir kadın sesi, “Benim anneciğim, Kızın, Handan,” deyince heyecanı yatışmadan öfkeye dönüştü. “Telefonu meşgul etme demedim mi sana!”, “Arkadaşlarla sinemaya gidiyoruz, gecikeceğim, diye aradım. Ha! Kardeşim de yanımda...”, “Oğlumun yanına mı gittin?”, “Allah göstermesin, daha gencim anneciğim.”, “Allah belanı versin! Sonunda yapacağını yaptın, oğlumu da elimden aldın orospu!” diyerek sesin üzerine almacı çarptı. Kanatları dolmuş burnunu sildi. Salonun bir ucundan ötekine koşan hamamböceğine yetişip tekerleğinin altında ezdi. Beyaz bir sıvı yere yayıldı. “Sakin olacakmışım, sen varken nasıl olunursa! Orospu doğdun, orospu olarak büyüdün, orospu oldun, ama oğlumu bir orospuya kaptırmam, bunu bilesin. Kadına bak yahu! Ben burada ıstırap çekerken o gönül eğlendiriyor. Az önce, keşke bakıcıya izin vermeseydim, demiştim. Haklıymışım. Bir insana nasıl davranırsan, öyle olduğunu sanır. Beni takdir ediyormuş. Sen, bir hiçken beni nasıl takdir edebilirsin, ayak takımı!” Dudak büküp, “Ben saatlerdir telefonunu beklerken o oğlumu nasıl buldu anlamış değilim. Ama öğreneceğim. Nasıl olsa gelecek, tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı.

Acaba oğlumu zorla ya da kandırıp... Bir bilsem! Oğlum da bir şey söylemiyor ki! Zor durumda olduğunu bir söylese, bir işaret çaksa, dünyayı tersyüz ederim!

Elbet bir gün buradan çıkacağım çıkmasına da çıksam ne yaparım? Ne mi yaparım; yağmur, çamur demeden evime gider, önce mutfağa geçip cezveyi ocağa sürerim. Evim yerinde duruyorsa!” Hayallerini kısa kesip tekerlekli sandalyesinin üzerinde yeniden dikilmeye çalıştı, başı döndü. Bunu kendisinden saklamaya çalışarak, “Otura, otura kıçım kurudu,” deyip zile bastı kapı yavaş yavaş aralandı... Gelen hemşireydi.

* * *

Saçları taranmış, üstü başı düzeltilmiş olarak salona dönen Güzel Giyimli Kadın, bakışlarını duvarlarda dolaştırdı. Başını kaşıyıp, “Ben buradan geçmiştim yahu!..” dedi. Yüzünü gergin bir mutluluk sardı, “Burası bana oğlumu hatırlattı. Oğlum akıllıdır. Babası gibi burnunu çirkefe sokmaz. Biraz tango, o kadar...” Boynundaki eşarbı düzeltti, bluzunun düğmesini tekrar açtı. Göğüslerini avucuyla yokladı, “Kilo almışım. Löpür löpür ediyor,” dedikten sonra makineli tüfek gibi kelimeleri sıralayıverdi, “Ne kadar acımasız da olsalar küçücük çocuğa insan olan insan kıyamaz. O daha sabi...” diyerek duvardaki fotoğrafa bir daha baktı. Kaşlarını çattı, “Susmayacağım. Yaşama senin gözünle baksam, ağzıma kilit vurmam gerekir,” dedikten sonra orta ve işaret parmağını ayırıp ok gibi savurarak, “Ben adamın gözünü oyarım!” diye bağırdı. Tekerlekli sandalyesini bir iki metre sürdükten sonra geri çevirip, “Belki de Hüseyin Avni’nin sevgilisiydin, kim bilir. Tabi o gebermeden önce. Her şey beklenirdi o sapıktan. Bir kere uçkuru bedenini rehin almıştı... Bunları bana öfke söyletiyor sanma, şu anda her zamankinden daha sakinim.”

Mahzunlaşıp gözlerini yere indirdi, hayalleri evliliğinin ilk yıllarına gitti. Hüseyin Avni’yle mutlu günlerini yakaladı. Kısa bir an öyle kaldıktan sonra bir şarkıyı anımsıyormuş gibi göz kapaklarını kaldırıp tavana baktı, “Rahata kavuştukça semirttin Hüseyin Avni. Her şeyi söyleyeceğim, ne var ne yok ortaya dökeceğim. Oğlum da elimden gitti, yetti artık dayanamayacağım. Acıyı sergilemeyi sevmem, ama yapmak zorundayım, baskı gırtlağıma dayandı. Toplum içerisinde yükselmek istiyordun. Bunun için bilgin, kültürün, mesleğin yetersizdi! Aşağılanmaya başlandıkça hırçınlaştın, saldırgan biri olup çıktın. Yıllarca kendini değil beni sorguladın. Geberip gittin hâlâ baskından kurtulamadım. Bu gidişe dur diyeceğim ve her şeyi, her şeyi anlatacağım.

Senin adam öldürerek işe başladığını, banka soyduğunu, rüşvet, esrar, eroin, kadın ticareti, cinayet. Cinayetin cinayetleri kovaladığını söyleyeceğim. Geberip giderken bu sakatlığı bana miras bıraktığını da haykıracağım. Hem de öyle haykıracağım ki, bazı taşların yerinden söküleceğini göreceksin!” Kafasını sallayıp duvardaki fotoğrafa baktı, “Şaşırdın mı küçük hanım! Bunların hepsi doğru. Karşılaştığın kaç kişi, insan sevgisiyle doludur? Sorarım sana; kaç kişi? Pek çoğunun kafası ahlakta hâlâ geridedir. Durdu, Hüseyin Avni gibileri,” diye tamamladı sözünü. Ardından bir elini kıza doğru savurarak, “İnanmıyorsan Macide Hanıma sor! Birden duraksadı; gerçi onu nerede bulacaksın, benimki de laf! Hüseyin Avni yasaya hiç yakalanmadı, ancak daha namussuzların eline düştü, bu onun bitişi oldu... Artık, kendi adını bile bir yük gibi duyumsamaya başlamıştı. Oysa, onlardan nasıl yararlanabileceğini değil de nasıl kurtulabileceğini hesaplasaydı, bunların hiçbiri başına gelmezdi. Hep aksini yaptı. Aslında onlar Hüseyin Avni’yi ta başlangıçta aralarına almak istemediler, zorluk çıkardılar... Aralarına girmek masonlar kulübüne girmek kadar zordu. Ama, Hüseyin Avni zoru başardı. Onlar da, “Bizden günah gitti!” dediler. İşte bu sözle Hüseyin Avni kelepçelendiğinin ayrımında değildi.

Onun kabına sığamadığı için öldüğünü bilmiyordun, bilmiyordun değil mi? Oysa, o büyümedi kap küçüldü.” Gözleri buğulandı, başını ağır ağır sallayarak, “Evet. Kabına sığamadı.” Sesini yükseltip, “Oraya bakma telefon etmeyeceğim. Her edişimde başıma bir yığın dert açıyorum. Hüseyin Avni, kabına niçin sığmadı anlatayım: Namussuzdan da namussuz olabilme ereğine ulaşabilmek için. Bunun için ödediği bedel haddini geçti. Kuşku, hırs, açgözlülük, kıskançlık, çekememezlik bütün bedenini sarmış, saldırgan ve acımasız biri olmuştu. Sonunda ereğine ulaştı. Sıra kazancın dönüşüne gelmişti. Bu durumda kendisine bir bakabilip bir görebilseydi; çok dersler alırdı, ama o nasıl bakılacağını bilmiyordu. Öteki duyu organlarının yetkinliğinden habersiz, her şeye cinsel organıyla iletişim kurmaya çalışıyordu.” Başıyla söylediklerini onaylaması ardından, “Ben buraya okuyup yazmak için gelmiştim, doğrusu getirilmiştim... Kaç kitap okuyabildim, dokuz! Ne kadar zamanda? Bu günün tarihini bilmiyorum ki! Ancak şunu söyleyebilirim, çok zaman kaybettim. Kafamı Beyaz Önlüklü Kadına taktım, Allah canımı aldı. Kadın bana deliymişim gibi davrandı. Okuduklarım için, Kendine şeydi, diyordu ki, hâlâ o sözden bir şey anlamış değilim. İş lafa kaldı mı, herkesin dili dışarıda maşallah.

Bazı güçler düşüncelerimi intihar üzerinde yoğunlaştırmamı istiyor. Şu günler ayak parmakları üzerinde dolaşan bir sürü sırt ve ense görüyorum. Burada sonsuza dek kalacağımı bilsem intiharı düşünebilirim, ama ergeç özgürlüğüme kavuşacağım.”

Fotoğraftaki kıza baktı, “Sen beni dinlemiyorsun ki, aklın başka yerde, yakaladım seni. Çek elini dudaklarından, gardiyan kılıklı kadın! Yüzünün güzelliğini dudağının ucundaki sopa paramparça ediyor, bana Mona Lisa’ya anımsatıyorsun. Bir an ne tarafına bakacağımı şaşırıyorum; ölüme kışkırtan ve mutluluğa açılan yüz! Nedense yüzüne bakıp savunmaya geçiyorum. Onda da zaman zaman ölçüyü kaçırıyorum, oysa kendime deha diyemem, beynimin her yanı ölçülü çalışıyor! Benimki şımarıklık! Susmayacağım işte. Senin yüzünden hemşirelere saygım kalmadı. Özgürlüğümü elimden aldın. Nereye baksam karşımdasın, kıpırdayamaz oldum.”

Sandalyesini beyaz muşambalı masanın yanına sürdü, masanın üzerindeki plastik su bardağını kaptığı gibi çerçeveye fırlattı. Sürahiyi devirdi, içindeki su, ‘Gluk, gluk, gluk!’ ederken elleri acıyıncaya dek masaya yumruk vurdu, tokat attı, alnını yapıştırıp bir zaman öyle kaldı. Saçları ıslandı, yapış yapış oldu. Dışarıdan gelen müzik sesine kulak verdi, kemanın yayı başına buyruk gezinir olsa da gözlerinin önünde engin bir denizin ufku açılıyordu ve Münir Nurettin söylüyordu: ... O söyledi ben ağladım / Ben söyledim o ağladı ... Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

    .

                                                                                                       
   
 

Selçuk Sarısaltık/ Ankara