ana sayfa / editorial / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 
Döngü
   
 
 
 
Yabancı sermayenin ülkeye alabildiğine girdiği bir dönemdi. Petrol şeyhlerinin ve nereli olduğu belirsiz ortaklıklara sahip koca koca şirketlerin ülkenin büyük şehirlerine dev yatırımlar yaptıkları günlerdi. Daha fazla yabancı sermayenin gelmesini isteyenler, “bu, bir tür yeni sömürgecilik değil mi?” diyenlere yabancı sermayenin daha fazla iş anlamına geldiğini, açılacak fabrikalarla ülkede en az % 10’lara varan işsizliğin eritileceğini söylüyorlardı.
 
Yabancı sermaye, yatırımlarını yapadursun, Ortadoğu’da, büyük güçler, cetvellerini ellerine almış; yeniden kesip biçmenin telaşındaydılar. Karşı çıkanlar, cetvelcileri ya kafir ya yabancı ya da sömürgeci olarak tanımlayıp ona göre konumlanıyorlardı.
 
Ülke, Avrupa Birliği’ne girme öngünündeydi. İmzalar atılıyor, iki taraf da cetvellerini arkalarında saklıyordu. Özgürlükleri, eşitliği ve adaleti tanımlayışlarında anlaşamıyorlarsa da, herkes, bu üç uğruna ölünesi ve yaşatılası ülküyü paylaşmakta birleşiyordu. Tek tek düzenlemeler üzerinde çalışılıyordu. Serbest dolaşım hakkı (yoksa ‘özgürlük’ mü demeli?!) tartışılırken, yabancı sermaye geldikçe geliyordu. Yabancı sermayenin yeni iş olanakları sağlayarak işsizliği düşüreceğini savunanlar, yabancı sermayenin de işçilerin serbest dolaşımından yana olabileceğini akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Yani “Yabancı sermaye gelirken, yalnızca yatırım yaptığı ülkenin işçilerini çalıştırır. Bundan daha doğal ne olabilir?!” diye düşünüyorlardı. Yanılmışlardı. Yabancı sermaye de, işçilerin serbest dolaşımından yanaydı.  
        
  
Sermaye çevrelerinin son onyıldaki temel rahatsızlığı, ilk bakışta, işçilerin yaşamını pek fazla etkilemezmiş gibi görünüyordu. Ortaklaşmacılık adıyla insanlık tarihinin en acımasız vahşi anamalcılığını uygulayan Çin, işçilerin gelecekten umutlarını tümden yitirmelerine neden olmakla kalmamıştı: Onmilyonlarca aç Çinli, tarihte daha önce buncası görülmemişçesine yollara düşmüştü. Sermaye çevreleri rahatsızdı; çünkü Çin’deki milyonlarca işsiz, ülkede bir yedek iş(siz)gücü ordusu yaratmış, işçi ücretleri, alabildiğine düşmüştü. Böylece, üretim tutarları da düşmüştü ve Çin ürünleri, pazara, dünyanın diğer bölgelerindeki birçok sermaye sahibini batıracak denli ucuza sürülmekteydi. Getirilen sınırlamalar da işe yaramadı. Kendi ülkelerindeki işçiler, pahalıya mal oluyorlardı. Dünya ölçeğinde çeşitli çözümler önerildi: Örneğin, bir ülkede, “işsiz Kürtler’i asgari ücretle çalıştıralım” dendi. Yani bu bile dendi. Ama yine de olmuyordu işte: Üretim, Çin’de yine daha ucuza geliyordu. Yeni bir çözüm gerekliydi. Hele ülkeye gelen yabancı sermaye, ülkedeki gençleri dünya kadar yük taşıyan ve posaları atıldıkça yenileri bulunan hamallar olarak gören yabancı sermaye, durumun hiç de eskisi gibi olmadığını görünce, o çözümden başkacası kalmamıştı. Durumu önceden anlamış olan kimileri, çoktan kolları sıvamıştı zaten… Evet, Tarlabaşı ve Zeytinburnu Olayları’nın nedenlerini anlayabilmek için herhalde buradan başlamalı…       

 
Li, aylarca işsiz kaldıktan sonra, gazetede gördüğü duyuruyla soluğu İstanbul’da alan onbinlerce Çinli işçiden yalnızca biriydi. Bu aylarca süren işsizliği süresince, küçükken babasının boynuna taktığı Mao kolyesini fırlatıp atmayı kerelerce düşünmüştü. Baba Li, ülkesi Çin’i yeterince ortaklaşmacı bulmadığını; ortaklaşım adına koca bir rüşvet imparatorluğu kurulduğunu; yoksulluğun hala sürdüğünü söyleyen yurttaşlardan yalnızca biriydi. Eskiden O da, herkes gibi, yoksulluğun sömürgecilerden -Amerika’dan ama en çok da Sovyetler’den- kaynaklandığını düşünüyor; devletin özendirdiği Japonya karşıtı eylemlerde ön saflarda yer alıyordu. Çinliler’in bu yoksullukta hiçbir suçlarının olmadığına emindi. Hep o yabancılar suçluydu. Bütün Çinliler iyiydi. Bayraktaki tüm yıldızlar güzeldi. Hepsi Çinli’ydi. Ama yabancılar, o yıldızları söndürmeye çalışmış; Çin’in bayrağı, kan kırmızıya boyanmıştı. Çin Devlet Marşı’nda dendiği gibi, köle olmayı reddedenler kalkmalı; yeni Çin Seddi’ni etleriyle ve kemikleriyle örmeli; tüm ezilen insanlar kükremeli idi.
 
Baba Li, işte bu ilkokulda edindiği siyasal bilinçle, 5 yaşındaki oğul Li’yi askerler gibi giydiriyor; başına Mao şapkası geçiriyor; eline bir Kızıl Kitap verip Çin abecesini bu kutsal kitaptan sökmesini düşlüyordu. Oğul Li de, Çin abecesiyle ilk bilinçli tanışıklığını Kızıl Kitap üzerinden yaşayan milyonlarca çocuktan biri oldu.
 
Baba Li, işte bu duygu ve düşüncelerle, yetmişlerden başlayarak Japon sermayesini ülkeye buyur eden Çin yönetimine öfke duyan, tepkilerini sokaklara taşarak dile getiren öğrenciler ve öğretim görevlilerine elbette destek verecekti. Eylemciler arasında, deyim yerindeyse, “yok, yoktu”: Avrupa ve Amerika yanlıları da, sokaklara taşanlardandı. Ama Baba Li, gençlere, yeni düzenin Mao düşüncesinden gün geçtikçe daha çok uzaklaştığını düşündüğü için destek oluyor; daha fazla Mao posterinin hazırlanabilmesi için gençlere dükkanını açıyordu.
 
Baba Li, 1989’da, Tiananmen Meydanı’nda, tankların altında kalan ilk eylemcilerden biri oldu. Yas tutmak yasaktı. Yas tutulmalıydı ama birçok şey gibi yasaktı. Oğul Li’nin sağ kalan amcası, böylece, ilk kez, yasak olan birçok etkinliğin güzel olabileceğini düşündü. Zincirleme sonuçlar doğuran bu düşünce, O’nun Baba Li’yle paylaştıkları ilkokul düzeyindeki siyasal bilinci sorgulamasına yol açtı. Gizlice dolaşan belgeleri okudu; 1989’un, Kültür Devrimi’nin ve diğer büyük ölümcül yanlışların bir sürdürümü olduğunu; tekil bir olay olmadığını anladı. Tibet’i, Sincan’ı ve Moğolistan’ın bölüşülmesini, ölüm döşeğindeki bir gaziden dinledi. Gazi, ölüm döşeğinde olmanın verdiği siyasal rahatlıkla, uzun uzun anlattı olanları. Ve Amca Li, ülke kurtarmakla, sonrasında onu yönetmenin çok farklı işler olduğu sonucuna vardı. Gazi, O’na, milyonların yaşamına malolan uygulamaların “Bu ülkeyi biz kurtardık, size ne oluyor?” denilerek gerekçelendirildiği (bu, bir gerekçelendirme sayılabilirse…) çok sayıda örnek anlattı.
 
Amca Li, çok geçmeden, içkiye verdi kendini. Oğul Li’ye birkaç kez boynundaki Mao kolyesini çıkarmasını söylediyse de kar etmedi. İlkokulda, boynu kolyeli olanlar el üstünde tutuluyordu. Ama yıllar geçmiş ve Oğul Li, kolyenin kendisini işsizlik illetinden kurtaramadığını görmüştü. Aylarca süren işsizliği süresince, boynundaki kolyeyi fırlatıp atmayı kerelerce düşünmüştü ve şimdi İstanbul’daydı. 

 
Tarlabaşı ve Zeytinburnu’nda Çin mahalleleri oluşmaya başlamıştı bile. Ankara’da Sincan’da da bir Çin mahallesinin kurulduğundan sözediliyordu. Zonguldak’ta Türkiyeli maden işçileri yerine Çinli maden işçilerinin alımıyla başlayan süreç, ülkenin neredeyse tüm yerleşim birimlerine yayılmıştı. Çin yönetimi, ülkedeki işsizliği böylelikle az da olsa eritiyordu. Elbette, tüm işsizleri yurtdışına yollamıyordu. Böyle olursa, yedek iş(siz)gücünün olmadığı bir Çin’de, ipleri ellerinde tutmaları olanaksızdı. 
 
Arap sermayesinin, gelirken, çarşaflı dörder eşlerini ve Arapça eğitim veren okullarını getirmesi gibi, Çinli işçiler de, gittikleri her yerde Çin lokantaları açıyor; ucuz hediyelik eşya satan dükkanlarla başlayan akım, özel etler gibi yiyecek bileşenlerini de içermek üzere, Çin’le ilgili her tür malzemenin bulanabildiği Çinli süpermarketleriyle ileri bir aşamaya ulaşmış oluyordu. Gazetelerin yaptıkları araştırmalar, semt pazarlarında her beş satıcıdan birinin Çinli olduğu ve Çinli olsun olmasın, beşte ikisinin Çin ürünleri sattığını söylüyordu.
 
Çinliler, sokaklarda öyle çok görülmeye başlanmıştı ki; onları yolda görüp ‘Çin Çan Çon’ diyerek gülüp kaçan yeniyetmelere pek rastlanmıyordu. Hatta şu ünlü bulaşıkçı fıkrası da pek işitilmez olmuştu: İki Çinli, bulaşık yıkamaktadır. Birisi, yıkarken, tabaklardan birini düşürür; öteki, arkadan seslenir: “Ne dedin? Duyamadım?” Çince, eskiden, tabak şangırtısı olarak hicvedilirken; artık, ülkenin insanları, üç-beş sözcük de olsa, Çince öğrenmeye başlamışlardı. Çince, onlara, tabak kırığı gibi gelmemeye başlamıştı. Sporcular arasında yetenekli Çinliler’in artışı da, kuşkusuz, bu gelişmede etkili olmuştu. Çocuklar, eskiden şangırtıca dili olduğunu düşündükleri dildeki topçu adlarını bir çırpıda sayabiliyorlardı.  
 
 
Gelgelelim, Çinli işçiler, aldıkları üç kuruşla (Çin’de işsiz kalmaktansa, burada üç kuruş almak yeğdi) ve sermaye sahipleri, düşen üretim tutarlarıyla mutluluktan havalara uçarlarken, Türkiyeli işçiler, ‘çi’liklerini yitirip ‘siz’likler ediniyorlardı. İşçilikten işsizliğe geçişleri, Çinliler’in asgari ücretin de altına düşürdüğü ücretlerden ileri geliyordu. Ülke sermayesi ve yabancı sermaye, elele vermiş, asgari ücreti bile çok görüyor, “sizi çalıştıracağıma, herbiriniz için iki Çinli çalıştırırım, daha iyi” diyorlardı. Çinliler, Kürtler’in istediğinden bile daha az ücret istiyorlar; inşaat yerlerini dolduruyorlardı.
 
Çok geçmeden, Çinli karşıtı olaylar yaşanmaya başladı. Kimi lokantalarda ve postane türü kuruluşlarda, “Çinliler ve köpekler giremez” tabelaları asılıyordu. Çinli işçilerin Türkiyeli dostları, tabelalı yerlerde, onların işlerini görüyorlar; devlet işlerinde yardımcı oluyorlardı. Milliyetçi partiler, bu Çin dostlarını, vatan haini ilan ediyorlar; çekik gözlü olan Türkiyeliler de kimi zaman Çinli sanılarak, şiddetten nasiplerini alıyorlardı.
 
Milliyetçiler, yolda Çinliler’i durduruyorlar, “siz o Çin Seddi’ni niye yapmıştınız?” diye sırıtarak soruyorlar; Çinliler de, Çin’deki ilkokul tarih kitaplarında yazdığı biçimde, “barbarlardan korunmak için” diyorlar; buna karşılık, milliyetçiler, “sen bizim atalarımıza nasıl barbar dersin?!” diyerek saldırıyorlardı. Oğul Li, bu tür olayları duyduğunda, “ataları gerçekten barbar olmalı” diye aklından geçiriyordu.
 
Kitle tabanı bulmaya çalışan milliyetçiler, geceleri köpekleri iğneli tabancayla öldürüyorlar, “bu Çinliler, köpeklerimizi öldürüyor. Ülkede köpek kalmadı. Oysa köpek, bizim simgemizdir” anlamına gelebilecek bir kampanya yürütüyorlardı.
 
Devlet, bu olanlara bir anlam veremiyor; sermayenin haklarını korumanın herşeyin üstünde olduğunu söylüyordu. Böylece, polis, Çinliler’i koruyor ve daha fazla Çinli işçi alımına gidiliyordu.
 
Dolayısıyla, devlet ve sermaye çevreleri, olaylara pek aldırış etmiyordu. Gerek devlet için gerek sermaye çevreleri için en rahatsız edici durum, karma evliliklerdi. Çinli işçilerin Türkiyeliler’le evlenmeleri, doğan çocuklar bir taraftan Türkiyeli olacakları için, Çinliler’in istediğinden daha çok ücret istemeleri anlamına geliyordu. Uzun erimde izdüşümler yapan Devlet Nüfusbilim Kurumu, yetkilileri uyarmıştı. Devlet, şöyle bir çözüm bulacaktı: Karma evliliklere vergi konuldu ve Çinliler arası evliliklerde, devlet, düğünü kendi eliyle ücretsiz yapma güvencesi verdi. Hemen hemen her gün, bir meydana, iftar çadırı benzeri bir çadır kuruluyor ve Ramazan’dan kalan ya da depremler için depolarda bekleyen yiyecekler, düğünlerde tüketilmek üzere çadırlara yığılıyordu. Yiyecekler için elbette Çin devletinin de bir miktar katkısı vardı. Çünkü Çin devleti, düğünlerin, yurtdışındaki Çinli siyasal sığınmacıların etkinliklerindeki artışı engelleyeceğini düşünüyordu. Çin devletine öfke duyan Çin yurttaşları, bir aile kurmaya görsünler, hele bir de çocuk olsun, yumuşadıkça yumuşuyorlar; Boğaz kıyısında denize bakıp herşeyde bir hayır olduğunu, böyle despot bir devletleri olmasa belki de eşleriyle hiç tanışamayacaklarını düşünüyor; sevdalı gözlerle çocuklarına bakıyorlardı. Baktıkları, çocukları değildi; ya da baktıkları çocuklarıydı ama gördükleri, çocukları değildi. Çocuklarına baktıklarında gördükleri, ana-babalarından daha iyi bir eğitim alacak olmalarıydı. O zamanlar, okullarda ayrımcılık başlamamıştı. Çocuklarının okuyup iyi bir iş sahibi olacaklarını umuyorlardı.
 
Düğünler, gerçekten de, Çin devletinin beklediği türden bir sonuç verdi: İstanbul’da Çince yayınlanan üç siyasal dergi, kepenklerini bir bir indirdiler. Bu dergilerde, korunma içgüdüsüyle, özellikle göç ettikleri ülkedeki olumsuzlukları görmezden geliyorlar ve Çin’i, bir tür cehennem gibi resmediyorlardı. Onlara göre, Çin, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaktan uzaktı. Kendileri, yeni ülkelerinde ne güzel yaşıyorlardı. Çin’de de yeni ülkelerindeki türden bir düzen olsun istiyorlardı. O korunma içgüdüsü, onları, gerçekleri görmekten alıkoyuyordu. Gören gözü olanlar ise, yazamıyorlardı. Yeni ülkede aldıkları ücret, inanılmaz düşüktü. Çin’de, yeni ülkedeki türden bir düzen olsa –ki göremedikleri, o düzenin zaten Çin’de de olduğuydu- hem de kendi ülkelerinde, bu kadar düşük ücrete çalışmaya razı olurlar mıydı? İşte oğul Li’nin kafasındaki sorular bunlardı, ama çıkış yoktu. Birgün şöyle dedi kendine: “Madem, orada da burada da aynı düzen var, burada, yeni ülkemde kalayım daha iyi. En azından farklı bir ülke görmüş oluyorum.”       
  
 
Her şey, elbette, aylarca işsiz kaldıktan sonra cinnet geçiren Türkiyeli bir işçinin, işsiz Çinliler’in sıklıkla gittiği çayevine rastgele ateş açmasıyla başlamadı. Ama kuşkusuz, bu olay olmasaydı, işler çığırından çıkmaz, evcil bir milliyetçilikten öteye geçilmezdi. Çayevinin taranmasına bir ek de, kışkırtıcılardan geldi: Haberlerde, son dakika olayı olarak, Çinliler’in Orhun Kitabeleri’nin temeline dinamit koyup patlattığı söyleniyor; habere, Taliban’ın Buda Yonutlarını patlatma görüntüleri eşlik ediyor; beyazcamın sağ üst köşesinde ‘Arşiv’ yazıyor ama kitabelerin ne görüntüde olduğunu bilmeyen milyonlarca Türkiyeli, görüntülerin Orhun Kitabeleri’nin patlatılma görüntüleri olduğunu sanıyordu. Ülkede o kadar bayrak yakılmıştı da bu kadar derin etkisi olmamıştı. Halk (bu ‘halk’ her ne demekse…) galeyana gelip çayevlerine, lokantalara ve Çinli süpermarketlerine saldırmaya başlamıştı. Ne bulurlarsa yağmalıyorlar; gördükleri çekik gözlüleri -Çinli olsun olmasın- tartaklıyorlardı. Sonunda, bu durumda üretimin düşeceğini anlayan ülke sermayesi ve yabancı sermaye, devlet yetkilileriyle görüştü ve İstanbul başta olmak üzere 63 ilde olağanüstü hal ilan edildi.
 
Olağanüstü hal, durumun düzelmesine yetmiyordu. Askerlerin çoğu, Türkiyeli işsiz cinnetinden yana saf tutup Çinliler’e yapılan saldırılara karışmıyordu. Bu arada, Avrupa Birliği’yle bütünleşme sürecinde gelinen noktada, serbest dolaşım anlaşması imzalandı imzalanacaktı. Avrupa, bunu ileri atmaya çalışırken; ülke, bir an önce anlaşmanın imzalanmasından yanaydı. Çinli işçiler nedeniyle, ülkedeki neredeyse üç kişiden biri işsizdi ve devlet, sermaye çevrelerinin Çinli işçi çalıştırma dayatmasına dokunamadığından, bu işsizliği eritmenin tek yolunun serbest dolaşım olduğunu düşünüyordu. Böylece, ülkedeki işsizler, Avrupa’ya dağılıp oralarda ekmek tutacaklardı. Ekmek tutamayanlarsa, Avrupa’da yaşadıklarına göre, artık, ülkenin değil Avrupa’nın sorunu olacaklardı. Ve nasıl olduysa oldu, anlaşma imzalandı.
 
Anlaşmanın imzalanmasıyla, Çinliler’e saldırılar bıçak gibi kesildi. Dün Çinliler’e vatan ve millet adına saldıranlar, yeni vatanlarına, Avrupa’ya ve yeni milletlerine, Avrupalılık’a kavuşmuşlardı. Böylece, kısa sürede, söylendiği gibi, Avrupa’daki işsizliği arttırmak pahasına, ülkedeki işsizlik eriyip gitti. İlkokul çocukları, gerçek yaşamda göremedikleri işsizliği, bir kavram olarak ders kitaplarından öğrenir oldular.
  
 
İlk başlarda, ülkedeki hemen hemen herkes hoşnuttu. Çinli işçiler hoşnuttu, saldırı olmuyordu. Türkiyeli işçilerin hoşnut olup olmadığı, artık bizi ilgilendirmiyor çünkü onların çoğu zaten Avrupa’da. Onlara da az sonra geleceğiz.
 
Bir süre sonra, kalan Türkiyeli işçiler de, bir Avrupa’daki bir de Türkiye’deki koşullara baktılar ve Avrupa’da toplumsal güvencelerin ve çalışma saatlerinin daha insan yanlısı olduğunu düşünerek, Avrupa’ya geçtiler. Ülkede, kala kala Çinli işçiler ve sermaye çevreleri kaldı. Ha bir de işgücü açığı kaldı. Bunun üzerine yine üretimin düşeceğinden korkan sermaye çevreleri, devlet yetkilileriyle görüştü ve Çin’den yeni işçi alımına gidilmesi kararlaştırıldı. Ancak, beklenmedik bir gelişme vardı: Çin, işgücünü baskılayacağı yedek iş(siz)gücünün gittikçe eridiğini görerek, yurtdışına işçi ya da işsiz göndermeyi en azından bir süreliğine durdurmuştu. Yetkililer, düşündüler. Başka bir çözüm olmalıydı… “Siz bizim kardeşimizsiniz” diyerek Pakistan ve Hindistan’dan işçi alımı için resmi görüşmelere başladılar.
 
Dalit de, o onbinlerce işçiden biriydi. O’nu İstanbul’a gidecek öbeğe alırken, Galata’daki dev gökdelenleri göstermişler, “işte sizin eviniz bunlar olacak” diye kandırmışlardı. Oysa, Ümraniye’ye yerleştirildiler.
 
‘Dalit’, Hintçe’de ‘ezilen’ anlamına gelmektedir. Dalitler, Hindu toplumunda, bırakın kasttan sayılmayı, insandan bile sayılmayan dokunulmazlara karşılık gelmektedirler. Kırsal kesimde, dokunulmazların ayakkabı giymelerine, çiftteker sürmelerine, güneşten korunmak için şemsiye taşımalarına ve sokakta başlarını öne eğmeden yürümelerine izin verilmemektedir. Dalit’in babası, dünyanın neden böyle olduğunu sık sık düşünen bir ‘insan’dır. Neden tapınağa girmeleri yasaktır?.. Üstelik, başlarını öne eğmeden yürümeleri yasak olduğuna göre, tapınağın önüne geldiklerini nasıl anlayacaklardır? Ya hep yere baktıkları için yanlışlıkla tapınağa girerlerse? Birgün baba dalit, bu düşüncelerle başını kaldırır; amacı, yanlışlıkla tapınağa girmemektir. O sırada, oradan geçmekte olan işsiz bir kast üyesi bunu görür. Kafasında şimşek çakar: “Zaten böyleleri, geleneklerimize, dinimize uymadıkları için, eski altın çağları yaşayamıyoruz, ben de işte bu yüzden işsizim” der ve oraya herkesi toplar. “O’nu, tapınağa bakarken gördüm” der. Baba dalit, beklenmedik bir biçimde gülümser; ilk kez O’nun için bir özne kullanılmıştır. O’na ilk kez ‘O’ denmiştir. Onlara, bir Hindu dervişinden duyduğu sözü söyler: “Bana bakarken mi beni gördünüz yoksa beni görürken mi bana baktınız?” Ama Dalitler’e felsefe de yasaktır ve baba dalit, oracıkta linç edilir. İşsizin öfkesi yine de geçmez. Gebe olan ana dalite, “Doğurduğun eniğe ceza olarak ‘Dalit’ adını koyacaksın” der. Ana dalit, yas tutmak ister. Tutamaz. Yas tutmak da dalitlere yasaktır.
 
İşte o dalit, bu Dalit’tir. Dalit Partisi Gençlik Kolları, bir gün, ‘Dalit’ adında bir dalitin olduğunu duyarak, O’nu bulur ve onların önerisi ve yardımıyla, Dalit, dalit sayılmayacağını, insan sayılabileceğini umduğu yeni bir ülkeye gelir. İlk başta çokça da şaşırır: Hiçbir şey yasak değildir O’na! Ayakkabı giyer, kocaman bir şemsiye alır; başı dik yürümeye başlar ve sık sık gökyüzündeki yıldızlara bakar.   

 
Liler’in ve Dalitler’in tanışması, hiç iç açıcı olmadı. Sermaye çevreleri, dalitlerin daha da düşük bir ücrete çalışmaya istekli olduklarını görerek, önce boşta duran iş kollarını dalitlerle doldurdular, sonra çalıştırdıkları Çinli işçileri, bir bir işten çıkardılar. Dalitler, çoğu zaman, para almamaya da razı oluyorlardı. Onlar için ayakkabı giymek, şemsiye taşımak ve hepsinden önemlisi, başı dik yürüyebiliyor olmak, yeter de artardı bile… Gelen yeni işçilerin dalit olduklarını öğrenen Çinli işçiler, ilk başlarda onlardan, ayakkabı ve şemsiye vergisi almaya kalktılar. Karşı çıkanları “sermayenin ve yüce devletin çıkarlarına karşı karışıklık çıkarıyorlar” diye şikayet edeceklerini söyleyerek tehdit ediyorlardı. Dalitlerin elbette beş kuruş parası yoktu; vergi borçlarını Çinli işçilerin hamallıklarını yaparak, yani kol emeğiyle ödüyorlardı. Devletse, belki bilinçli belki de bilinçsiz olarak, resmi belgelerde, ‘Çinli’ sözcüğünü büyük harfle başlatırken, ‘dalit’ sözcüğünü küçük harfle başlatıyordu. Küçük harfle büyük harf arasında ne de büyük bir uçurum vardı.
 
Ama dalitlerin bu zor günleri çok sürmedi; çünkü dalitler, Dalit Partisi’nin eliyle, örgütlü bir biçimde gelmişlerdi. Parti’nin bilgilendirmesi ve yönlendirmesiyle, dalitler, Çinli boyunduruğundan kurtulup (yok, kurtun peşinden değil) işverenlerin peşinden gittiler. Çinliler atılıyor, yerlerine dalitler geliyordu. Dalit Partisi, parti olmasına partiydi ama “dalitlikten kurtulduk, buna da şükür” diyordu.
 
Bu kez, Ümraniye Olayları patlak verdi. İşlerinden çıkarılan Çinliler, dalitlerin çalıştığı ayakkabıcılara ve şemsiyecilere saldırdılar. Dün Türkiyeliler’in saldırısına uğrayan Çinliler, rol değiştirmiş; dalitlere saldırıyorlardı. Yine 63 ilde olağanüstü hal ilan edildi. (Geriye kalan illerde zaten hep olağanüstü hal vardı.)  

 
Ülkede bu gelişmeler oladursun, Avrupa’ya akın akın giden Türkiyeli işçiler, beklemedikleri bir tabloyla karşılaşmışlardı: İş bulması zordu. Çalışma koşulları, çok farklı değildi. Kağıt üstünde haftada 35 saat çalışma uygulaması vardı var olmasına ama işler, kağıt üstünde olduğu gibi işlemiyor; fazla mesai, uzun saatleri buluyordu. Toplumsal güvenceler, son yasa değişiklikleriyle ayaklar altına alınmıştı. Avrupa, artık, bir gönenç iklimine sahip değildi. İşsizlik ve yoksulluk, çığ gibi büyüyordu. Neyse ki, Avrupa’da, o kadar da Çinli yoktu. Avrupa, her yıl gelen Çinli işçi sayısını kısıtlayarak sorunu çözmüştü. Böylece, dünyada işsizlik oranı, Çin ve Hindistan’daki dev nüfus nedeniyle artarken, Avrupa’da yine de düşük bir seyir vardı. Ama Türkiye’de Çinliler olduğu gibi, Avrupa’da Türkiyeliler ve Faslılar vardı. Bunlar da, çok düşük ücrete çalışıyorlardı. “Sermayenin ulusu olmaz” demişler… Kim düşük ücrete çalışırsa, nereli olursa olsun, işe onu alıyorlardı. Bu nedenle, ırkçılık, yükselişe geçmişti. Türkiyeliler’in ve Faslılar’ın evleri sık sık kundaklanıyordu. Avrupa ülkelerinde bir bir, ırkçı partiler başa geçiyordu. En sol partiler bile, dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, ya ırkçı ya milliyetçi öğeler taşıyorlardı.
 
Avrupa devletleri, bir çözüm yolu arıyordu. Birkaç yüzyıl önce olsaydı, işsizleri de ırkçıları da (demek ki işsiz ırkçıları da), yeni keşfedilmiş topraklara gönderir; milyonlarca yerlinin kıyımına göz yumarlardı. Orada ne yaparlarsa yapsınlardı… Hem, öyle ya da böyle, sağ kalan yerlileri uygarlıkla tanıştırmış olurlardı böylelikle… Biraz da rahip gönderselerdi, Fransız Devrimi’nden beri hala zayıflatamadıkları kilisenin etkisini az da olsa kırar, kendi iktidar alanlarını genişletirlerdi… Ama yoktu işte… O çözüm denenmiş, tüm anakaralar kapılmıştı… Geriye kala kala Antarktika kalmıştı ama herhalde, kimse oraya gitmek istemezdi… Bir yandan da, uzay araştırmaları sürüyordu, ama henüz, yaşanabilir bir gezegen bulgulanmamıştı. Acaba “Yeni bir gezegen bulundu! Üzerinde yaşanabiliyor!” diye uydurma bir haber geçip sonra toplumda istemedikleri öğeleri, mekiğe doldurup doldurup uzay boşluğuna mı bıraksınlardı? Ama o kadar gideri kim karşılayacaktı? Hemen bir kar-zarar çözümlemesi yaptılar. O kadar insanı uzay boşluğuna göndermek, kalıp da karışıklık çıkarmayı sürdürmelerinden daha pahalıya geliyordu… “Buldum” dedi bir yetkili: “Irkçıları toplama kampına gönderelim!” Yetkililerden biri, bu öneriye karşılık olarak güldü; diğeri de, sanki öğrenciymiş de, eline cetvelle vurmuşlar gibi bir acıyla ağladı…
  
 
Sonunda çözüm bulundu: Amerika yurttaşlarının karşı çıkışlarına karşın, Amerikan Ordusu, Mezopotamya’dan çekilmemişti. Amerikan kayıpları, 10,000’i aşmış; petrol yatakları üstünde denetim hala tümüyle sağlanamamıştı. Amerika, çökmemek için, bu denetimi sağlamalıydı. Ancak, Amerika içindeki muhalefet düşünüldüğünde, askerini de çekmek durumundaydı. Ne yapacaktı? Çözüm, Dışişleri Bakanı’nın gördüğü bir düşle geldi… Bakan, düşünde, kendini, üniversitede, toplumbilim sınavında ter dökerken gördü… Boşluk doldurma türü sorulara geldiğinde tıkandı. Daha doğrusu, aklında yanıt beliriyor ama eli, nedense yazamıyordu. Yanıt, ‘yedek işgücü ordusu’ydu ama eli, ‘Amerikan ordusu’ yazıyordu. Uyandığında, kolunun, yastığın altında sıkışmış olduğunu gördü. Karıncalanmanın geçmesi için kolunu açıp kaparken, bir anda, çözüm, aklına geldi: Petrol yataklarının denetimini Amerikan ordusu sağlamayacak; Avrupa ve diğer Amerikan bağlaşığı ülkelerdeki işsizlerden Amerikan çıkarlarını koruyacak bir ordu kurulacak; bu ordunun giderleri, denetim altındaki petrol yataklarından yapılan satışlardan gelecek ve bu ordunun amacı da, üzerinde denetim sağlanmış petrol yataklarından beslenerek, üzerinde henüz denetim sağlanmamış petrol yataklarını ele geçirmek olacaktı… Uygulama, hemen devreye sokuldu. Birkaç ay içinde, Avrupa ülkelerinde ne ırkçılıktan ne de işsizlikten eser kalmıştı. Dalitler’in gelişiyle işsiz kalan Çinliler de, Petrol Ordusu’na yazdırılmıştı… Ölen çok oluyordu, ama düş tutmuştu: Ha yedek iş(siz)gücü ordusu ha yedek asker ordusu… Ölenlerin yerine nasılsa yenileri geliyordu… Hem, tek bir Amerikalı’nın bile burnu kanamadan, Amerikan çıkarları korunuyor ve Amerikan etkisi, genişletiliyordu.
 
Li de, Petrol Ordusu’na, işsizlikten kurtulmak için girmişti. Çin’de işsizken, uzak bir ülkeye, orada da işsiz kalınca Petrol Ordusu’na katılmıştı… Yaşadıkları yavaş yavaş birikti; birikti ve gerçeği gördü: Bu orduyu kuranların amacı, savaşın bitmesi değildi. Savaş sürdükçe, ülkelerdeki işsizlik oranı düşüyordu; çünkü işsizler –belli bir sayıdaki işsizi, yedek iş(siz)gücü olarak korumak kaydıyla- savaştaki ölümleriyle eritiliyorlardı… Petrol kazançlarıyla, bu ülkelerdeki işçilerin gelirleri ve satın alma güçleri de görece artıyordu…
 
Petrol Ordusu’nu kuranların ancak bu kadar ileri gidebileceklerini düşünürken, komutanların kendi askerlerini öldürdüğünü gördü… O sırada nöbet tutuyordu… Komutanlar, Li’nin, olanları gördüğünü görerek; Nöbetçi Kulübesi’ni kurşun yağmuruna tuttular. Li, canını zor kurtararak, çalılara doğru, direnişçilerin tarafına koştu ve bir süre sonra kendinden geçti…
 
Kendine geldiğinde bir çadırdaydı ve başında iki direnişçi duruyordu. O’na, kendinden geçtiği sırada, oğlu öldürülmüş öfkeli bir babanın, O’nun üzerine çullandığını söylediler. Acılı baba, bu düşmanı neredeyse öldürecekti. Baba, Li’nin boğazını sıkarken, Li’nin boynundaki Mao kolyesi düşmüş ve kolyeyi gören yaşlı bir savaşçı, Li’yi korumuştu…
 
Li, düşündü. Dalit’i düşündü. Yeni Dünya Düzeni’nin insanları nasıl insanlıktan çıkardığını düşündü. O Hint lokantasına saldırırkenki Li’yi düşündü. Kendini düşündü. Utandı…
 
Bu direniş ordusu da birgün savaşı kazanırsa, aynı baskılama düzeneklerini kuracaktı sonunda… Yine yoksullar ve varsıllar olacak; petrol yatakları üstünde, bekledikleri kazançla gözü dönmüş yeni şeyhler, insanlık onurunu yeniden köleleştireceklerdi sonunda… Kurtarıcı peygamberler çağı, çoktan geride kalmıştı…
 
Olanları bir gazeteciye anlattı; gazeteci kanalıyla, dalitlerden özür diledi ve “ülkemden ilk çıkışımda, bir göçmen gemisinde öleydim de umudum tükenmemiş olaydı” diye diye daha uzun yıllar yaşadı…
 

E-posta Yerleği: ulas@teori.org

Ağ Sayfası: http://ulas.teori.org, http://dergi.havuz.de/  
 

                                                                                                                                                                                                           
   
                Ulaş Başar Gezgin/ Kasım 2005