ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 

Ceplerimde Hacı Yatmazlar


Gecenin içinden gelen çocuk ağlaması böldü sohbetimizi. Şoför Ömer "servis çekmekten" yorulmuş kollarını sinirle havaya kaldırarak sunturlu bir küfür savurdu odaya. Küfür odanın duvarlarına çarpıp düştü masanın orta yerine. Masanın ortası bir yangın yerini andırıyordu artık. Bir çocuk ağlamasından yola çıkıp, anısı olan her şeye bulaşmıştı masa. Sıradan bir sohbeti bir öyküye çevirme telaşındaydı. Elimi uzatsam yanacaktım. Şaşkın gözlerle kendime bakan bir yalnızlık gibiydim.
Ömer evine davet ettiği misafirinin önünde küfür etmekten utanıp mutfağa gitti. Önce bir takım mutfak eşyalarının yer değiştirilirken çıkardığı anlamsız sesler yayıldı ortalığa. Sonra yarım bırakılmış bir sohbeti tamamlama isteği. Bir süre sonra Ömer elinde bir yoğurt kasesiyle oturma odasına girdi. "Yer misin abi? Bir tek bunu buldum dolapta."
Bira ve yoğurt. Önce kahkahalar atmak geçti içimden. Hemen vazgeçtim bu duygumdan. Ömer'i şaşırtmak istemedim. "Bak bu iyi oldu işte..." diyerek gülümsedim.
Ömer yoğurt kasesini sehpanın üzerine bırakıp koltuğuna otururken azarlanmaktan korkan küçük bir çocuk gibi başını önüne eğip. "Kusura bakma..." diyecek oldu. Ömer'in sözünü kesip "Estağfurullah." dedim usulca. Daha soru sormama fırsat vermeden devam etti Ömer.
"Bu çocuk açlıktan ağlıyor be abi. Biliyor musun?
Masanın üzerindeki ateş topuna baktım. Gittikçe kızarıyordu karanlığı gecenin. Çocuk çığlığı bulunduğu yerden çıkmış yanımıza geliyordu. Ömer elleriyle kulaklarını kapatmaya çalışarak söylenmeye devam etti.
"Puşt... jöle sürüyor saçlarına utanmadan. Neymiş yakışıklı olacakmış. Yerim ulan senin yakışıklılığını. Götüme kaş, göz yapsam senden daha yakışıklı olur hayvan herif. Aslında çocuğunun açlığını sürüyor saçlarına... Ekmek parasını."
Birden kesiliverdi çocuk ağlaması. Kayboldu masanın üzerindeki ateş topu. İçim yanmaya başladı. Biramdan kocaman bir yudum aldım. İçi yandı masanın. Ömer ayırdı ellerini kulaklarından, sohbete döndü. "Genç bir oğlan bu. Kız sevmiş bu kopuğu, kaçmışlar. Garibim sessizce sokuluvermiş koynuna, bir çocukları olmuş. Kızın ailesi okumuş adam dolu. İstememişler bu evliliği. Reddetmişler. Aç bırakıyor it. Ama kız mutlu. Delireceğim be abi. Çalışsın diye kaç kere dövdüm, kaç kere kulağından tutup zorla işe götürdüm. Nafile. Ben sabah iş yerine bırakıyorum. O öğlen evde. Öldürürüm diye ödü koptu benimkinin. Kaç kere ekmek,yemek gönderdik sayısını ben bile unuttum. Benim etim,budum ne ki be abi. Mahalle çocuğum olmasa, bana ne diyeceğim ama mahalle çocuğum..."
Sıkılgan çaldı telefon. Bir resim gibi düştü odaya bir kadın sesi. Yanında eteklerine dolanmış çocuğuyla.
Ömer az önce anlattığı olayların etkisiyle açtı telefonu. "Ne var?" dedi. Yumuşacık bir ses yakaladı Ömer'i. Erkekliği elden bırakmadan gevşedi Ömer'in sinirli sesi. Gülümsemeye benzer bir şey belirdi yüzünde.
"Tabii... Görürsem söylerim." dedi alaycı.
Telefondaki ses ısrarlı devam etti konuşmasına. Ömer'i özlemiş gibi devam etti. Bir süre dinledi sesin içindeki sevmeyi Ömer. Anlamını yalnız kendinin bildiği baş sallamaları ve söylemek isteyip de ben varım diye söyleyemediği sözleri içinden geçirerek dinledi.
Bitirim şoför ağzıyla telefondaki sesi kesip. "Kızım beş servis çekiyorum her gün fabrikalara. Üç işte çalışıyorum. Anan bilmiyor mu bunları?"
Ne dediyse dedi ısrarcı ses. Ömer dudağının kenarında ansızın açıveren gülümsemeyi bana göstermemeye çalışarak dinledi bir süre daha.
"Tamam kızım. Tamam. Uzun etme. Ben patron çocuğu değilim. İki yüz kelle taşıyorum her gün. Öyle dilediğim zaman, dilediğim yere gidemem."
Karşıdaki ses bir an kesecek oldu Ömer'in konuşmasını. "Lafımı kesme. Bilirsin neler olacağını. Bak misafirim var bu akşam. Abimin yanında bozdurma ağzımı."
Saygılı kapandı telefon. Ömer'in yüzündeki, o içinde her şeyin olduğu erkek gülümseme yerini usulca utangaçlığa bıraktı. "Benim ki... Kaynanaya gönderdim de."
Birasından bir yudum alıp devam etti.
"Beni özlemiş kaynana. Nasıl gideyim be abi. Kızını gönderdiğime şükretmiyor da."
Sohbetimizin orta yerine düşen çocuk sesi duyulmadı bir kez daha. Belki de uyumuştu, anasının süt vermekten yorgun memelerinde. Onunla birlikte Ömer'in biriktirdiği tüm öfkeler de uyudu. Biranın yanında kaşıklanan yoğurt kıvamında bir tada dönüştü sözcükler.
Gençliğini anlattı önce Ömer. Filinta gibi delikanlılığının tadını çıkaramadan her gurbetçi gibi çocuk yaşta nasıl çalışmaya başladığını anlattı. Güney Doğuda komando olarak yaptığı askerliğini. Göreve çıkınca aylarca dağlarda kalıyorlardı. Kışın o çetin şartlarında asteğmenini dağda pusu atmış düşman ateşinden bile kurtarmıştı. Bunu onur meselesi yapan asteğmenin daha sonra bir yolunu bulup kendisini nasıl dövdüğünü anlattı içi burkularak. Dayak yemekten çok ne olduğunu anlayamamak yıkmıştı Ömer'i. Allah'tan komutanları kendisini çok seviyorlardı da onu korumak için asteğmeni sürgüne göndermişlerdi. Böylece onurunu korumuştu Ömer. Yoksa askerliğini bile yakabilirdi onuru için. Ömer eski neşesine kavuşmuş anlatıyordu durmadan. Ablasını,kaza geçiren eniştesine nasıl yardım ettiğini. Evliliğini. Sohbetlerin en tatlı dönemeci olan hovardalık öyküleri aldı gecenin ilerleyen saatlerinde bira masamızdaki en müstesna yeri.
Ömer'in anlattığı bütün öykülerde kendimi buluyordum. Ömer,Ömer olmaktan çıkmış tüm Hıristiyan aleminin beklediği Mesih'e dönüşüyordu. Evet bu dünyayı kurtaracak iyilik
meşalesi onun ellerinde yanıyordu sanki. Dünyanın neresinde olursa olsun haksızlığa uğramış tüm insanların acılarını yüreğinde hissediyordu. İmkanı olsa tüm dünyadaki kötülüklerin kökünü kazıyacaktı Ömer. Ama çapı bu kadardı işte. Elden bir şey gelmezdi.
O anlattıkça içim coşuyordu. Onunla neşelenip, onunla küfür eden bir adam haline dönüşmüştüm. Kelimelerim hınzır anlamlar yükleyerek birbirlerine, oradan oraya koşturmaktan yorgun düşmüştü.
Birden her şey koptu. O güzelim sohbet kelimelerden oluşmuş bir ses kasırgasının içinde kaybolup gitti. İçimde yok olmaya yüz tutmuş, unutulmuş ne varsa hepsi canlanmaya küçücük çocuklar gibi sokaklarda koşturmaya başladılar. Gecenin çocuklarıydık şimdi. Tüm şehre dağılmıştı ayak seslerimiz.
"İyi misin abi." diye seslendi Ömer kaygılı bir sesle. Kendimi toparlayıp sevecen baktım ona. Ömer'in yüzüne kaygı yakışmamıştı.
"İyiyim." diyebildim usulca.
"Hayır, kaydın gibi geldi de bir an. Hani Allah korusun tansiyon falan olmasın da?"
Nasıl anlatırdım ki Ömer'e. Aslında bir kişi olduğunu hepimizin. Sabah olunca gözlerimizde unutulmuş çocuk sevinciyle şehrin dört bir yanından sokaklara döküldüğümüzü. Küfür gibi yaşadığımız bu hayata inat, yollar boyu sustuğumuzu. Nasıl anlatırdım ki, Ömer'in o bir topan ekmekle mutlu olmayı becerebilen çocuk dünyasına. Sustum.
Gecenin bir vakti izin istedim. En kısa zamanda tekrar görüşme dilekleriyle el sıkıştık. Ömer'in çay mahallesindeki evinin konukseverliği içimi acıtmıştı. Onun tertemiz dünyası bir yerlerde kabuk bağlamaya başlamış yaralarımı fitil sokmuşçasına kanatıyordu. Sokağa zor attım kendimi. Yüzümde kıskançlıktan çalınmış bir gülümseme. Ardımda bıraktım Ömer Mesih'i.
***

Günlük yorgunluklarında yaşamın, her zaman bir şeyler kaybederek geçiyordu günler.
İçime dair kayıpların hesabını yüreğim tutuyordu. Sevgi nöbetlerinde, sevgisizlik ateşiyle yaralanmış yüreğim. Maddi kayıplarımın hesabınıysa karakollar, mahkemeler tutuyordu. Küçük omuz çantamdan çalınmış bir cep telefonu yüzünden baş vurmuştum karakola. Bir gün karakoldan arayıp cep telefonumla ilgili karakola baş vurmamı istediler. Ben de gittim. Karakolun kapısından içeriye girerken kapıdaki nöbetçi polis yolumu keserek,şüpheyle
yüzüme baktı. "Kimi göreceksiniz?" diye sordu.
"Telefonum çalınmıştı da. Onu bulmuşlar galiba. Karakoldan arayıp gelmemi istediler."
"Kim aradı?" diye şüphe dolu sorularına devam etti nöbetçi polis. İki eliyle otomatik silahının kabzasını sımsıkı kavrayarak.
"Sanırım nöbetçi memur." deyip geçiştirdim soruyu.
"İkinci kata çık. Oradaki nöbetçi memur ilgilenir seninle."
Loş merdivenlerden çıkıp ikinci kata vardığımda genç bir bayan polis karşıladı beni.
"Buyurun. Kimi aramıştınız?" Yorgun yüzü gülümsemeye çalışıyordu. Girişteki polis memuruna anlattıklarımı ona da yineledim bir solukta. "Tamam. Şöyle bekleyin biraz. Komiserim sizinle ilgilenecek. "Gösterilen sandalyeye oturup beklemeye başladım.
Koridorda bulunan odaların zaman zaman kapıları açılıyordu. Odalardan asık suratlı bir takım insanlar çıkıp başka odalara giriyorlardı. Çoğu sivil giyimli bu insanların kim olduklarını anlamak çok güçtü. Bana şüpheyle bakanların polis olduklarını düşünmeye başladım bir süre sonra. Davetli olarak gittiğim karakolda potansiyel bir suçlu psikolojisi yaşamaya başladım.
Nöbetçi bayan polisin masasındaki telefonun sesi böldü bu şüpheli beklemeyi. Birlikte komiserin odasına girdiğimizde bizi güler yüzlü genç bir polis karşıladı.
"Komiserim,telefonunu bulduğumuz vatandaş geldi."
"Buyurun. Şöyle oturun." diyerek masasının önündeki koltuğu işaret ettikten sonra bayan polis memuruna dönerek. "Kimlik tespitini yapın beyefendinin de telefonunu teslim edelim."
Kimliğimi bayan polise uzatıp oturdum yerime. Komiser yerine oturup çekmecesinden telefonumu çıkartıp bana uzatırken.
"Çay mahallesinde bir operasyonda bulundu telefonunuz. Şansınız varmış. Şehirden çıkarılsaydı telefonlar. Bulmamız bayağı zaman alırdı."
Komiserin odasının kapısı çalındı birden. İçeriye sivil giyimli biri girdi. Elindeki evrakla masaya yaklaşırken.
"Konuştu mu?" diye sordu komiser.
"Evet amirim. İfadesini imzalattık. Siz de imzalarsanız savcılığa sevk edeceğiz."
Komiser evrakı eline alıp sessizce okumaya başladı. Bir süre sonra başını kaldırıp "Daha önceden bir sabıkası var mıymış bu Ömer'in araştırıldı mı?"
"Araştırdık ama herhangi bir sabıka kaydına rastlayamadık amirim."
Şaşkın, başını sallayarak ifadeyi imzaladı komiser. Sivil polis odadan çıkarken bana dönüp.
"Telefonları evinde yakaladığımız şahıs. Her şeyi itiraf etmiş. Oysa işi olan normal bir vatandaş gibi görünüyordu. Gidişat pek iyi değil ya Allah sonumuzu hayır etsin."
Çay mahallesi ve Ömer adı bir bomba gibi düştü kulaklarıma. Beynim alev topuna dönüşmeye başladı. Beynimde başlayan yangın tüm vücuduma dalga dalga yayıldı.
Ellerim titremeye başladı birden. Tansiyonum tavan yaptı. İçimde ne kadar duvar varsa yıkılmaya başladı. Her yanım kan revan bir tiksintiyle kendini suçlamaya başlamıştı. Gerekli evrakları imzalayıp telefonumu aldıktan sonra karakoldan dışarıya çıktığımda ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Eğer bu Ömer, benim tanıdığım Ömer'se tüm suçlusu bendim hayatın. İki aydır aramamıştım hiç. İki aydır ne haldesin diye sormamıştım. Lanet olası dünyada üç kuruş param varsa niye paylaşmamıştım ki. Gerçi uzun zamandır hiç param olmamıştı ya. Birden yağmur başladı. Tam bir ahmak ıslatandı bu. Yağmur damlaları yüzümü ıslattıkça göz yaşlarım usulca saklandıkları yerlerinden çıkıp yağmur damlalarına karışarak yanaklarımdan süzülmeye başladılar. Telefonumun sesiyle kendime geldiğimde kimin aradığına bile bakmadan açtım telefonu.
"Merhaba abi. Nasılsın?" diye soruyordu telefonun ucunda Ömer'in sesi. "Hayırsız çıktın be abi. İnsan hiç arayıp sormaz mı kardeşini."
"Ömer. Kardeşim iyi misin?" diye sordum. Utancımın arasına kırmızı güller serpiştirerek.
"İyi be abi, ne olsun. Bütün gün servis çekiyoruz işte. Aynı tas aynı hamam anlayacağın. Senden ses seda çıkmayınca merak edip aradım. İyi misin diye."
İçimin yağmuru daha da şiddetlendi. Fırtınalarıma karıştı gökyüzünde çakan yıldırımlar.

***
Çığlıklarla ağlayarak uyandığımda rüyamdan. Tansiyonumun yükselmesiyle başlayan burun kanamam, kandan bir heykele çevirmişti bedenimi. Banyonun aynasına yansıyan kızıl adam yüzümü pespembe sularla aydınlatmaya çalıştım bir süre. Kanama durmuyordu. Her yalnız yaşayan insan gibi korkuya kapıldım bir an. Ölüm korkusu değildi bu. Tanıdık bir korkuydu. Sakat kalırım da başkalarına muhtaç olurum korkusuydu belki de. Deliryuma kapılıp daha kötü olmamak için şarkı söylemeye başladım.
"Geçtim düşler sokağından,
Bir gece vaktiydi.
Ceplerimde Hacı yatmazlar."
Aşlında şarkı falan söylemiyordum ben. Bir yardım çığlığıydı sesimde yankılanan. En son sokak kapısını açtığımı ve yere yığıldığımı hatırlıyorum. Karanlık bir tünelin içinden geçerek. Kan revan bir dostluğu hastane odalarına taşımış ambulanslar.
Kendime geldiğimde Ömer yoktu başımda. Olsun. Yine yoksul dertlerine şifa servisleri çekiyordur garip. Sahi, Ömer diye biri var mıydı gerçekte? Yoksa aç çocuk çığlığındaki yalnızlığımın adını mı Ömer koymuştum. Bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda Hacı yatmazlarım hala ceplerimdeydi.

                                                                                                       İzmir, 21. 11. 2004

   
 

Ekrem Koçaçal


2001 H@vuz Bilgi Bankası - 2005 Havuz Dergisi

design by tema-solutions