|
Sadık Yalsızuçanlar
|
|
“Bir dakika doktor dedim, beynimde bir dünya savaşı çıktı”
Bob Dylan
I.
Sözlerimin düzenine bakıp aldanma. Seni aldatma korkusuyla yazıyorum bunları.
Şafakta uyandım bugün de. Dışarı çıktım. Seni gördüm. Sen uyanmamıştın. Zaten
uyumuyordun. Senin gözlerin uyusa da kalbin uyumaz. Senin kalbine bakarak
söylüyorum bunları. Ona bakınca sarhoş oluyorum. Ona şarap diyorum. Şarap
dedimse onun üzümden yapıldığını düşünme. Yüreğin meyhanem benim. Oraya girince
kendimi kaybediyorum. Bana bir kadeh sunuyorsun, bir ismi bağışlar gibi.
Senin kadehin bir ismin telkini midir?
Bana hangi isminle baktın?
Yüzüne bakıyorum şimdi. Şafaktan beri dışarıda dolaşırken ne görsem yüzündendir
diye bildim. Dışarıdaki her şey yüzüne bakıyor.
Yanakların o meclisin ışıtan kandiline benziyor. Onlara bakınca bir çizgi
görüyorum. Bu nedir? diye soruyorum. Kıyısız bir deniz diyorsun.
Ona daha dikkatle bakınca sırlarımı görüyorum. O çizginin yanında alt ucunda
hemen bir ben var.
Peki bu nedir diye soruyorum.
O bendir diyorsun.
Ben mi?
Evet ben, diyorsun.
Ona bakınca seni görüyorum dersem onu örtmüş olur muyum diye soruyorum.
Hayır, diyorsun, sadece kendini görürsün, başkasını göremezsin.
O halde dünyaya kayıtsız oluşumun bir belirtisi o.
Evet, çünkü siyah.
Siyah neyin rengidir?
Siyah bir renk değildir, renklerin toplamıdır.
O halde beyazdır da.
Evet.
Onu gören göz olduğuna göre, sarhoşluk kaçınılmazdır.
Biraz yukarı çık.
Neden?
Orada mülkün sahibini göreceksin.
Nerede?
Gözün üzerinde, onu siyahla çevreleyen ebruya bak.
Bakıyorum ama orada ağzını görüyorum. Ağzın çekim kutbu mudur, beni sarhoşluğa
mı çağırır?
Senin yüzün bu, bana bir kez daha gösterdiğin.
Evet ben sana göründüm.
Bana göründün, beni kör ettin. Şimdi senden başka hiçbir şey görmüyorum. Nereye
baksam seni görüyorum. Hangi sokağa çıksam senin gölgen düşüyor. Hangi eve
baksam, senin yurdun görünüyor.
II.
Şimdi bu kentte yaşıyorum ama onu paylaştığım insanlarla ilişkim kalmadı.
Bendeki bağları birer birer kopardın. Beni eksik ve bağsız bir hale getirinceye
kadar sürdürecek misin bunu? Benim fazla olduğumu ancak sen görürsün. Bu duruma
nasıl geldim ben? Nasıl böyle arttım? Artık geri dönemem. Senden geldiğim,
sadece sana ait olduğum ve sonunda sana döneceğim için artık pişman değilim.
Üzülmüyorum artık. Geçmişe dönüp bakmıyorum. Geleceği görmüyorum. Şimdi sadece
bana baktığın anı hatırlıyorum. Sana ne zaman baksam geçmişle geleceği bugünde
görüyorum.
Hiçbir şey eskisi gibi değil. Olmayacak biliyorum. Ne zaman bakışlarım senden
göz açıp kapayıncaya kadar uzaklaşsa beni büyük bir belaya uğratıyorsun. Bana
bakarken başka bir şey düşünmeyeceksin diyorsun. Ben, artık eskisi gibi
olamayacağım biliyorum.
Şimdi kimseyle konuşamıyorum. Birini görünce nasılsın nerelerdesin ne var ne yok
gibi ağır sorular oluyor. Onları taşıyamıyorum. Beni boğuyorlar. Onlarla
yürüyemiyorum.
Beni görsünler istemiyorum. Sana bir kez bakınca oldu bütün bunlar.
Artık kimseyi tanıyamıyorum. Adını unutuyorum onların.
Bana nasılsın diye sorulunca bir çizgi çıkıyor önüme. Tam adımımı atacakken biri
hizada kal diye bağırıyor. Sakın çizgiyi geçme. Peki diyorum niçin korkuyorsunuz
sizinle aynı hizada olmayışımdan? Bu soruyu duyunca kendimi kentin en kalabalık
caddesinde buluyorum. Simit dükkanlarını görüyorum. Memurlar, kadınlar,
öğrenciler peynirli, zeytinli, cevizli simit alıp küçük iskemlelere oturuyorlar.
Su bardağıyla çay oluyor yanında. Tekler çoğunlukta. Onların yüzlerinde kimsesiz
bir ağrı okunuyor. Birisi bir soru soracak diye ödü patlıyor gibi. Geçmişinden
yorgun şu kadın. Yanındaki adamla hiç konuşmuyor. Birlikte geliyor, oturuyorlar.
Simitlerinden bir lokma aldıktan çaylarını ilk kez yudumladıktan sonra, belirsiz
bir biçimde, hiçliğe bakar gibi susuyorlar. Hiçlik rastlantısal mıdır? Yüzlerine
bakınca bu soru aklıma geliyor. Aklımdan çıkarıp sokağa fırlatıyorum soruyu.
Simitçiyi geçince, sağda yan yana iki bankamatik. Önlerinde kuyruk.
Kuyruktakilerin yüzlerinde soğuk, sessiz, kimsesiz bir şey esiyor. Birine daha
yakından bakıyorum. Geçmişinden yorgun değil ama geleceğinden kuşkulu. Yüzündeki
kuşku donuk. Soğuk, karanlık, kükürt kokulu bir yalnızlık. Saçı dökük, bu
kasketli olanı, önündekinin işini uzatmasından rahatsız. Oflayıp pufluyor.
Acelesi olmalı. Kalabalığa bakıyor ama hiçbir şey görmüyor gibi. Bana bakıyor
sonra. Ne bakıyorsun der gibi sinirleniyor. Tedirgin biraz. Dönüyor hala işlemi
süren kadını uyarıyor. Yandaki bankamatikte bir genç kızla oğlan. Yine paraları
yatmamış. Delikanlı kızın babasına yolladığı ilenci abartılı buluyor. Yerine
gelen orta yaşlı kadın milli eğitimde memur olmalı. Çantasını boynundan çapraz
geçirmiş. Kapkaççılardan korktuğu belli. Arkasındaki pos bıyıklı adam taşralı
olmalı. Belki kalp ameliyatından altı ay sonra hastaneye kontrole gelmiş
Kütahya’lı bir emekli. Belki iki torunu var biri kız biri oğlan. Adları Cenk ve
Merve. Onlara oyuncak alıp götürecek. Gelininin beğendiği bir çay takımı,
oğlunun sevdiği fıstıklı baklava, kendisi için Muş tütünü. Onları oraya bırakıp
ilerliyorum. Burası ileri mi bilmiyorum, ama adımlarım nereye yönelirsem
yöneleyim ileri atılıyor. Kitapçılar çarşısına inen merdivenlerin başında üçlü
bir grup. Hocam gönül yarasını gördün mü diyor biri. Kız, bana uymaz hocam diyor,
ben gidiyorum. Herkes bir yerden geliyor, bir yerlere gidiyor. Doğrultusu nereye?
Hiiiç. Nasıl hiç? Selviyle karşılaşıyorum. O yine teksin. Evet ben hep yalnızım.
Yalnız?
Yalnız ve hiç. Hiç? Evet hiç. Hiç mi hiçlik mi yoksa? Yoksa zaten hiç değil
midir? Hiçlik yok eder hocam, yok hiç değildir. Varoluşun tuzakları mı bu
sokaklar? Burada bakıp görmeksizin yürüyen, sağa sola ileriye geriye öteye
beriye koşan koşuşturan adımlarını bakmaksızın atan nereye giderken nasıl
yürüdüğünü unutan neyi alacağını aklından çıkarıp gördüklerinden aklında
kalanları alan birbirine selam vermemek için bakışlarını kaçıran tanıdık birine
rastlarım korkusuyla yürüyen yalnızlığı yaşamak için buraya bu kalabalığa gelip
karışanların arasında onların ne düşündüklerini düşünerek niçin buraya geldiğimi
unutmuş bir halde yürüyorum. Bu mahşeri kalabalıkta hiçlik gibi bir gizem mi var?
Burasının çeperleri çatlamış, kenarı yok olmuş bir çember mi? Burada insanlar
arasında bir boşluk var. Bu boşluğa bakıyorum şimdi. Yürürken o boşluğa
bakıyorum. Gözlerimi bir an olsun ayırmaksızın, insanın kendisiyle arasındaki,
ötekiyle arasındaki boşluğa bakıyorum. Hiçliğin ne olduğunu biliyorum diyemem.
Bu çok aşırı bir iddia olur. Hiçlik midir bu emin değilim. Belki boşluktur.
Burada duran, yürüyen, alışveriş yapan, dilenen, çalışan, koşan, koşuşturan,
devinen, bekleyen, bulan, bulamayan, bakan, gören, göremeyen, bir ırmağa düşmüş
de ne boğulmuş ne kurtulabilen biri olarak yürüyen insanların arasındaki boşluk,
bana düşle gerçek arasındaki o tuhaf ilişkiyi anımsatıyor. Bu güneşin vitrine
düşen ve çok satan kitabı ortadan bölen ışık gerçek midir? O ışığın rengi midir
yoksa kitabın resmi mi?
Kitapçı tarafından yeniden kurulan
Pisagor’un ikilikleri:
Sınırlı Sınırsız
Tek Çift
Erkek Kadın
Aydınlık Karanlık
Doğru Eğri
.. ve diğerleri…bunlar gölge midir? Gölge gerçekse ışık nedir? Burada ben ne
arıyorum? Niçin evden çıktım? Ne zaman bu boşluğa geldim? Bu kalabalıkta nasıl
boşluk oldu? Niçin yüzleri asık, karamsar, kötümser, umutsuz, yılgın, mutsuz,
çaresiz, kimsesiz, yalnız bu adımlar? Bu adımlar niçin bu denli gergin?
Yürüyorum ama artık zihnimde uçuşanlar beni yoruyor. Onları denetleyemiyorum.
Bir şey düşünmeksizin, yani bir şey düşünmeye çalışmaksızın atıyorum adımlarımı.
Caddeden bir sokağa oradan başka bir sokağa, oradan bir okulun bahçesine, oradan
tekrar bir caddeye geçiyorum. Burada her şey öylesine kurallı ki...Yürürken
sürekli kural ürüyor. Işıklar öncelikle onlara dikkat etmeliyim. Kaldırımda
arabalar, geçemiyorum, burada cadde bozuluyor, binalar çok fazla ve
yüksek...okullar çok...sesler çok fazla...gürültü büyüyor...bir ses
cehennemi...gelip geçenler...siluet gibiler...onları artık göremiyorum...soluğum
daralıyor...nefesim kesiliyor... boğuluyorum...boğulu...boğ...soluksuz
kalıyorum...bu cadde de bitti... bankamatikler arttı...taşıtlar arttı...burada
çok fazla dükkan var...market var büyük bir market...önünde bekleyenler
var...içeri girip çıkanlar karınca yuvasının ağzına benzetmiş burayı...kamu
binaları çok burada...kapısında iki askerin beyaz şapkalı beklediği
kımıltısızca...aynı biçimde giyinmiş aynı şekilde yürüyen aynı tarzda konuşan
aynı sesleri çıkaran aynı bakışlarla bakanların girip çıktığı onlarca bina
var...burada herkes bir telaşla koşuşup duruyor...oradan oraya...bir şeyi
kaçırıyor gibi...bir şeyden kaçıyor gibi...burada çok ses var...kimse kimsenin
ne dediğini anlamıyor gibi...kimse dinlemiyor sadece konuşuyor sanki...burada
çok fazla gürültü yükseliyor...oksijen çok az burada...niçin bu denli kalabalık
burası...burası neresi? Orası bir insan mı? Burası bir bina mı? Bir insan binası
mı? Bir insan binası mı yıkılıyor burada? Simitçi bak baloncu gazeteci sigaracı
bankacı hortumcu bak bu kaçan adamlar kimden kaçıyor burası bir kaçak gibi
kaçılmış bir kaçık gibi burası niçin bu denli çok fazla? Bu gürültüye nasıl
dayanıyorlar? Bu kalabalığa daha fazla dayanamayacağım? Bu kalabalık içinde ne
beni tanıyan var ne benim tanıdığım. Bu kalabalığı iyi tanımıyorum. Bu kalabalık
beni tanımıyor mu? Beni tanısa kendini tanısa bu kalabalık niçin bu denli
oksijensiz? Bu binalar bu taşıtlar bu gazlar bu sesler bu insanlar bu hızlı
insanlar bu ışıklar bu koşanlar bu kalanlar bu kıyıya vuranlar bu geride
duranlar bu geriden bakanlar bu geriye bakanlar bu insanlar nereye bakıyor?
Nereye koşuyorlar? Buradaki sesler birbirine yapışıyor. Sesler pelteleşiyor.
Sesler o kadar çok ki. O kadar karışık ki sesler...seslerin harfleri var
heceleri var sözcükleri var ama onları anlayamıyorum. Onları anlayamıyorum. O
denli çok alt geçit üstgeçit var ki...ne kadar çok kaldırım var...kaldırımlarda
taşıtlar...yanlarından yöresinden geçmeye çalışan insanlar o kadar tuhaf bir iz
bırakarak yürüyorlar ki...onları izleyemiyorum....onlar bir iz üzerinde
yürümüyorlar...belki bir yerden çıkmak zorundalar...bir yere gitmek zorundalar
belki...belki onların beyninde binlerce şey dolaşıyor...onlara şey denir mi?
Onlar kendileri birer şey gibiler belki ...belki şey olmak
istemiyorlar...farkında değiller belki...caddelerdeki bu ağaçlar acı çekiyor
gibi...yaprakları kurşundan tozdan kabuk bağlamış zehirli gibi
duruyorlar...ağaçlar kimliklerini yitirmiş gibiler...onları
tanıyamıyorum...dalları cılız, farklılaşmış, kükürtlü...çok kükürt var
burada...çok egzoz var...klakson çok burada...taşıtları izleyemiyorum...öylesine
bir karmaşa ki içlerinde sayısız kurallar var ama onlar habersiz gibi...kurallar
ne kadar çok burada...durup kurallara bakıyorum...onları sayamıyorum...o denli
çoklar ki...adım başı bir kural konmuş...bir adım süresi düşünülmüş bir kural
konmuş...gelip geçenlerin adımları bir kuraldan diğerine basıyor gibi...kurallar
basıla basıla yassılaşmış...çok trafik ışığı var...çok lambalar...çok
direkler...teller...karnı yarılmış bağırsakları dışarı fırlamış gibi
kentin...caddelere direkler teller lambalar taşıtlar insanlar fırlamış
gibi...caddeye yayılmış bağırsaklar...onları şimdi bağırsak gibi
görüyorum...kendimi bağırsak gibi görüyorum...kendimi kendimden ayrılmış
görüyorum...caddeye gelince, kentin burasındaki karmaşaya girince kendimden
ayrılıyor ayrı bir yerden kendimi görüyorum...çok ilan var çok panolar tabelalar
çok yazılar var...sözcükler o denli çok savrulmuş ki kentin burasında...harfler
saçılmış gibi...sokaklarda bu karmaşanın içine harfler dağılmış gibi...onları
toplaya toplaya bitirebilir miyim? Onları toplayabileceğimi sanmıyorum. Onlar
toplanmak istemiyorlardır...belki onlar savrulduklarının farkında
değillerdir...o harfler hangi hecelerden çıkıp hangi sözcüklerden ayrılmışlar?
Hangi ağızdan çıkmışlar? Hangi yürekten? Hangi akıldan savrulmuşlar? Hangi akıl
bu harfleri kentin burasına savurmuş? Şimdi bu karmaşanın tam ortasındayım. Tam
kalbindeyim şimdi...çok dilenci var...çok dirençli dilenciler var...onların
dilleri var...onların da dilleri var...onların dilleri tanıdık...ama onları da
tanıyamıyorum...onların sözcükleri eğik bükük böyle kıvrılmış gibi...harfleri
eziyorlar konuşurken...onların heceleri yalvarıyor...onların çoğunun yüzünde
ayrı şey var...o şeyi tanıyorum ama anlayamıyorum...onları geçemiyorum...adım
başı karşıma çıkıyorlar...onlar kadar belki onlardan daha fazla yalancılar
var...onları artık tanıyabiliyorum...onlar en çok büyük, görkemli binalardan
çıkıyorlar...o binalara sabah erkenden giriyorlar...gece geç vakit
çıkıyorlar...onların şoförleri var...kapıcıları, hademeleri var...onların
hizmetçileri çok...herkes onlara hizmet için yarışıyor...onlar bir şeyleri
çalmak için çalışıyor...onların çalmaları çok fazla...onlar çalarken tam bu
sokakla o sokağın kesiştiği yerde köşede yere bağdaş kurmuş sakallı çok pis
kokan adam flüt çalıyor onun çaldığı flütten nasıl bir ses çıkıyor
anlamıyorum...o flütten çıkan sesler sokağa yayılıyor...milyonlarca sese
karışıyor...onlar o binalarda neler karıştırıyor? Onları artık tanıyamıyorum.
Tanınmaz bir haldeler...o binalarda milyonlarca insan milyarlarca kağıtlara
trilyonlarca sözcükler yazıyor...çok fazla telefon var burada...çok
konuşuyorlar...sürekli konuşuyorlar...birbirlerini aldatmak için o denli çok
konuşuyorlar ki onlara dayanamıyorum...o telefonlardan saniyede trilyonlarca
sözcük akıyor...birbirlerine efendim hay hay müdürüm sayın genel müdür sayın
bakanım sayın tekman sayın candarlı saygılar sunarım efendim hayır beyefendi biz
o emri sonradan kaldırmıştık ilgileneceğim efendim ne demek sayın müsteşarım
derhal toplantıya çağıracağım hayır sayın bakanım biz o komisyondan çıkan kararı
uygulamak niyetinde değiliz olur efendim bendeniz Frankfurt'tan gelen teklifleri
kendilerine sunacağım notunuzu iletmiştim hanfendi bilemeyeceğim sen beni ne
sanıyorsun lan ben senin bildiğin bürokratlardan değilim bana bak o emri alır
sana yediririm gibi sözcüklerle birbirlerine kendilerine astlarına üstlerine
bağırıp çağırıyorlar. Çağrılan geliyor görüşülüyor karar alınıyor toplanılıyor
karar çıkıyor onanıyor uygulamaya geçiliyor böylece sözcükler kadar belki
onlardan fazla rakamlar uçuşuyor...onlar onların arasında uçuşurken yeni
kararlar alınıyor kimisi bozuluyor kim kiminle hangi gizli anlaşmayı yapıyor
nerede hangi gelişmelere karşı hangi önlemler alınması gerektiği
konuşuluyor...onlar tilkiye benziyor...onları tanıyorum ama
anlayamıyorum...artık onları anlamak istemiyorum...onlar domuza
benziyor...birbirlerine uzun suratlarıyla uzun iri delikli burunlarıyla kısa
kesik kuyruklarıyla çok pis kokularıyla sürtünüyorlar...onlara bakıyorum sırtlan
gibiler...bir şeyleri paylaşıp duruyorlar...günleri böyle geçiyor...bir şeyleri
pay etmekle geçiriyorlar günlerini...günlerini leş gibi
görüyorlar...birbirlerini yemek için çok uzaktan kokular alıyor
geliyorlar...buluyorlar onlarcası bir leşin başında her biri bir yerinden
çekiştiriyor...boğazından iri bir vahşi ısırmış... parçalamış... kanamış...kanı
donmuş...pıhtılaşmış...gözleri yerinden uğramış...iri iri bakıyor ama görmüyor
gibi...bakmıyor gibi bakıyor...onların çok silahları var...silahlarını parlak
giysilerine gizliyorlar...onlar birbirlerinden her şeyi gizliyorlar...çok
gizleri var...çok gözleri var onların...her yerde kameralar görünüyor...ekranlar
o denli çok ki...bir ekran cenneti burası...burada her yerde kamera gözleri
var...birbirlerini gözetliyorlar...ekranlardan trilyonlarca rakam gelip
geçiyor...o binalara sürekli birileri geliyor...gelip geçiyorlar...bir geçit bir
köprü bir han gibi burası...burasıyla orasını birbirine bağlayan telefonlar
ekranlar kameralar taşıtlar görevliler silahlılar giysililer apoletliler
papatyalılar sepetliler kepliler kepsizler sesliler sessizler tilkiler domuzlar
su aygırları yılanlar köpekler akrepler var...onlardan kimileri yılanlık ediyor
kimileri köpeklik ediyor...kimileri alçaklık ediyor kimileri hainlik
ediyor...onlar çok kibar görünüyorlar...onların içi dışına çevrilse kurt, hınzır,
ayı, yılan, akrep oluyor...onlar akrep gibi birbirini sokuyor ama herkes
zehirli...herkes meşgul burada. Bir binaya girince çıkılamıyor. Giriliyor ama
çıkılamıyor. Orada çakılıyor. Çakılı bıçaklı oradakiler. Tebessüm ediyorlar
karşılaşınca...özel bir dille konuşuyorlar...onların sözcüklerini
anlayamıyorum...onlar birbirlerine özel bir alfabeden devrişilmiş dille
sesleniyorlar...bir kadın bir erkek iki kadın bir erkek dört kadın üç erkek var
burada...erkek kadına dilini çıkarıyor...gözlerini çıkarıyor kadın
erkeğin...kadınla erkek burada çiftleşiyor...onlara bakınca iki köpek birbirinin
kanına giriyor gibi görüyorum...rakamlar ekranlardan akıyor...akarken kadını
eritiyor erkeğin yüzüne akıtıyor...yüzler eriyor...kadının çok yüzleri
var...erkeğin çok yüzleri var...kadınla erkek bir caddeye çıkıyorlar...bir
kentin en büyük caddesine...burada her şey o denli düzenli, ışıltılı, görkemli
ki...burada her şey o denli aldatıyor ki...bu ışıklar çok aldatıyor...yapılar
çok düzenli gösterişli gözalcı...yapılar gönülçelici..çok zengin
görünüyorlar...ışıklar yapılar bu caddeler kadının eriyen yüzünü
gizliyor...kadın orada eridiğini unutuyor...erkek fokurdayan bir irin gibi onun
göğüslerine akıyor...bu ışıklar aktığını gizliyor...burada taşıtlar çok
pahalı...herkes çok saygılı nazik davranıyor...herkes çok eğleniyor gibi
görünüyor...herkes burada unutuyor...burası çok unutkan bir ışık...burası koyu
gölge saklanıyor...burada koyu bir çamur var...çok pis kokuyor ama ışıklar
kokuyu örtüyor...koku görünmüyor burada...korkuyorum...onlardan
korkuyorum...onların içine girince ben kalmıyorum...onlarla aramda çok ağaç
var...o ağaçlara tutunuyorum...bir şey yanıyor...bir sel geliyor...bir deniz
kabarıyor...bir boşluk oluyor...onların boşluğuna düşmek istemiyorum...buradan
çıkıyorum. Çıkınca yükseliyorum. Çok yüksek bir yere çıkıyorum. Burası bir dağ
olmalı. Bir ağacın üst dalı, bir denizin kıyısı, bir insanın duruluğu olmalı.
Yükselince onları karınca yuvası gibi görüyorum. Binaları görüyorum. Onlar
binalara girip çıktıkça siyah oluyor. Siyah kükürt oluyor. Kükürt zehir oluyor.
Zehir akrep oluyor. Akrep onlar oluyor. Onlar birbirini zehirliyor. Burada can
var ama bu can benim bildiğim can değil mi? Burada ruh var gibi görünüyor ama bu
ruh insan değil mi? Bu insan ne zaman yıkıldı? Ben onlara bakınca içlerini
görüyorum. İçleri insan yıkıntısı onların. Orada çok para var. Çok silah var.
Çok zehirli akrepleri var onların. Orada kelimelerimi kaybediyorum. Oradan
yükseldikçe harflerime yeniden kavuşuyorum. Harflerimi unutmuşum. Onlardan nasıl
kelimeler yapacağımı unutmuşum. Onları unutamıyorum. Onları anlatabilmem için
kelimelerimi bulmaya başlıyorum. Burası çok sessiz şimdi. Dağ burası. Burada hiç
bina yok. Trafik lambası yok. Işık yok. Cadde yok. Sokak yok. Onların isimleri
yok. Ev numaraları yok. Telefon yok. Kamera yok. Ekran yok burada hiçbir şeyleri
yok. Burada ağaçlar görüyorum. Dikenler var. Çok ot var. Çok taş var burada. Hiç
yol yok. Yolumu kendim bulmalıyım. Gideceğim yere bakıyorum. Bir büyük ağaç
görüyorum.Ağaca doğru ilerliyorum. Yürürken bastığım yere bakıyorum. Toprağı
görüyorum. Kırmızı temiz toprak burası. Burada hiç insan enkazı yok. Hiç kural
yok burada. Adımlarımı özgür atabiliyorum. Burada boşluk var ama kükürtlü değil.
Burada yalnızım. Toprak var ama bana benziyor. Hayır diyor toprak sen bana
benziyorsun. Evet diyorum ben sendenim. Ağacın dallarına benziyor kollarım.
Gövdem yürüdüğüm bu ağacın gövdesine benziyor. Yapraklarım var benim de. O da
benim gibi soluk alıyor. Hiç yalan söylemiyor onun da solukları. Ben diyor ağaç
senin arşınım, bana doğru yüksel. Benim en üst dalıma çık. Korkma at adımlarını
diyor. Atıyor, yerçekiminden kurtulmuş gibi yükseliyorum. O ağacın arşına
çıkıyorum. Burada nihayet tüm varlıkları görebiliyorum. Burası dağın doruğu. Aya
çok yakın. Ay yok ama onu hissedebiliyorum. Burada bir mağara var. Oradan bir
ses geliyor. Nihayet bir farklı ses duyuyorum. Bir kitaptan geliyor. Bir
kitapçıdan. Kebapçının yanındaki kitapçının vitrinindeki bir kitaptan. Bir şair
bu. Bir şairden geliyor bu ses. Yaklaşıyorum. Ses netleşiyor. Mülklerin, diyor,
en tehlikelisi dildir. İnsana, kendisine tanıklık etsin diye verilmiştir. Bu
sözü alıyorum. Onu yüreğime alıyorum. Kitapçıdan hızla uzaklaşıyorum. Tehlikeli
bir mülkün sahibi miyim? O ben miyim? O yağmur mu? Bu yağmur da nereden çıktı?
Ne zaman başladı? Nasıl da iniyor yere? Nereden iniyor? Gökten bu gittikçe
hızlanan şey nasıl iniyor böyle? Erkek gök yeri suluyor diyor bir dilin sahibi.
Göğün meyveleri şimdi yerde dölleniyor. Yeryüzü dişidir bu caddeler bu kalabalık
bu sesler dişi midir? Gökten inen şey beni temiz bir yere itiyor. Sen diyor
gelirken temizdin. Kirlendin kirlendin kirlendin...kirleniyor kirleniyor hala
kirleniyorsun....bak üzerine asitli yağmurlar yağıyor...bak sen çamurdun ama
şimdi yoğrulmamıştın...seni daha önce iki el yoğurmuştu...bak senin çamurun yok
oldu ona bir gönül geldi...bak o gelince sendeki çamur kanadı...bak sen kan ve
kemikten değilsin sen gönülsün...bak senin gönlün çok yaralandı gönlün çok
siyah...gönlünü siyah bir şey yiyor senin...sen siyah bir şey yiyorsun bak...bak
o seni yiyen senin yediğin siyahı gör...o siyah seni bitiriyor bak...bak taş
yağıyor kalbine...bak kalbin taşlaşıyor...bak kalbinde siyah bir noktacık
vardı...bak o büyüyor...bak sen kirlendikçe kalbindeki siyah büyüyor...bak
kalbin simsiyah oldu...bak o siyah kalbini yutuyor...kalbin bitiyor bak...bak o
kalbin yok artık...artık sen kalbi olmayan bir bedensin...bedenin ne
yapsın...bedenin kalbi olmayınca ne yapsın...bak senin kirli küçük siyah bir
bedenin var...bak biz ona bakmayız ama kalbine bakarız...bak o da yok ona
bakamayız...bak artık sende bakılacak bir şey kalmadı...bak sen
kalmıyorsun...sen kalmıyorsun...sen kalmayınca biz seni yeniden yapardık...ama
sen kendine kaldın bize kalmadın...bak senin bir adın vardı unuttun...bak senin
adında bir unutkanlık vardı...sen artık unutuyorsun unutuyorsun...sen kendini
unuttun bizi unuttun...sen kendini unutsaydın ama bizi unutmasaydın...bak biz
bizi unutanı unutmayız...Sen ne erkek ne dişisin. Sen toprağın kendisisin.
Toprak dişi değildir. Dişi olan yerdir. Yer kirlenendir. Yerde sen toprağın
özünü terk ettin. Sen temizlenmeyi biliyor musun? Nasıl arınacaksın? Huzura bu
halde nasıl kabul edilebilirsin? Kirli olanlar oraya giremez. Sen kirlisin. Ben
nasıl arınacağım? Bana öğretir misin ben nasıl temizleneceğim? Sana nasıl
kirlendiysen öyle arınırsın diyebilirim ancak. Ama ben nasıl kirlendiğimi
bilmiyorum. Ben kirli olduğumu da bilmiyorum. Ben huzur nedir bilmiyorum. Huzura
nasıl girilir bilmiyorum. Ben bilmiyorum ben bilmiyorum ben...bilebilseydim
şimdi burada bu sesi duymaz mıydım? Hangi sesi? Mülklerin en tehlikelisi...bu
tehlikeden söz et bana...dilden söz et...onu nasıl kirlettim...onu nasıl
temizleyebilirim...o arınır mı? Bu dil benim arındığım mı? Bu kadın beni nasıl
doğurdu? Bu ses dişil midir? Bu yol sana mı ulaşıyor? Bu yollar çıkmaz mıdır?
Hangisinden yürüyeceğim? Sen neredesin? Ben senden miyim? Sana nasıl ulaşacağım?
Ben aslımı arıyorum...aslım sensin...aslım sendendir...ben gölgeyim...sen
ışıksın...sen ışığın kaynağısın...ışıktan da içeridesin...içeri dışarı var mı
sende...sende yönler yanlar bulunur mu...sen üst müsün alt mısın...sen bir yerde
misin bir zamanda mısın...sende zaman yer yok mu sen yersizlikte yurtsuzlukta
mısın...sen yerlerin sahibisin sen ortalarda mısın...sen göğün sahibisin yersiz
göksüz müsün...ben yerimi terk edeceğim ben zamandan nasıl çıkarım...ben sana
nasıl gelirim seni nasıl bulurum...seni aramalı mıyım sen her yerde misin...seni
her yerde bulabilir miyim seni nasıl bulacağım...sana nasıl geleceğim sana
gelmek istiyorum...sana geliyorum...kendime geliyorum...beni ayıltıyorsun...ben
sarhoştum beni uyandırıyorsun...benim sarhoşluğum üzüm sarhoşluğu değil...benim
sarhoşluğumun sonu yok...ben ayıldıkça sarhoşluğum artıyor...sen son
değilsin...ben sonum şimdi...sana ulaşınca son olmayacağım...başlangıç ve son
olmayacağım... ben ben olmayacağım...sen olamam ama bana beni ancak sen
gösterebilirsin...ben yitirdim kendimi...kendimi kaybettim bulamıyorum...şimdi
burada hiçbir şey kalmadı...her şey çok fazlaydı azaldı yok oldu...sesler yok
oldu...sözler yok oldu... harfler yok oldu...sözcükler yok oldu...gölgeler yok
oldu...ışıklar yok oldu...varlık yok oldu...yokluk yok oldu...her şey yok olunca
sen çıktın ortaya...sadece sen kalıyorsun...şimdi burası yok...var yok yok yok
burada...burası bir yer değil...bir şey değil...burası hiçbir şey değil...hiç
değil...burası yok...sadece sen varsın ama sana yaklaştıkça sen yok
oluyorsun...sen çok büyüksün yaklaştıkça seni göremiyorum...ışık artıyor
körleşiyorum...seni göremiyorum artık...sana bakamıyorum... gözlerim
kalmıyor...hiç ses kalmıyor...hiç gölge yok burada...hiçbir şey yok...her şey
yok oldu...sadece sen kaldın...sadece sen...sen.
III.
Sen sırrımsın. Sırrımı sende gözetiyorum. Sen kendini bende seyret.
Bende kim ben olduysa onu bende gözet.
Artık harfi, sesi, sözü bırakıyorum.
Burası sadece sensin.
Sadık Yalsızuçanlar
KALEM
Fikri Haklar Koordinasyon Merkezi, sahibi Sayın
Nermin Mollaoğlu'na ve güzel öyküsüyle dergimize destek
veren, Sayın Sadık Yalsızuçanlar'a teşekkür ederiz.
Kalem, Fikri Haklar Koordinasyon Merkezi'nin üç temel ilkesi: 1. Türkiye'deki
yazarların yapıtlarının, dünya dillerine çevrilmsi için yardımcı olmak. 2.
Yurtdışındaki yayıncıların Türkiye temsilciliğini üstlenmek. 3. Türkiye'de
tanınmayan edebiyatların daha fazla okunması için uğraşmak.
Kuruluşun şu anda, (Bülent Akyürek, İhsan Oktay Anar,
Kürşat Başar, Enis Batur, Adnan Binyazar, Sebahattin Demiray,
Murat Gülsoy, Nedim Gürsel, Çiler İlhan, Şebnem İşigüzel, Hamdi Koç, Levent
Mete, Cem Mumcu, Barış Müstecaplıoğlu, Mahir Öztaş, Handan Öztürk,
Özge Samancı, Ayşe Sarısayın, Giovanni Scognamillo, Aslı Tohumcu,
Bedirhan Toprak, Mehmed Uzun, Sadık Yalsızuçanlar, Sadık Yemni, İbrahim Yıldırım
v.d. ) 32 yazarı bulunmakta.
İletişim için:
KALEM
Fikri Haklar Koordinasyon Merkezi
Moda Sivastopol Sok. No: 3/11
34710 Kadıköy / İstanbul / Turkey
Tel.: +90 216 450 15 62
Faks: +90 216 450 29 23
E.Posta: info@kalem.web.tr
Web: www.kalem.web.tr
|
|
|
|
Sadık Yalsızuçanlar
|
|
|
|
|
|
|
|