Çocuk Mezarı

 
 


“Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülleri 2007” 

Birincilik, ikincilik ve üçüncülükle
ödüllendirilen öykülerin tümünü,
 Ağustos - Eylül dergimizde yayımlıyoruz.



Bazen donup kalıyorum. Mesela, buzdolabının önünde, kapısını açmış öylece dururken buluyorum kendimi. Bir süre boş gözlerle dolaba bakıyorum. Niye orada olduğumu hatırlamıyorum. Yada sahanda kızarttığım yumurtanın iyice şişmiş sarısını patlatmak için elime bir çatal alıyorum; ama sonra bir şey oluyor, sanki unutuyorum, çatal elimde öylece duruyorum. Yumurtalar iyice kızarıyor; sıçrayan yağlar elimi yakıyor. Bazen de dalıp gidiyorum: Mesela, televizyonda en sevdiğim programa bakıyorum, sesini iyice açmışım; ama seyretmediğimi fark ediyorum: dalmışım, sadece bakıyorum. Yada yemeğe tuz atmak istiyorum, tuzluğa bakıyorum; ama almak için uzanmıyorum, öylece bakıyorum. Yemeği tuzsuz yiyorum. Bu tür şeyler... Önemli olmadığım biliyorum. İnsanın hayatını değiştiren şeyler değil. Benim de hayatımı değiştirmediler. İşimi, evimi, arkadaşlarımı değiştirmediler. Arkadaşlarım, özellikle de badem bıyıklı patronum, beni daha çok takdir ediyorlar; sakin bir adam olmuşum artık. Aynı evde yaşıyorum; küçük bir ev ama bana yetiyor. Dostlarım, arkadaşlarım hep aynı. Pek fazla dostum yok; eskiden de yoktu zaten. Yani değişen bir şey yok; ama ben öyle hissetmiyorum. Bunu nasıl anlatabilirim, bilmiyorum. Deli değilim. Kimse öyle olduğumu söylemiyor. Her şeyin farkındayım; ama hiçbir şey eskisi gibi değil sanki. Zamanla geçeceğini ben de biliyorum; ama bu, hiç kurtulamayacağım bir şeymiş gibi geliyor bana. Mahallenin delisinin, kendisini kovalayan çocuklardan kurtulamaması gibi... -hani ellerinde tenekelerle korkunç gürültüler çıkaran çocuklardan... Bunu nasıl anlatacağımı bilmiyorum. En iyisi, olduğu gibi anlatmak.

Başım ağrımaya başlamıştı. Kapının önünde Mahir'i bekliyordum. ‘Hemen geliyorum,’ demişti; ama evden çıkamamıştı hâlâ, çaresiz, bekliyordum. Beklerken, şehrin belki de o en büyük ve en gösterişli villalarını seyrediyordum. Seyrettiğim villaların kaba saba çirkin mimarileri, içinde yaşayanların rahatından çok, dışındakilerin hasedine göre biçimlenmiş gibiydi. Hiç şüphesiz, bu biçim, her bulduğu pahalı malzemeyi oraya buraya yalap şap yapıştıran o görgüsüz zenginliğin başka bir örneğiydi. Böyle sevimsiz örneklere bakarak, böyle sıkıcı düşüncelerle seyrediyordum etrafı.

Başımın ağrısı artmıştı. Karşıdaki villaların birinden -belki de en büyüğünden- el sallayan küçük kızı gördüm gene. Sanki dikkatimi sevimsiz örneklerin dışına çekmek istiyor ya da o düşüncelerle daha fazla oyalanmamı istemiyor gibiydi. İşte, çoktandır zaptedemediğim gündüz düşlerime -kâbuslarıma mı demeliydim?- izinsiz giren bu küçük kız, acımasız oyunlarından birine daha başlamak üzere, yüzüne kondurduğu o hiç değişmeyen gülümsemesi ile bana doğru el sallıyordu; ama sanki bunu yapmak zorundaymış da ondan el sallıyormuş gibiydi. Çaresiz, seyrediyordum ben de.

O büyük tank, villaları yerle bir etmişti. Yeni nesil, M1-A2 model tanklardan biriydi. Kâğıt gibi yırttığı hatıralarımın zırhına hiç aldırış etmeden, bir devin homurdanmasına benzeyen ağır gürültüsüyle, önüne çıkan her şeyi paletinin altında un ufak etmişti. Bütün mahalle, bir anlık bir anaforun içinde yitip gitmişti sanki. Geriye, tankın rölantideki uğuldaması kaldığında beyaz bir toz bulutu, harabeye dönmüş yıkıntıların üzerinden, suda eriyen aspirin gibi yükseliyordu yavaş yavaş. Küçük kız, sağ kolu dışında, enkazın içine gömülmüştü; ama hiçbir şey olmamış gibi el sallıyordu hâlâ,

Tank uzaklaşmıştı. Küçük kızı göremiyordum artık. Onu, eskiden, askerliğimden beri tanıyordum da ne gülüşünü duymuşluğum vardı ne de ağlamasını. Üstüne üstlük, ne ölüsünü gördüm ne de dirisini. Ağır paletler gibi geçen aylar boyunca uykularımı işgal eden koyunların çobanıydı o. Çoban olduğunu söyleyen de yoktu aslında. Sanki her şeyi bir tek ihtiyar köylü biliyordu; ama onun da dili yoktu. İşte böyle düşünürken, toz bulutu dağılmış, villalar eski yerlerini almış, başımın ağrısı da çabucak geçmişti. Bu sefer her şey birdenbire mi olmuştu, yoksa herşeyin birdenbire olmasına mı alışmıştım, bilemiyordum.

O gün güzel ama, rüzgârlı bir hava vardı. Yandaki villanın bahçesinde kadınlar, yatak yorganlarından çıkardıkları yünleri rüzgâra aldırmadan yere sermişler, havalandırıyorlardı. Eskiden orada bulunan gecekonduların sahipleri olmalıydılar; villalar yapılınca onlara da birer tane düşmüş ama, eski alışkanlıklarını bırakamamışlardı anlaşılan. Bir taraftan uzun değnekleri ile yünlere vuruyorlar, bir taraftan da dayanılmaz çiğ seslerle birbirlerine laf yetiştiriyorlardı. Yünler, uzun değneklerin her vuruşunda, sanki acı çığlıklar atarak havalanıyor, daha yere inmeden başka bir değnekle tekrar savruluyordu.

Rüzgâr şiddetini arttırmıştı. Kadınları seyrederken, o kasketli köylü gelmişti aklıma: Kapısının önünde ahşap sandalyesine çökmüş, tan kızıllığını güzel bir Anadolu türküsünü mırıldanarak karşılayan köylü... - televizyonda bir belgeselde görmüştüm. Bir türkünün bu kadar içten ve konuşur gibi rahat söylenebilmesi beni nasıl da şaşırtmıştı o zaman. İşte böyle düşünürken, yön değiştiren rüzgâr yere serilmiş tüm yünleri havalandırdı. Kadınlar, daha yüksek sesle bağrışarak, ellerindeki değnekleri atıp sanki yünleri yakalayabilecekmiş gibi sağa sola koşuşturmaya başladılar.

Rüzgâr, yünlerle beraber çar çaput ne varsa havalandırmıştı. Sanki değneklerden kaçıp kurtulmuş kuşlar gökyüzünde kanat çırpıyor ya da dehşet bir fırtınanın habercisi gri bulutlar koyun gibi kırpılmış, gökyüzüne saçılıyordu. Küçük kız da yünlerle beraber havada savruluyordu. Sırtı değnek yaralarından kan revan içinde; ama yüzünde aynı gülümseme, el sallıyordu gene. Bu böyle ne kadar sürdü hatırlamıyorum; ama en sonunda rüzgâr dinmiş, köylü kadınlar sessizce dağılmış -dayanılmaz çiğ sesleri olduğunu söylemiş miydim?- villalarına geri dönmüşlerdi. Hiç şüphesiz, sessizlik çok daha iyiydi.

Kapının önünde Mahir'i bekliyordum hâlâ. Sinirlerimi yatıştırmak için ileri geri yürümeye başlamıştım. Yürürken, gelmem için döktüğü diller aklıma gelmişti; hem ne diller: nişanlısına hediye alacakmış da, kendisi beceremezmiş de, zaten yeni barışmışlarmış bir de saçma sapan bir şey alıp her şeyi berbat etmek istemiyormuş da, benim zevkime güveniyormuş da, vesaire... Böyle söylemişti; ama yine de bekletiyordu beni kapının önünde. Kim bilir ne unutmuştu ya da ne sakarlık yapıyordu ki evden çıkamamıştı. İşte böyle bekliyordum; hem onu hem de küçük kızı.

Beklemekten usanmıştım. Bir şeyler yapmazsam yeni bir kâbusun yaklaşmakta olduğunu hissediyordum. Kapıyı tekmelemek için geri dönüyordum ki herşey birden bire simsiyah bir karanlık içine gömüldü. Kim bilir hangi rüzgârın attığı bir gazete kâğıdı ‘şap’ diye yapışmıştı yüzüme. Sanki bir tokatla kör olmuştum ya da ne bileyim, oracıkta ölmüştüm de alel acele örtmüşlerdi üstümü. Gazeteyi yüzümden telaşla çekerken resimleri, yazıları görüyordum. ‘500 tank’ yazısını gördüm mesela. ­-Mahir'le tank tugayında tanışmıştık, askerde tankçıydık ikimiz de.- Sonra, o resmi gördüm: küçük kız, annesinin kucağında…

Gazeteden kurtulamamıştım hâlâ. Üstelik, kurtulmak için elimi her savuruşumda başka bir resim, başka bir yazı çıkıyordu karşıma: Meselâ, 'Te/afer’, 'Felluce’, 'Samarra’ ya da o resim… Sonra yine ‘Te/afer’, ‘Felluce’, ‘Samarra’... Bu çok garipti; çünkü benzer bir şeyi televizyon seyrederken yaşadığımı düşünmüştüm. Ne zaman reklamlar başlasa, başka bir kanalı açıyorum; ama orada da reklam var. Sonra başka bir kanalı açıyorum, bu sefer daha yüksek sesle bağıran başka bir reklam... Her seferinde daha berbat bir reklam çıkıyor karşıma. İşte o sıkıcı deterjan reklamlarını, çaresiz, böyle seyrediyordum.

Son bir gayretle elimi savurarak gazeteden kurtulmuştum. Bir akbaba gibi önce döne döne, sonra geniş kanatlarını çırparak uzaklaşan gazeteyi seyrediyordum. Seyrederken, tank resimlerini gördüm de öyle hatırladım. Mahir söylemişti bir kasabaya beş yüz tankla girdiklerini. “Beş yüz tank, inanabiliyor musun!” demişti de inanamamıştım. ‘Akbaba’ küçük kızı pençelerinde götürmüş; ama o resmi hafızama bırakmıştı: küçük kızın annesi, ağzını korkunç bir mağara gibi açmış, haykırıyor; kızının bedeninden kalanlar kucağında... Küçük kız el sallamıyor, eli kolu asfaltta kalmış.

Mahir evden çıkmıştı sonunda. ‘Akbaba’ gözden kaybolana kadar kendime gelemediğim için onun geldiğini fark etmemiştim. “Ne o? Gazete mi okuyordun?” diye alay etmeye çalışmış; ama ne kadar kızgın olduğumu fark edince vazgeçmişti. Benim sormama fırsat vermeden neden geç kaldığını açıklamaya çalışıyordu: Üzerine giyecek bir şey bulamamış, kilo mu almış ne; her şey küçük gelmiş, bir türlü giyinememiş de, ondan geç kalmış. Hatta, ayakkabısı bile sıkıyormuş, öyle demişti. Bir taraftan da ayakkabısını gösteriyordu. Ayakkabısı gerçekten dene kadar büyüktü! Ne deniyordu? Çocuk mezarı gibi.

Geç kalmıştık. Mahir'in mazeretlerini daha fazla dinlemek istemiyordum. Her şeyin küçük yapıldığından şikâyet eden Mahir, dev gibi bir adamdı ve kendi gibi her şeyi büyüktü: evi, arabası, ayakkabısı her şeyi... Ben de iri kıyım sayılırdım; ama onun yanında ufacık kalıyordum. Arabaya binmek için park yerine gidiyorduk ki sokağı dolduran koca koca lüks arabalarla ciplerin parkın önünü kapattığını gördük. Her cuma böyle olurmuş; Ankara'nın bütün kalburüstü takımı aşağıdaki camiye geldiğinden, ortalık tank gibi ciplerle dolup taşarmış. ‘Kalburüstülerin’ neden aynı camiye gittiğini anlamamıştım.

Arabayla gidemeyecektik. Oysa, Mahirin arabasıyla gideceğiz diye -ondan Ankara’da sadece dört tane vardı- içten içe seviniyordum. Önce kendimi ayıpladım, sonra ne yapmalı diye etrafa bakınırken yakından geçmekte olan dolmuşu gördüm. Görünce de dolmuşla gidelim, dedim. Mahir çocuk gibi sevinmişti; ne de olsa hiç dolmuşa binmemişti daha önce. İki iri kıyım, yerlerimize zar zor otururken diğer yolcuları da sıkıştırmıştık ki onlar da bize ters ters bakmıştı, kim bu insan azmanları diye. Ben iri olduğum için utanmıştım; ama Mahir yeni bir oyuncak bulmuş arsız bir çocuk gibi sırıtıyordu hâlâ.

Dolmuş hareket etmişti. Büyük: bir gürültüyle ilerliyordu. Sanki bizim ağırlığımız fazla gelmiş; tuş olmak üzere bir güreşçi gibi hırlıyor ya da ihtiyar bir hasta gibi öksürüyordu. “Kendini tank zannediyor herhalde,” demişti, Mahir. Ben camdan dışarıya bakıyordum: O zengin mahalleden uzaklaştıkça her şeyin yavaş yavaş daha mütevazı, daha sıradan bir hale dönüşünün, sadece insanların değil yolların, kaldırımların, hatta elektrik direklerinin bile zenginlikten yoksulluğa geçişinin dramını seyrediyordum. İşte o zaman küçük kızı gördüm gene. Yanımızda giden tankın namlusuna binmiş, gülümsüyordu.

Dolmuş yavaşlamıştı. Küçük kız, tankın namlusunun üzerinde ip cambazı gibi yürürken el sallıyordu. Düşeceğini ve tankın paletleri altında kalacağım, hatta eli kolu asfalta yapışsa da el sallamaya devam edeceğini düşünüyordum da, yine de bakıyordum. Düşündüğüm gibi de oldu. Dayanamayıp bakışlarımı çevirmiştim ki ön sırada oturan kadının kucağındaki en fazla üç dört aylık bebeğin, annesinin omzuna dayadığı başım kaldırıp bana doğru baktığını gördüm. Hayatta beni en çok korkutan şeyin, bir bebeğin yetişkin biri gibi bakması olduğunu biliyormuş gibi bakıyordu bana. “Ezdin mi?” diye sordu.

Dolmuş durmuştu. Alnımda biriken iri iri ter damlalarını gören Mahir, bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Askerde, tank manevrası yaptığımız o günden beri biliyordu zaten. O gün, ben M1-A2 ile en öndeydim. Bir ara küçük kızı gördüm; koyunları güdüyordu. Sonra birden tankın önüne atladı ya da bana öyle geldi ve kayboldu! Ezmiştim! Ezdim diye durdum, bütün konvoy durdu. Dakikalarca aradık; ama ne kızı ne de koyunları bulabildik. O günden sonra tankın paletlerini defalarca kontrol ettim; kamptan defalarca kaçtım da köylülere sordum, hatta, dilsiz ihtiyara bile sordum; ama küçük kızı bulamadım.

Dolmuş, uzun saçlı bir kızı alıp yeniden hareket etmişti. O günden beri peşimi bırakmayan küçük kızı düşünüyordum. Ben kimseyi ezmemiştim. Ezseydim, bir iz olurdu, palette kan olurdu, bir yakını, arayanı soranı olurdu, ‘ezdiniz kızımı,’ diye yakamıza yapışan olurdu, demiştim kendi kendime. Hem söylememişler miydi, bu köyde çoban kız yoktur, diye. Ya koyunlar nerdeydi? Hadi kızı ezmiştim; koyunları da kırpıp kırpıp gökyüzüne mi saçmıştım! Hiç şüphesiz ezmemiştim. Ezseydim, gazetedeki o kızın eli kolu nasıl yapıştıysa asfalta, öyle eller kollar olurdu etrafta.

Mahir endişelenmişti, sormadan edemedi:

— Küçük kız mı, gene?
— Evet!
— Doktora gidiyor musun?
— Hayır!
— Gitmen lazım ama…
— Çok konuşma da dolmuşun parasını öde!

Demiştim de savuşturmuştum. Mahir'in bozuk parası çıkışmamıştı; dolmuşun parasını ben ödemiştim. Kafamdaki düşleri uzaklaştırmak ister gibi beni lafa tutmaya çalışıyordu. “Çıkmışken bana da ayakkabı alır mıyız?” diyordu. Dünya kadar ayakkabın var, daha ne kadar ayakkabı istiyorsun; hatta giymediğin yüzlerce ayakkabı duruyor, hâlâ mı ayakkabı istiyorsun, demek istemiştim de dememiştim. “Olur,” dedim, “alırız.” Dolmuşa yeni binen kızın beline kadar uzanan sarı saçları yer yer kırmızıya boyalıydı. Annesinin kucağındaki o kız aklıma gelmişti, etleri, damarları aşağı doğru sarkıyor...

Son durağa gelmiştik. Mahir, dolmuştan inerken yaşlıca bir kadının ayağına basıp -onun dev gibi bir adam olduğunu söylemiş miydim?- bir çocuğu nerdeyse yere düşürüyordu. Kendisi de basamakta dengesini kaybedip düşmek üzereyken yakalamıştım. “Bugün çok formundasın,” dedim, “dikkat et!” Mahir'in sakarlıkları beni hep güldürürdü. Hatta, bir tek onun sakarlıkları sayesinde uzaklaşabiliyorum o malûm kabuslardan. “Senin geleceğini bilseler Kızılay'ı trafiğe kapatırlardı,” dedim. Sonra, fark ettim ki Kızılay'ı gerçekten trafiğe kapatmışlar. Geçit töreni var; panzerler geçiyor.

Bu durum beni çok neşelendirmişti:

— Bak! Kapatmışlar sahiden!
— Bırak şimdi! Sen ne alacağımızı düşündün mü? Asıl onu söyle.
— Neyi!?
— Ne alacağımızı, diyorum, düşündün mü?
— Tabii...
— Ne alacağız?

Yürümeye başlamıştık. Herhangi bir şey düşünmemiştim tabii. Yapabileceğim en iyi şey, bu adamı, kırıp dökebileceği bir şeylerin olmadığı bir mağazaya sokmaktı. Bir kadına alınabilecek en iyi hediyeyi düşünüyordum: mücevher, ayakkabı, kıyafet, çanta, parfüm, oyuncak ayı, kitap... Mahir, kitap dışında hepsini almıştı. Kitap da Mahir'e ve nişanlısına göre değildi. Ne alsaydık acaba? Ne zaman baskı altında kalsam daha iyi çalışmaya başlayan kafam, cevabı bulmakta gecikmemişti. Benim kafam hiç çalışmasaydı da gecikseydi daha iyi olurdu belki de, çok daha iyi...

— İç çamaşırı!
— Ne!
— Merak etme. Seksi bir iç çamaşırı, böyle durumlar için biçilmiş kaftandır.
— Emin misin?
— Tabii ki eminim. Bu numarayı bütün kadınlar yutar. Yılbaşında herkes ne diye birbirine kırmızı don alıyor sanıyorsun?
— Şans getirsin diye. Hem, sen bu ‘numarayı’ daha önce denedin mi?
— Elbette... Ne sandın? Aklıma şimdi geldiğini mi?

Karşı kaldırıma geçmiştik. Mahir nişanlısıyla neden küstüklerini, kardeşinin burnunu yanlışlıkla nasıl kırdığını, pizza restoranındaki ‘yiyebildiğin kadar ye’ rekorunu, fabrikadaki işçilerden birini nasıl dövdüğünü, anlatmıştı. Belki daha bir sürü şey anlatmıştı; ama ben iç çamaşırından daha iyi bir alternatif bulabilir miyim diye düşündüğümden anlattıklarını doğru dürüst dinlememiştim. Bu sırada bir çöp sepetini, bir de simitçi tezgâhını devirmiş, birkaç kişiye de çarpmıştı. - Söylemiş miydim, o sakar olduğunu hiç kabul etmezdi.- Oyuncak mı alsaydık yoksa?

Yolun sonuna gelmiştik. Aklıma daha iyi bir fikir gelmediği için, çaresiz, yeni açılan iç çamaşır mağazasına girdik. Devasa bir yerdi. Gözlerime inanamamıştım. Bu kadar çok kadın çamaşırının bir arada olmasına mı, o renklere ve çeşitlere mi, hatta, hayatımda ilk defa gördüğüm o ‘biçimlere’ mi şaşırayım bilememiştim. Sanki burası cıvıl cıvıl bir oyuncakçıydı da bir şey olmuş, oyuncaklar çamaşırlara dönüşmüştü. Söylesem mi, bilmiyorum; bir de şu aklıma gelmişti: Bir erkek bunları gördükten sonra sıradan beyaz-pamuklu çamaşır giyen bir kadın hakkında ne düşünürdü acaba?

Mahir tezgâhtar kıza doğru yürümüştü. İşte o an, hatıralarımın zırhının zorlandığını hissettiğimden mi yoksa, Mahir'in hiç alışık olmadığım kendinden emin, ne yaptığını bilen halinden midir bilinmez, çok endişelenmiştim. Sanki Mahir, küçük kızın büyümüş haline benzeyen o tezgahtara gidecek, hiç tereddüt etmeden, “Şu yenilebilir çamaşırlara bakmak istiyorum,” diyecek; hatta, o köfte gibi parmağıyla üzerinde yaldızlı harflerle ‘yeni’ yazan rafları gösterecekti. Üstelik bunları yaparken hiç utanmayacak, sanki fabrikasında dolaşıyormuş gibi rahat olacaktı. Her şey dediğim gibi oldu.

Utancımdan zaman donmuştu. Sanki tarih öncesinden, belki de buzul çağından, kalma utanmazın biriydim de ibreti âlem için beni bir buz kalıbında dondurmuşlar, yüzyıllardır insanlığa sergiliyorlardı. Tezgâhtaki kızcağız da donup kalmıştı. Ne diyeceğini bilemeyen kızın yüzü, belli bir mimikte karar kılamadığından şekilden şekle giriyor; karşısındaki bu dev gibi adama, hem korkmuş hem de komik bir ifadeyle bakıyordu. İfadesi öyle tuhaftı ki, sanki ‘bu adam bir oturuşta ne kadar çamaşır yiyebilir acaba?’ diye düşünüyordu. Ben daha fazla dayanamadım, “dışarıda bekliyorum,” diyebildim yarım ağızla.

Aklımın zırhı utancın ağır toplarından delik deşik olmuştu. Bir adamın nasıl bu kadar görgüsüz olabileceğine inanamıyordum. Suç bende demiştim kendi kendime. Böyle bir adamı getirdiğin yere bak! Ne yapacağımı bilemiyordum. Belgeselde gördüğüm o kasketli köylü gelmişti aklıma. Yakındaki bir banka oturdum. O türküyü nasıl o kadar güzel söyleyebildiğini işte o zaman anlayabilmiştim. Mahir'i tanımıyordu O! Tanısaydı, hiç şüphesiz, o kadar güzel türkü söyleyemez, hatta o dilsiz ihtiyar gibi sonsuza kadar susardı. Karnım çok acıkmıştı. Temiz havayı ciğerlerime çekerek sakinleşmeye çalıştım.

Açık hava iyi gelmişti. Taze susam kokulu simit açlığımı yatıştırdığı için mi, yoksa Kızılay'ın akıp giden kalabalığı düşlerimi de süpürdüğü için mi bilemiyorum, oldukça iyi hissediyordum. Zırhın delikleri işe yaramıştı belki de. Kalabalıktı. Ne çok insan vardı; her çeşit insan... Neden sadece küçük kızı görüyorum demiştim, kendi kendime. Sanki sulu gözlü ev kadınlarının yumuşak vicdanlarından faydalanan o salya sümük televizyon dizilerinden birinin içine düşmüştüm de, o hep gün ışığında birden bire kaybolan, karanlık ara sokaklarda titreyen, onlarca hortum bağlanmış küçücük bedenleri haftalarca yoğun bakımda can çekişen, babalarının gözü önünde sarhoş bir arabanın altında kalan, annelerinin oyuncak ayılarını ağlayarak okşadıkları, küçücük bir hediyeye dünya kadar sevgi veren, gözyaşlarım yorganın altında saklayamayan, bir şeker için küsen, bir oyuncak için balkondan düşen, küçük ciğerleri üşütüp kan tüküren, melek gibi uyuyan, kalbindeki delikten sevgi akan, inanmadıkları masallara doymayan, küçücük tabutlarda ölen küçük kızlardan biri miydi benimle oynayan? Tertemiz vicdanıma söz geçirebilen bir tek o muydu? Neden, meselâ, ipe sapa gelmez kara sakallı bir serseri, kavallı, kepenekli bir çoban, şu postallarını sürüyerek yürüyen genç çocuk, karşıdaki sırada oturan takım elbisesi buruş buruş olmuş emekli devlet memuru, saçları yapış yapış olmuş şu dilenci, dilenciye para veren obez kadın, elinden tuttuğu obez adayı çocuğu, vitrine bakan dalgın kadın, kasketini düzelten köylü, sevgilisini kolundan çekiştiren genç kız, simitleri aldığım simitçi, dükkânının önünü

süpüren uzun boylu adam, avare avare dolaşan gençler, kırmızı saçlı kız, ağır ağır yürüyen ihtiyar, kravatındaki lekeyi çıkarmaya çalışan şık giyimli adam, ağır torbaları zorlukla taşıyan çocuk, bir yere yetişmeye çalışan genç kadın, 2. kattaki kuaförden balkona çıkmış sigara içen o çırak değil de ille de küçük kız? Onları ezmek kabahat değil miydi sanki. Simidimden iri parçalar ısırırken bunları düşünüyordum. Düşünürken de biraz ötede oyuncak tankıyla oynayan çocuğu seyrediyordum. Bir taraftan tank sesi çıkarmaya çalışıyor, bir taraftan da merdivenlerin yanındaki rampadan kaydırıyordu tankı. Ben gerçeğini gördüm, kullandım desem bana inanır mıydı acaba? Gerçek bir tankı ona nasıl tarif edebilirdim? O sesi anlatabilir miydim? Ona, tankları zırhları için değil, o sesi çıkarsın diye yapıyorlar desem; aslında topa, makineli tüfeğe filan ihtiyaç yok, sesi yeter, -sadece bir tankın sesi- ­desem, beş yüz tankın sesi nasıldır, onu ben bile tahmin edemem desem, beni anlar mıydı acaba? Annesini, çocuğa yanına gelmesi için seslendiğinde fark ediyorum. Oturduğum sıranın hemen yanında, kucağında bebeğiyle, ayakta duruyor. Birini bekliyor herhalde. Çocuk annesini dinlemeden oynamaya devam ediyor. Oyuna iyice kaptırmış kendini gittikçe daha çok bağırıyor. Sesi, nerdeyse tankın sesine benziyor. Annesi çocuğa daha yüksek sesle sesleniyor. Göz göze geliyoruz. Sanki aramızda sessiz bir anlaşma olmuş gibi yanıma geliyor ve bebeği, kundağı ile beraber banka, yanımdaki boş yere bırakıyor. Ben de ‘merak etmeyin, göz kulak olurum,’ anlamında başımı sallayarak gülümsüyorum. Kadın aceleyle çocuğunun yanına doğru yürüyor. Çocuk iyice coşmuş, tankı rampadan olanca hızıyla aşağıya doğru gönderiyor -nerdeyse gerçek bir tank sesi çıkarıyor.- Tank, rampada hızlandıktan sonra aşağıya, kaldırıma düşüyor ve hızından bir şey kaybetmeden panzerlerin geçtiği ana caddeye doğru gidiyor. Ne yaptığını ancak fark eden çocuk, oyuncak tankının peşinden koşuyor. Annesi de peşinden...

İşte o zaman Mahir de çıkmıştı. Eli torbalarla doluydu. Bütün dükkânı almıştı sanki. Simit yediğimi görünce “Ben de acıktım,” dedi, simitçiye doğru gitti. “Sen karnını içerde doyurmadın mı!” diye arkasından seslenmiştim; ama duymazlıktan gelmişti. Yanımda uslu uslu duran bebeğe bakıyordum. Ne kadar da küçüktü! Bakışları dolmuştaki bebeğe hiç benzemiyordu: küçük, yardıma muhtaç bir bebek gibi bakıyordu sadece. İşte o zaman bir el, bebeğin henüz uzamaya başlayan saçlarını okşamaya başladı. Küçük kız gelmiş, bebeğin yanına oturmuştu. Bu sefer hiç haber vermeden gelmişti. Bakışlarını bebekten kaldırarak bana doğru baktı. Gülümsüyordu. Bir taraftan bebeğin saçlarını okşuyor bir taraftan da gülümsüyordu. Ama her zamanki gibi değil, sahiden gülümsüyordu. İlk defa bu kadar yakından görüyordum küçük kızı. Bebeği kucağıma aldım. Küçük kızın yanıma daha çok sokulmasını istiyordum. Öyle de oldu. Artık yan yana oturuyorduk. Ben bebeği kucağımda sallıyordum, küçük kız da onun saçlarını okşuyordu. Bu böyle ne kadar sürdü hatırlamıyorum; ama çok iyi hissediyordum, hem de çok iyi... Küçük kız, bir ara, bebeğin saçlarını okşamayı bıraktı ve endişeyle panzerlere doğru baktı. Ben de çocuğun peşinden giden kadını görebilmek umuduyla kalabalığa doğru baktım. İşte o zaman, elinde simitlerle Mahir geldi. “Ne o, çocuk mu bakıyorsun?” dedi, sonra da yanıma oturdu, küçük kızın oturduğu yere!

Biliyorum; bir hayalin üzerine oturamazsınız, onu ezemezsiniz. Ama bir ses duymuştum; hem de bir kasa domatesin üzerine iri bir taş düşmüş gibi ya da bir fil ıslak çimenlere oturmuş gibi bir ses… Ve o günden sonra küçük kız hiç el sallamadı. Bu belki iyiye işarettir diye avuttum kendimi; ama olmadı. Üstelik o ses, hafızamın zırhında çınlamaya devam etti. Önce sesler, sonra görüntüler kaybolur sanıyordum. Sesler en son kaybolacak galiba. Mahir, neler olduğunu anlamadı. “Üstüne oturdun!” diye bağırdığımda, “Neyin üstüne!?” demişti. Küçük kızın üzerine oturduğunu hiç söylemedim. Nedense söylemek gelmedi içimden. O günden sonra hiç görüşmedik. Onu görmemek daha iyi olur sanmıştım; ama değişen bir şey olmadı. Nişanlısı ile barışmış. Çamaşırlar ne kadar etkili oldu bilmiyorum. Zaten neden küstüklerini bile hatırlamıyorum. Bazı şeyler hafızamın içinde matkap gibi dönerken bazı şeyleri hiç hatırlamıyor olmama doktorun gayet güzel açıklamaları vardı. Ama bana açıklayamadığım şeyler oluyor hâlâ. Meselâ, küçük kızı bekliyorum, el sallamasını bekliyorum. Neden beklediğimi bilmiyorum. O gazete gibi uçup gitti sanki. Bana da o resmi bıraktı. Bazen dolabı açıyorum ve dolabın içinde o kadını kucağında kızıyla görüyorum; ağzını korkunç bir mağara gibi açmış... Yada sahanda yumurta kızartırken kızın gözlerini görüyorum, kızardıkça şişiyorlar, şiştikçe patlayacaklar sanki. Ya da televizyonda ne zaman bir tank görsem -oyuncak bile olsa- kızın üzerinden geçiyor, elini kolunu asfalta yapıştırıyor. Bazen de yemek masasındaki tuzluklar, kızın kopmuş parmakları oluyor; etleri damarları sarkıyor... Sonra her şeyi unutuyorum. Bir süre hiçbir şey hatırlamıyorum. Sonra, bazen dolabı açtığımda... İşte böyle... Geçecek diyorlar. Geçmesini bekliyorum.



Yalın Ses Yayınları
Mart 2007
Öykü
ISBN 975-9944-305-10-5


    
  
Ercan Başer