“Onu
nasıl özledin kim bilir?” diyerek dokunuyorum bamteline.
“Kim,
ben mi!? Otuz beş yıl dile kolay.”
diyor, bıyık altından gülüyor.
Bıyık?...
Var bıyığı. Sakalı bile var Sevgi Ablanın. Plajda anlatmıştı. Kocası çok
rahatsız olurmuş sakalından bıyığından. “Başımda durarak zorla yoldururdu”
demişti.
Geniş, aydınlık
bir salonda oturuyoruz. Parlak kumaşı, kırmızı mavi çizgili kauçuk
minderleriyle, kaba, hantal ahşap koltuklar tüm salonu doldurmuş. İçinde tek
kitabın bulunmadığı, koyu meşe kaplama koca bir kitaplık duruyor karşımda.
Rafları, sarışın Alman bebekleri, teknoloji ürünü süs araçlarıyla dolu. Sevgi Abla
evinin içinde biraz eğreti gibi duruyor.
“Rahmetli,
Alman malının sağlam olduğuna inanırdı. Ta oralardan erinmedi, yorulmadı
getirdi bunları. Koltuk takımı, sehpalar, buz dolabı, çamaşır makinesi,
televizyon, müzik seti hepsi Alman.”
Ayağını yere vurarak,
“Şu
bastığınız mermer bile Almanya’dan geldi” diyor.
Arada
bir dinleyenleri gülmekten kırıp geçirse de, ölen kocasını anlatmaya
başladığında, yüzüne oturttuğu hüzün maskesi hep onunla. İç çekmelerinin, of
puflarının, yüzündeki maskeye fazla bir inandırıcılık kattığı da
söylenemez.
Soruma
yanıt vermedi gibi geliyor. Yineliyorum.
“Onu
özledin mi Abla?” Bu kez hemen konuşmuyor. Üşüyormuş gibi, omuzdan çıplak
tombul kollarını çaprazlama okşuyor. Dizinin üstüne doğru çekilmiş eteğini
yerine getirmek için sağından solundan çekiştirdikten sonra, kısa kestirdiği,
gümüş gibi parlayan saçlarını elden geçiriyor.
Boşluktan
yararlanan Güler Hanım -Almanya’dan tanıdığı bitişik dairede oturan komşusu-
biz içeri girince “ben kalkayım bari” dediyse de kalkamadı, onun yerine konuşuyor;
“Özlemez olur mu?” diyor, “otuz
beş sene aynı yastığa baş koymuş.”
Sevgi
Abla, kendi adına konuşan Güler Hanıma sevgi yoksulu bir bakışla bakıyor.
“Sen
nerden biliyorsun otuz beş sene bir yastığa baş koyduğumuzu? Bizimle beraber mi
yatıyordun?”
Odada
beş kişiyiz. Herkes gülebildiğince
gülüyor.
“Beni
köyde üç çocukla bırakıp Almanya’ya gittiğinde altı yıllık evliydik. Tam yedi
sene, yılda bir kez gelecek de koynuna alacak diye koca yolu bekledim. Hanginiz
yaparsınız bunu? Üç ay bekler, dördüncü de gözünüz başlar sağa sola kaymaya.
Doğrusu da o imiş ama ben bilemedim.” diyor.
Ortada
fır dönen kardeşine gıptayla bakıyor, “Bir şuna, bir de bana bakın, adam beni
yedi bitirdi. Aramızda on yaş var yok, kızın mı diye soranlardan gına geldi.”
Kardeşi,
“Abla
haksızlık etme, eniştem seni hiç umarsız bırakmadı, her aybaşı gider bankadan
paranı alırdın tıkır tıkır” diyor.
“Kocam
yanımda olmadıktan sonra içine it sıçsın parasının da pulunun da.”
“Onu
da yapmayanlar yok mu?” diyor kardeşi. “Deli Hasan’ın Kiraz’a yaptıklarını
unuttun mu?”
“Bana
ne elin delisinden kızım, benim kocam Almanya’ya giderken köyün en akıllı
adamıydı. Ne yaptıysa Almanya yaptı benimkine. Ellerin delisini akıllandırdı,
benim akıllımı deli etti yıkılası Almanya.”
Sevgi
Ablanın kardeşi, eniştesini mi çok seviyor, ablasını mı konuşturmak istiyor
anlaşılmıyor.
“İnkar
etme Abla.” diyor. “Eniştem seni severdi, sevmese kıskanır da mutfağın
camlarını boyatır, seni mücevher gibi saklar mıydı kem gözlerden?”
Sevgi
abla ufak ufak sinirleniyor gibi.
“Kız
sana ne oldu? Eniştenin avukatı mısın? Kafayı üşüttüğünü Alman doktorları bile
anladı da rapor verip emekliye ayırdılar. Karısına evden çıkmayı yasaklamanın,
dışarıya bakmayım diye mutfağımın pencere camlarını yağlı boyayla boyatmanın
sevmekle ne ilgisi var? Var, ilgisi var
tabi! Adamın içi bozuk. Beni de kendisi gibi sanıyor. Aklı fikri başka
kadınlarda. Kendini asilzade, beni
çirkin, yaşlı, görgüsüz buluyor.
Elin
yirmi beş yaşındaki gelininin peşine düş, rezillik koyma çıkar. Ondan sonra da
karını mutfağa gömmeye kalk.”
Kardeşi,
elindeki Alman işi tepsiden, Alman bardaklarıyla ablasına çayını uzatırken,
“Ben
kıskanan erkekten korkmam, korkacaksam kıskanmayan, var mısın yok musun fark
etmeyen erkekten korkarım abla.” diye takılmasını sürdürüyor.
“Boşboğaz
işte, ağzına geleni söyler böyle.” diyor kardeşine.
“Adamın
haklı olduğu taraflar yok mu? Var tabii. Hele o Alman kızlarını gördükten
sonra, buradaki erkekler hep evliya dedim. Boy-pos, güzellik Allah her şeyi
onlara vermiş. Bizimse vaziyetimiz
ortada. Yedi sene beni bekleyecek değildi ya. Erkekler bekleyemez anam,
beklemek biz kadınların harcı...
Bizimki
karı kız peşinde koşmakta o denli aşırı gitmiş ki, akraba hısım, başına bir iş
açmasından korkmuş. Kendiliğinden, acıyıp da götürmedi ya bizi Almanya’ya.
Köylüden utandığından, kardeşlerimden çekindiğinden. Onlar olmasa üç yavrumla,
köyün tozunda toprağında, aç susuz daha ne kadar debelenirdim bilmiyorum.”
Mutfakla
salon arasında mekik dokuyan kardeşi yine sataşıyor,
“Abla,
aç susuz bıraktı deme günaha girersin, eniştemin gönderdiği para iki evi, hem
seninkini hem de bizimkini yıllarca gül gibi geçindirmedi mi? Babamın
borçlarına varana değin ödemedi mi eniştem?”
Sevgi
abla, oturduğu yerden yekiniyor, kalkıp kardeşini itip kakacak gibi durum
alıyor. Gülerek mutfağa kaçan kardeşine,
“Kız
sen beni deli mi etmek istiyorsun? Para göndermek her şeyi hallediyor mu? Sen
neye nişanlıyken Almanya’yı boyladın? Nikahı bile beklemeden, elin oğlunun
koynuna girdiğini unuttun mu?”
Mutfaktan
geliyor kardeşinin yanıtı.
“Senin
zamanınla benimki arasında dağlar gibi fark var. Nişanlımın koynuna girmişim
çok mu? Şimdikiler üç günde sevgililerinin
koynuna giriyorlar. Her şey değişiyordu, sen de değişseydin, kendini
yenileseydin ya biraz.”
Altından
kalkamayacağı bu sözleri duymazdan geliyor Sevgi Abla.
“Sanıyordum
ki, Almanya’ya varınca her şey yoluna girecek, çoluk çocuğumla, kocamla mutlu
bir hayat yaşayacağım. Neredeee. Bir iki yıl, gözüm açılana dek olup bitenden
hiçbir şey anlamadım. Açıldığında ise,
köydekinden bin beter kaçtı huzurum. Ben
köydeyken ne haltlar karıştırdığını dert etmedim ya. Alışmış kudurmuştan beter.
Yanında, yatağında olduğum halde yine bildiğini okuyor.
Sivaslı
bir tazeye kafayı takmış. Kadın evleneli iki yıl mı olmuş ne? Bizimki eli ayağı
düzgün, inci gibi dişleri -tamamı takma- bir de palabıyığı var ya, kimi isterse
avucunun içinde sanıyor. Bıyığı soykasına
kalasıca. Kaldı ya... Kadını gölgesi gibi günlerce kovalamış. Sonunda, bin türlü düzenle, tuzakla bir
arkadaşının evine getirmeyi becermiş. Rastlantıymış gibi karşılaşıyorlar o
evde. Kadının yüzüne karşı söylemiş pis niyetini. Sinir krizi geçirmiş,
ağlayarak kendini dışarı zor atmış yavrum. Tuzağa hazırlamakta yardımcı olan,
evini açıp yataklık eden, arkadaşı olacak şerefsize de ağzına geleni
söylemiş.
Benim
olup bitenden hiç haberim yok. Anlayamadığım bir hallere girdi adam, sesi
soluğu kesildi. Evde kediden farkı yok.
Nedenini sonra anladım. Bizimkini bir korku sarmış ki demeyin gitsin. Kadın,
olanları kocasına anlatırsa başına geleceklerden korkuyor kafir.
Anlatmaz
mı? Anlatmış tabi.
Haberi
kardeşim Hüsnü getirdi.”
“Abla
eniştem hastanede, durumu iyi değil” deyince beynimden vurulmuşa döndüm. Neden yattığını bile sormamışım. Hastaneye
vardık ki kafa göz sarılı, baygın yatıyor. Ölümden döndü. On beş günü hastanede
olmak üzere iki aya yakın yattı. Bir daha da kendini toparlayamadı. Son
hovardalığı o oldu. İşten de attılar mı bunu? Evden dışarı çıkamıyor,
Sivaslıların kendisini öldüreceğinden korkuyordu. Hüsnü’yü yanına almadan şuradan şuraya adımını atamaz
oldu. Kafayı da o zaman üşüttü işte. Üşüttü de ben rahatladım mı? Ne gezer, yine dışarıya adım atamıyorum, daha katlanılmaz oldu.
Kardeşimin
yardımları olmasa ben de kafayı üşütürdüm. O denli rezilliğini, zararını
gördüğü eniştesine, üşütük raporu alana değin canı çıktı yavrumun.
Emekli
olunca, kurşun değmiş gibi, öyle bir kaçışı var ki Almanya’dan, dillere destan.
Bırak ahbabı dostu, çocuklarımıza bile
veda edemedik doğru dürüst.
Ne
yapacağımız, nereye yerleşeceğimiz konusunda bir yıl hırlaştıktan sonra bu evi
alıp Antalya’ya yerleştik.
Bir
süre sevindirik oldum, Almanya’nın o soğuk yüzlü insanlarından, buz gibi
havasından kurtuldum diye. Sabah erken kalkmak yok, itin köpeğin ağız kokusunu
çekmek yok. Antalya’nın güneşinde ye iç yat.
Sevincim
altı ay bile sürmedi.
Emekli
maaşımızla gül gibi geçinip gidiyoruz. Rahatlık soktu herifi. İlle de bir iş
çevireceğim diye tutturdu.
Bir
de dükkan aldı. Para çok bizimkinde.
Kelepirmiş güya. Sonra öğrendik ki iki katına almışız olmaz olasıcayı. O
dükkandan çektiklerimi anlatsam roman olur.
Adam öleli iki yıl oldu, halen yakamda dükkanın elleri. Tekel bayii mi
açmadık, kasap mı açmadık, sonunda da en belalısına, lokanta işine giriştik.
Giriştik diyorum, nedeni beni de hep yanında sürüklemesi. Hem de işin ağırlığı benim omuzlarımda olmak
üzere.” Durup soluklanıyor, yanı başında duran kristal bardaktan bir yudum su
alıp, sürdürüyor konuşmasını,
“Lokanta
işi mi, Allah düşmanımın başına vermesin! Gelip gidenin sayısı belirsiz.
Hırlısı, hırsızı, düzenbazı. Birileri bizim herifin zayıf noktalarını fark
ediyor. Yavaş yavaş kafasına girip, onu her türlü tehlikeden koruyacaklarına
inandırıyorlar. O arada evimizin, dükkanımızın kapıları zorlanmaya, camları
kırılmaya başlamadı mı? Bizimki iyice kendini koruyucularının kucağına
bıraktı. Adamlara, tıkır tıkır aylık
ödemeye başladık.
Bir
yandan da akıl doktoruna gidiyor, etek etek para döküyoruz. Aylık ödeyip
sığındığımız adamların, kapımızı penceremizi kıran adamlar olabileceğini o
söylemiş bizimkine. Zaten kendisi de
şüpheleniyordu. Doktordan da duyunca, kafasına balyozla vurulmuş gibi sarsıldı
zavallı. Yemeden içmeden kesildi.
On
beş gün ancak dayanabildi bu vurguna.”
Sevgi
Abla giderek öyle coşkun bir anlatıma ulaştı ki, sözünü kesmek şöyle dursun
derin soluk bile alamıyoruz. Kardeşi, boşalan su bardağını doldurmaktan başka
bir şey yapmıyor. Yaşadıkları hepimizin
üstüne kâbus gibi çöktü kıpırdayamıyoruz.
Ölümle
yüz yüze gelen biri gibi bedeni sarsılarak;
“O
gitmeseydi, kalpten, ben gidecektim.” diyor.
“Öyle
bir bezmişim ki, haftası gelmeden, onu hatırlatacak ne varsa -takım
elbiselerini, ayakkabılarını, gömleklerini, kravatlarını, hele o, tüylüsünden
hasırına değin fötr şapkalarını- hepsini, kim istediyse verdim, kurtuldum. Bir de fotoğrafları var. Nerede olursam
olayım gözleri üstümde. Onlara da on günden fazla dayanamadım. Hepsini çöpe… Atamadığım, bedeninden bir
parçaymış gibi dokunamadığım tek şeyi kalmıştı evde; takma dişleri. Banyoda, su
dolu bir bardağın içinde, koyduğu gibi duruyordu. Kaç kez yok etmek istedimse
de, ancak elimi uzatmakla yetiniyor, dokunamıyordum bile. Dişleri gördükten
sonra, ötesini tamamlamakta öyle bir ustalaşmışım ki, banyoya girer girmez, tüm canlılığıyla
karşıma çıkıyor herifin başı.
Çareyi,
bardağı renkli kağıtla sarmakta buldum.
Ne
olursa olsun onlara dokunmamakta kararlıydım.” diyor.
Gözleri
dolu dolu, yerinden kalkıp denizden gelen hafif bir esintiyle uçuşan perdelere
doğru yürüyor, derin birkaç soluk alıyor, yanan bedenini biraz serinletip
kendini toplamaya çalışıyor.
“Babalarının
cenazesini kaldırmak için ta Almanya’dan hepsi kalkıp geldi çocuklarımızın.
Neden
inkâr edeyim, üstlerine düşen ne varsa yaptılar. Ama pürüzlü işleri temizleme
görevini küçük oğlum üstlendi.
Ne
denli karışık işi varmış büyük Allahım. Çocuk birini temizlemeden biri daha
geliyor, babasının imzasını taşıyan senetlerle. Neyin nesidir bu senetler? Bizim kimseden borç almamız için hiçbir neden
yoktu ki. Çevresine para dağıtan bizimki; on bin marka yakın borç senedi ödeyen
oğlum. Bu nasıl bir iştir
anlayamadım?
Hele
o en son gelen senet!
Ölünün
ardından kötü konuşmak günahtır derler ya,
dilimi tutamıyorum işte.
Oğlanı
canından bezdirdi bu herifin işleri. İzni bitmek üzereydi. Çok yorulmuş
sinirleri iyice bozulmuştu yavrumun. Kalan birkaç gününü iyi değerlendirmek,
denizden kumdan güneşten yararlanıp Almanya’ya dinlenmiş olarak dönmek
istiyordu.
Akşam
üstü, ‘Anne müjdemi isterim’ diyerek elindeki kağıtlar gösteren oğlumu kapıda
görünce,
Hayırdır
inşallah ne müjdesi diye karşıladım onu. Yelpaze edip yüzümü serinletmeye çalıştığı
kağıtların borç senedi olduğunu hemen anlamıştım.
Yüzümü
ateş bastı.
‘Babamın
beş bin marklık bir borcu daha çıktı, öde nasıl ödeyeceksen, bende para suyunu
çekti.’ demesin mi? Olduğum yere yığılıp kalmışım.”
Kardeşi,
“Ayıltana
kadar bir şişe kolonya harcadık” deyip aradan çekiliyor, sözü ablasına
bırakıyor. Yürekten bir vah çekiyor
Sevgi Abla. “Vaaayh, ne yaptığımdan haberim yok ya, kendime gelir gelmez,
banyoya koşmuşum. Elimde takma dişlerin bulunduğu kağıda sarılı bardakla salona
döndüm. Herkes gözünü bana dikmiş, ne yapacağımı merak ediyor.
İçimden
ne geldiyse koyverdim dışarıya.
Yeteeer
yeter! diye bağırarak elimdeki bardağı tüm gücümle yere çarptım. Bardağın her
parçası odanın bir yanına dağıldı. Dişler sapasağlam karşımda duruyor. Herif
gözümde canlandı, yattığı yerden bakıp sırıtıyor ayan beyan. Yalınayak
olduğumdan haberim mi var? Sırıtan başı,
ayağımla zehirli akrep ezer gibi ezmek için, tüm gücümle indirdim üstüne.
Duyduğum acıyı anlatamam. Ayağımı kaldırdığımda topuğuma saplanmış Almanya
porseleni dişleri ve yerlere saçılan kanımı görerek yeniden bayılmışım.”
Uzunca
bir süre susuyor Sevgi Abla. Belki daha söyleyeceği şeyler vardır diye saygı
içinde onu bekliyoruz. Gözleri kapalı, öylece kalıyor oturduğu yerde. Gözlerini
açtığında,
“Köyden
haber alıyor musun? Kötünün kızı Zeliha
ölmüş, duydun mu?” diyor.
“Duymadım Abla” diyorum.