“halaka-ssemâvâti-vel’ard’h
(Semâ-i Mevlânâ)” “om mani padme hum ( Sidharta)” “ammon râ’hotep veya tafnit
(Mısr-ı Kadîm)” “evlôimêni vasilîya tu patrôs
(Kilise)”
Her birinin farklı insan
toplulukları tarafından benimsendiği bütün bu sihirli “formüller”, tek bir
benlikte toplanmış. Bu muhterem zâtın adı Asaf’tır efendim. Toplayıcı, örücüdür
Asaf’ın sözlük anlamı ve ismiyle öylesi bir uyum içerisindedir Asaf Hâlet
ÇELEBİ.
1907 Aralık sonunda İstanbul
Cihangir’de gözlerini dünyaya açmış. Ailesine ait şu bilgileri verir kendisi:
“Babam umumî harbde ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında Dâhiliye Şifre Müdiri
olan Said Hâlet Bey’dir. Ceddim, Birinci Hâmid zamanında sadrazam olan Derviş
Paşa’nın Hazinedârı olan Nazif Çelebi isminde biri imiş.” Asaf Halet 8 yıl Galatasaray
Lisesi’nde öğrenim görüp, Fransızcayı burada öğrendi. Daha sonra Fransa’ya
gittiği söyleniyorsa da bu doğru değildir. On dört yaşına kadar Cihangir’de,
bundan sonra da vefatına kadar Beylerbeyi’nde yaşadı. Kısa bir süre Sanayi-i
Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Akademisi)’ne devam etti. Oradan ayrılıp Adliye
Meslek Mektebi’ne geçti ve mezun oldu. Üsküdar Asliye Ceza Mahkemesi’nde zabıt
kâtipliği, Osmanlı Bankası’nda ve Devlet Demir Yolları İdaresi’nde memuriyetlik
yaptı. En son Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde kitaplık memuru olarak
çalıştı ve bu görevde iken yaşamı son buldu. Şu anda Beylerbeyi Mezarlığı’nda
ebedî uykusunu uyumaktadır.
Asaf Hâlet zengin bir ailenin
çocuğudur. Tarihî bir semtte, tarihî bir konakta geçen, edebiyat hayatını da
etkileyecek olan Osmanlı-İslam ve Avrupa kültürünün tesiriyle, dadılardan,
kalfalardan masallar dinleyerek geçirdiği bir çocukluğu vardır ve kendisi
hayatının en güzel dönemlerinin bu yıllar olduğunu söyler: “…Çocukluğum,
benim hiç unutamadığım en güzel zamanımdır. Kendi kendime kaldığım zaman, en
çok sığındığım yer çocukluğumdur. Rüyalarımda hep o çocukluğumu görürüm… Bu
dünyaya ait olan ilk intibâlarım sahiden çok güzel şeylerdi…”
Resai
Eriş, 1942 yılında yazdığı, biraz da mizahî yazısında ondan şöyle bahseder:
“Orta boylu, şişmanca, çay
kutuları üzerindeki Çinli resimlerini andıran düşük pos bıyıklı, 35 yaşlarında
esmer bir adam. O bu haliyle Hindistanlı baharat tüccarlarına benzetilebilir.
Sivri topuklarını tahtalarda takırdatarak gelir, tesadüfen karşınıza oturur…
Ekseriya yeşil renkteki ceketi, eski haydariyeleri andırır. Halis şaldan
kravatları için ‘ Ben yaptım beyefendi. Tam on beş asırlık Acem el
dokumasıdır.’ diyor... Ağzında daima baharatlı bir tatlı… Cebinden çıkardığı
antika, kıymetli kutular içinde kakule, nemse kimyonu, kaya tuzu, zafran veya
frambuaz şekerini yanındakilere e ikram eder. ‘ İkbal buyrulmaz mı beyefendi?
Zihne küşayiş veriyor.’ derdi.”
Ondan bahseden bir yazı da
Hüsamettin Bozok’ tan efendim. Bakınız o zamanın İstanbul’undaki sanat ve
edebiyat çevresi Asaf Hâlet için neler düşünüyor:
“O zamanlar sanat
çevremizin mihrakı Bayezid’ deki Küllük kahvesiydi… Kimler gelmezdi ki oraya?
Nurullah Ataçlar, Ahmet Hamdi Tanpınarlar, Mustafa Şekip Tunçlar, Sadri
Ertemler… İşte Asaf Hâlet Çelebi de yaşı bizlerden büyük olmasına rağmen, bu
genç sanatçılar grubuna kolaylıkla katılıvermişti. Boğaz’ın Anadolu yakasından
oturuyor, Rumeli yakasındaki bir iş yerinde küçük bir memurlukla gününü, buna
çilesini demek daha doğru olur, tamamladıktan sonra, elinde bir kese kâğıdı
fındık fıstıkla Küllük’e damlıyordu. Kısa bir zamanda onun tiryakisi
oluvermiştik. Bir Hint duasından aktarma ‘om mani padme hum’ şiiri çabucak ün
kazandı… Asaf Hâlet bizim bir çeşit maskotumuz olmuştu. “
Eşi ve aynı zamanda dayısının kızı
olan Nermin Çelebiler Hanımefendinin beyanına göre, daha önceleri çeşitli
rahatsızlıklar geçiren Asaf Hâlet’in ölümüne de sebep olacak hastalıkları 1955
yılının sonlarına doğru başlar. 1958 yılında da rahatsızlığı iyice ilerler ve
kendisine 45 gün istirahat verilir. Yine Nermin Hanım’ın anlattığına göre bu
sıralarda Yahya Kemal de hastalanır ve Asaf Hâlet, “Yahya Kemal gidiyor artık.”
diye üzülmektedir. Gelin görün ki kendi ölümü Yahya Kemal'den 28 gün öncedir. Zihinlerde şiirlerinin yanı sıra
giyinişi ve tavırlarıyla da farklı bir iz bırakan Asaf Hâlet’in ölümünden önce
yazdığı şiirlerinde ölümün soğuk nefesi de hissedilmiyor değil:
“MÜŞTEREK HAL TERCEMESİ
Ömrünce hayâl kurdu hayâller geçti Binlerce masallarla misaller geçti Çırpındığı uğrunda visaller geçti En son tükenip ömrü bu haller
geçti.” “RÜYALAR Uyanıklığımı ayıramıyorum uykulardan karışık rüyalar içindeyim ömrümün uykusunda Aynalardan beni çağıran kız bir daha göründü işaret ediyor bitir rüyalarını da gel diyor en son gördüğün yüz benim olsun en son benim uykumda uyu Rüyaların sonu geliyor galiba uyanılmaz uykulara dalmak
istiyorum.”
Hani
bazı insanlar vardır; hayatınıza çok kısa bir süre için misafir olmuşlardır.
Hânenize girmeleriyle çıkmaları nerdeyse birdir. Bir edebiyat öğretmeniyle olan
birkaç saatlik bir konuşma beni onunla, o “Eski İstanbul çocuğu” ile
tanıştırmıştı. Alafrangayla alaturkayı böylesi muhteşem bir üslupla kendisinde
birleştiren bu “om mani padme hum” şairi, bana yeni bir bakış kazandıracaktı.
Şiirlerini okumaya başladığımda anladım bir solukta bitmeyeceğini, lâkin
muhteşem bir tat bırakıyordu dimağımda her kelimesi…
Ben Cüneyd-i Bağdadî’yi, Mâra
Papima’yı, Pitekantrop'u, Maria Barbas’ı onun şiirleriyle tanımıştım. Onun
şiirleri tanıştırdı beni “Yeruşalim kızları” ile; kunâlayı, nedircikleri,
niyagrôdhâyı da o öğretti…
Bilirsiniz, bazı taşlar vardır;
ışığın geldiği açıya göre rengi değişir, ya da ortamın sıcaklığına göre. Asaf
Bey’in şiirleri de tıpkı bu taşlar gibidir, ne vakit baksanız farklı renkte
görürsünüz; içini farklı, dışını farklı… Asıl rengini kestirmeye çalışmayın,
zira beyhûde bir çabadan başka bir şey değil bu. Sadece birkaç şiirini okumak
yetmez onu anlamak için; yavan, eksik kalır. Hepsini okumalı aziz dostlar. Çünkü“nûrusiyâh” a ve “mâra” ya aynı sevda ile
haykırır bu efsane şair. Sizse kültürler, dinler, zamanlar ötesi bir yolculuğa
çıkar; yolda Buddha’ya, Sultan III. Selim’e, Mevlânâ’ya rastlar; testinize her
şeyden birer tadımlık atar ve bambaşka biri olarak -belki de peşinizde “Ömer
Çocuk” ile- dönersiniz.
“Bal gibi eski zevkin adamı.” der
Nurullah Ataç onun için, Mehmet Kaplan da “Kültürel birikime dayanan bir nevî
kültür şiiri.” der onun şiirlerine. Ama o eski şiirin ne zevkini devam ettirir,
ne de tarzını... Asaf Bey aynı zamanda
dönemin modern şairleri içinde de yer alıyor; kimileri onu Garip şiirinin
öncüsü kabul eder. Lakin büyük bir bilgi birikimiyle edebiyata atılan bu
muhterem, bunların hepsidir. Onun kendine has apayrı, son derece özgün bir
tarzı, kimselere benzemeyen bir duruşu vardır. Asaf Hâlet yazılarından birinde
şiir için, “Her şiirin şekli, sadâlarının arabeski, o şiirin vermek istediği
umumî havayı en mükemmel şekilde temin edecek olandır. Şu halde buna göre ne
kadar şiir varsa o kadar da şekil olması icab eder.” diyor. Onun tarzını ve
şiir alanındaki düşüncelerini en iyi açıklayan cümle bu olsa gerek. Asaf
Hâlet’in şiirlerinden, herhangi bir nazım şekline uyabilecek sadece gazelleri
vardır. Gazellerin dışında hiçbir şiiri, Türk Edebiyatında bulunan hiçbir nazım
türüne uymaz. Bazı şiirlerinde ise musikî oluşumlarına benzer söyleyişler dahi
göze çarpar. Bu yüzdendir ki onun bu şiirlerini yüksek sesli okumak gerekir.
Buyurunuz efendim, selam ve sevgi ile…
NÛRUSİYÂH
bir vardım bir
yoktum ben doğdum selimi sâlisin köşkünde sebepsiz hüzün hocamdı loş
odalar mektebinde harem ağaları lalaydı kara
sevdâma uyudum büyüdüm ve
nûrusiyâha ağladım nûrusiyâha ağladığım zaman annem sûzudilâra idi ve babam bir tambur annem sustu babam küstü ama ben niçin hâlâ nûrusiyâha ağlarım nûrusiyâaah
nûrusiyâahhh
SİDHARTA
niyagrôdhâ koskoca bir ağaç görüyorum ufacık
bir tohumda o ne ağaç ne tohum om mani padme hum (3 kere) sidharta buddha ben bir meyvayım ağacım
âlem ne ağaç ne
meyva ben bir denizde eriyorum om mani padme hum (3 kere)
İBRÂHÎM
ibrâhîm içimdeki putları devir elindeki baltayla kırılan putların yerine yenilerini koyan kim güneş buzdan evimi yıktı koca buzlar düştü putların boyunları kırıldı ibrâhîm güneşi evime sokan kim asma bahçelerinde dolaşan
güzelleri bahtunnasır put yaptı ben ki zamansız bahçeleri
kucakladım güzeller bende kaldı ibrâhîm gönlümü put sanıp da kıran kim