BİR ARKADAŞ, ARKADAŞINI;
BİR RESSAM DİĞER RESSAMI YAZINCA…
Abidin Dino’nun
Gören Göz İçin Fikret Muallâ isimli
kitabında koskocaman bir "dünya" var: İki dostun, iki can ciğer kuzu
sarması arkadaşın gençlik ve yaşlılık izleri de, anıları da...
Taksim'den kalkıp
taaa Bakırköy'e yürüyerek ve bizzat Abidin'in yazdığına bakılırsa,
"kestirmeden" gidiş var. Örneğin; kitabın hemen başlangıcında. Öyle
bir gidiş ki, giderek, evet gidiş de gidiyor çünkü abidinik kitap(lar)da,
kâbusa dönüşüyor. Yol, yol olmaktan çıkıyor, uzadıkça uzuyor: Buyurun Abidin'e
kulak kabartalım:
"Tarla
desem değil, bataklık desem değil, iki yanımız -anımsıyorum-ürkütücü bir çamur
deryası. (...) Yol değil, boşlukta gergin bir tel, keskin bir kılıç, bir Sırat
Köprüsü."
Nasıl?
Abidinik cümlelere kapılıp biz de aynı '"Köprü"den geçebiliriz.
Arkadaş için ne yapılmaz ki?
Evet, yolda
yürürken, yorgunluktan veya başka bir nedenden, etraftaki ağaçlar korkutucu
boyutlar kazanacak ve kâbus derinleşecek. Kitap, kitap olmaktan çıkacak korku
filmine dönüşecek:
A. Dino F. Muallâ
Evet,
inanılır gibi değil. Abidin kitap yazmıyor sanki film çekiyor.
Başrollerde
Fikret Muallâ ve "Yol". Size de önceden tavsiyem: Ne olur bu
yolculuğa çıkarken tedbiri elden bırakmayınız.
Çünkü bir yanınızda
"deliliği" veya "deli olmadığı" doktor raporlarıyla ispatlı
Fikret var; ele avuca sığmaz. Eski futbolcu olması hesabıyla sol ve
bilhassa
sağ ayağını çok iyi "kullanan". Öbür yanınızda o
günlerin genç
karikatürcüsü ve daha çok gazeteci olarak tanınan
ama aynı zamanda çiçeği
burnunda delikanlı ressam ve biraz da şair; hani saati gelince patlatır
bir
İstanbul şiiri veya bayılınca bir güzele, dayanıverir mısralarının
en
güzellerine; yani kardeşlerim uzun sözün özü
huzurlarınızda Abidin Dino
kardeşimiz.
Lütfen
dikkatinizi rica ediyorum: Sadece bu kadar da değil. İşte bakın ve
"kemerlerinizi takınız" ve "sıkı durunuz": Bakırköy'de, o
zamanki ismiyle "tımarhane”de karşımızda Neyzen Tevfik.
Abidin'den
iyi kim yazabilirdi onu? "Hiç" kimse…
"Ayrı
bir bölümde, bolca cıgara paketi, kitap ve gazetenin kapladığı bir masa başında
oturan, kıvırcık kır saçlı, iri kırışık boyunlu, boz gocuklu bir kişi, biz
odaya girdikten sonra, acelesiz, başını kaldırdı, baktı bizden yana... Ayol bu
Neyzen Tevfik'ti! Neyzen’le çok iyi tanışırdık, birkaç kez onunla sabahlamış,
İstanbul'u birbirine katmıştık. Yaşıt değildik, fakat yönettiği seyyar
kalenderlik okuluna kimi genç ve 'istidatlı' öğrenciyi kabul eder, meyhane
meyhane dolaştırır, rakı içmeyi, ney dinlemeyi, çifte kâhat sarmayı, dünyaya
hayran hayran bakmayı (dikkatinize "dünyaya hayran hayran bakmayı",
"BAKMAYI") öğretirdi. Kendini yitirmenin de bir erkânı vardı..."
1930'ların
İstanbul'u bütün güzelliklerini takmış takıştırmış ve pat diye çıkagelmiş
okuyucuyla muhabbete oturmuştur Abidin'in satırlarında. Bu fırsat kaçırılmaz.
İstanbul
evet, bütün "kat"ları, bütün "tip"leri, bütün mekânlarıyla
randevusuna tam zamanında yetişmiştir. Bırakalım iki satır soluklansın.
Galata
meyhanelerinde denizcilerin ve Evliya Çelebi'nin izini daha sonra süreriz. Ama
"Ştaynbruh"da bir bira atmadan da olmaz bu işler. Belki İsmayil Hakkı
Baltacıoğlu'na bile rastlayabiliriz; belki Nurullah Ataç ve Yeni Adam'ın sevimli yazar ve
şairleriyle baş başa vermiş, derginin yeni sayısında yayınlanacakları konuşuyorlardır...
Susss bırakalım çalışsınlar. Sağlığınıza! Hadi bir bira daha.
Akşamüzeri,
"Degüstasyon" denir o yıllarda. Sabahları "Meserret
Kıraathanesi"… Mahmut Yesari yazıyordur bir köşede, "gölge"si de
mutlaka sinmiştir, bir başka köşede: Masanın ayakları altında kayboldu
kaybolacak gibi...
Ama
bir dakika şu gelen, işte canım tam karşıdan arkasında bir büyük takımla gelen
Nâzım değil mi? Saçları rüzgârda alev alev, gözlerinde kocaman mavi bir
gülümseme: Ya o mısralara ne demeli yoldaş?
Sonra
"Çınarlı Kahve"de bir çayla iki simit ya da iki simitle bir çay
zamanı gelir. Öğlen yemeği meselesi çözümlenmiştir kısa yoldan. Yine
"Yol"dan.
"Paris
metrosunun gayri meşru çocuğu"na "tünel" denen kayışlı ulaşım
aracına atlanır sonra ve ver elini Pera Palas! …Ve Pera Palas’a göz
kırpılır: Vahşi "köpekleri" umursanmaz, çıkılır aniden Cadde-i
Kebir’e:
"Hachette
Kitabevi", marksist yayınlar ve frenk ve "evrupa" edebiyat
dünyası için başvuru mekânıdır. Âsaf Hâlet'e orada rastlayabiliriz. Koltuğunun,
mutlaka sol koltuğunun altında ince deriden pörsümüş bir çanta, dilinde iki
Japon, üç Ermeni şiiri. Bakarsınız saati gelmiştir ve hemen orada çıkarır iki
tane de Çingene şiiri okuyuverir size ve herkesin ağzı açık kalır:
Fesuphanallah! Kaç dil biliyor bu âdem? Sorulamaz. Dinlenilir. O kadar.
O
gün veya ertesi gün eğer İstanbul’daysak ve "Küllük"e uğranmamışsa,
yitirilmiş zamanın izinde yürüyoruz demektir. Mümkünü yok ille
"Küllük": Abidin orada vurulur kalbinin orta yerinden; ipince,
minik minnacık bir genç kadına: Adı Güzin'dir. Soyadı: Dikel. Şimdi “Böyle
soyadı olur mu?” diye sorabilirsiniz. Haklısınız. Ama kardeşim vakit mi
bıraktılar doğru dürüst bir soyadı seçmeye? Damdan düşer gibi bir kanun
çıkardılar ve bizi hazırlıksız yakaladılar; “Eller yukarı!” dediler ve biz de
teslim olduk, çaresiz!
Soyadı
kimin umurunda? O gün Abidin
notunu düşer: Kitapta ve bu bir kenar notu da değildir: Güzin
"ürkek ve cana yakın". Bilmem anlatabiliyor muyum?
Fikret
Muallâ, Arif Dino, Nâzım Hikmet, Âsaf Hâlet, Tevfik Fuat Kent (O yıllarda çok
hoş öyküler yumurtlayan can ciğer bir arkadaştır ve cesurdur.), Çarım
kardeşler (Biri biraz delidir, hoşuna gitmeyen birini evirip çevirip dövmek gibi garip bir huyu da vardır: Pes!),
"ABD'li profesör" Whittemore (hiç gözüm tutmuyor bu adamı), Kısakürek
(Burnu iyi koku alır, Paris'i görmüşlüğünün bütün "çekiciliği"
üstündedir ve bunu çok ağıra satar; alan olursa elbette ve o yüzden biraz züppe
muamelesi görür.), Peyami Safa (Henüz Cingöz Recai ile aşık atmaya
başlamamıştır; masumdur anlayacağınız, ama henüz dedik dikkat lütfen: O
günlerdeki "kötü huyları" en
iyi tarafıdır ve belki bu nedenle Nâzım'ın, Abidin'in ve Arif'in en iyi
arkadaşlarındandır. Hele Behçet Safa'nın amcası olmasının keyfi…), "upuzun
Edip Hakkı", Hilmi Ziya ile Şekip Hoca, Ostrorog ailesinin üyeleri,
bilhassa Jean Ostrorog, Tophane'de Lüleci Hüsnü Usta, Fahri Celâl veya F.
Celalettin (Abidin'in o zamanlarda ve daha sonralarda da en beğendiği ve Sait
Faik'le birlikte yere göğe sığdıramadığı yazarımız. Abidin bana defalarca yineledi:
"Mutlaka okunması gereken önemli bir yazarımızdır. Sadece Bakırköy Akıl
Hastanesi'nin en iyi doktoru değil."), aktör ve seslendirme sanatçısı
Ferdi Tayfur (Gerçek, evet evet gerçek Ferdi Tayfur yani!) ve kız kardeşi
Adalet Cimcoz, Mine Urgan ("En büyük dinozor bizim dinozor!"), İpekçi
kardeşler, onların Film Stüdyosu ve oradaki tiyatro, sinema, sanat
tartışmalarının ayrılmaz üçlüsü Arif Dino, yine Nâzım ve bilhassa Ercüment
Behzad (Bıraksanız hemen bir şiir kitabını imzalayıp hediye edecek, sevimli
insan, biraz tahammül fersâh yine de) ve "işbaşı" yaptırmak için bu
üçünü ancak bağıra çağıra susturabilen Muhsin Ertuğrul, aynı Film
Stüdyosu'ndaki bin bir meslek sahibi şirin kadın ve erkekler, ince sanatçı ve
kübizmi veya post-kübizmi İstanbul'a kadar taşıyan "Beyaz Ruslar": Onlarsız film
dekorlarını kim yapacak yoksa?
Bu
isimlere bir süre sonra ve hele Çiçek Pasajı'na kadar çıktıysanız, mutlaka
sarı-kırmızı renklerin kalesi Galatasaray Lisesi'nin öğretmenleri katılır.
"Garip"
takımı pek uzakta değildir: Orhan Veli, Beykoz'dan kopup gelebilir her ân.
Belli olmaz saati. İçecek bir şeyler var mı? Hele kırmızı şarap; asla kaçmaz.
Melih Cevdet, Oktay Rıfat iyi saattedirler her ân. Aman aman Oktay’la
şakalarınızda ayarı lütfen kaçırmayınız: çünkü ağabeyin sağı solu, hele solu
hiç belli olmaz, çünkü: "Döverim bak!"... Samih Rıfat henüz
doğmamıştır. Daha ne Ankara'ya kadar gidebildik, ne de zamanımız oldu 1945'e
ulaşmaya. Ama saatler ayarlı: Geleceğe. Tik tak tik tak...
"Nisuaz"ta
bir bardak bir şey içmelerde Nurullah Berk. Bir zaman sonra Balıkesir'inden bir
kılıç gibi kopup gelen İlhan Berk: Şiirler ve resimlerle yüklü. Nasıl kılıçsa
bu?
İstanbul
bu kadar mı altı üstüyle? Hayır, çünkü sonrası var:
Evet
sonra bir süreliğine veya şöyle bir geçerken uğrayan ama Boğaziçi'ne veya Eyüp
sırtlarına veya hiç belli olmaz belki Haydarpaşa Garı'na, -İstanbul'un
Anadolu'ya açılan kapısına- vurulup İstanbul'a demir atanlar: İşte size
Proust'u yiyip yutmuş bir sanatçı: Leon Pierre-Quint.
Birkaç
günlüğüne ve Troçki ile bir söyleşi için İstanbul'a kadar gelen Georges
Simenon: Abidin ve arkadaşlarının ona düzenledikleri bir esrarkeş tekkesi
oyunundan Simenon'u ancak Komiser Maigret Paris'lerden koşup gelip gelerek kurtarmıştır. "Messieurs s"il vous
plaît, messieurs!": "Kahramanlarını" kendilerini kurtarmaları
için yaratmıyor mu yazarlar(ımız)?
Faşizmin
kara gömleğini üstüne çekmiş ve yanında "fıstık gibi" eşi, yapma be
böyle yazılır mı şimdi? Doğru haklısınız, ben de aman öyle demek istemiyordum
canım, şöyle demek istiyordum: Şık ve şok veya bir içim su, yok bu da
olmadı, aman oğlum kendine gel, elin
eşine saldırma, peki o zaman sevimli eşiyle diyelim, İstanbul'a kadar gelen,
bir konferans için olmalı, Marinetti... Mussoloni belasının anırmalarını
taşıyan "eşşşşek"!
Ne
iyi ki, daha yakından işte komşumuz Yunanistan'dan, Atina'dan Arif ile zuhur eden Jorj Papas var:
İşin doğrusunu isterseniz ülkesinin en yakışıklı tiyatro ve sinema oyuncusu
Yorgo Papas, aman kargalar kaçışmasınlar, nam ünlü adam. Hani o günlerde
İstanbul dilberlerinin yürekçiklerini hop oturup hop kaldırtan...
Sonra?
Şâir-i âzâm Abdülhak Hâmid ve o olunca mutlaka yanında ayrılmaz parçası Lüsyen
Hanım var. Ah! O Lüsyen Hanım Abidin'e ille eski ama eskimemiş aşk hikâyelerini
anlatacak: Hele Ostrorog Yalısı'nda karşılaştılarsa. Neden mi? Çünkü efendim, o
Yalı bu tür aşk hikâyelerinin dekoru olarak tam filme, pardon kitaba uyuyor da
ondan.
İşte
bu mekânlar ve bu isimlerle İstanbul, dersaadet olup çıkar; Kaçamazsınız. İlle
bize de bir parça saadet ne olur demeyin! İşte İstanbul'dasınız ya.
Evet,
bu İstanbul Abidin'in ve Fikret'in İstanbul'udur. 1960'ların başında bizim
İstanbul'umuz da olmadan çoookkkk önce. Abidin bu kente vurgundur. Yedi Tepe Öyküleri'nde bir yerde
nasıl betimliyor anımsıyorsunuzdur mutlaka:
"yarı
balık, yarı kedi, yarı kuş olan İstanbul."
Abidin
(o yaşında... hesabını yapalım... yirmilerinin başında henüz), bütün bu
isimlerle ve diğerleriyle, bütün bu katlarda ve kalanlarında ve yeraltında
dolaşan, hepsini gören ve hepsinde aynı anda yaşayan bir delidir. Biliyorum,
şimdi bana "Şehmus beni yine deli yaptın!" diyecek, şakacıktan kızgın.
Ama kusurumu bağışlasın, siz de lütfen bağışlayın: Abidin, Fikret, Arif eğer
deli değilse, deli kimdir? Burada Çarım kardeşleri ve Neyzen Tevfik'le Necip
Fazıl'ı saymıyorum: Bilenler bilir çünkü. Fikret Âdil'in de
"mazeretini" uygun görürseniz kabul edebiliriz. Yoksa Asmalımescit/Bohem Hayatı derim! Dedim.
O günlerin İstanbul'unda kravatsız dolaşmak bile "şüpheli
görülürken", "çifte kâhat sarmak", kalenderlik dersleri alırken
bir yandan, öbür yandan Nâzım'ın kitaplarını süslemek (bu hem Abidin için geçerlidir,
hem de Fikret için) delilik değil midir? Cesaret isteyen her işin yapılması
için evet.
Deli
veya değil, bizim bildiğimiz Abidin yalnız dolaşmaz yine de: Yanında zaman
zaman Fikret ve sık sık Arif. Beş parasız günlerinde neler yaşarlar neler: Arif
dönen kebaplara bakıp patlatır şiirini:
"döner
kebap/ dönmez ola!"
İstanbul
faslı bir içim sudur.
Biraz
sonra kitap Fikret'in peşinde Paris'lere taşınır; Parisli yalnızlık ve çokluk
günleriyle 1939'dan 1962'ye kadar uzanan bu zaman diliminde Fikret'in gerçek
hayatını yaşarız onunla. Bu hayatın acılı, tatlılı, hüzünlü (evet çünkü
boğazınıza bir şeyler tıkanacaktır kimi sayfaları okurken/seyreylerken) ve
elbette tebessümlü, cafe'li mafeli, maceraları otuz iki kısım tekmili birden
takdim edilir bu satırlarda.
1952
sonbaharının sonunda Paris'le yeniden buluşan Abidin, Fikret'in her derdine
koşan dosttur o günlerde. Bir tür koruyucu ağabey. Yaş farkı farketmez: Ağabey
olan küçük kardeştir bizim hikâyemizde.
Bir
ara Fikret'in "piyasadan kaybolması" üzerine, Abidin onu aramaya
koyulur: Seine Nehri, köprü altları senin, akıl almaz
mekânlar benim. Paris
kazan, Abidin kepçe... Bu sayfalar evet
hüzünlüdür. Çok
hüzünlüdür. Türkiye'nin
yetim çocuklarının serüvenleridir bunlar: Gurbet
çocukları(mız)ın yani... Abidin
bulur izini sonunda ve onu bir kez daha çıkarır "kefeninden".
Fikret'in
"yitmeleri", eğlenmeleri, -artık o kadar zamandan sonra sırası
geldiği için olmalı- sergileriyle birlikte giden-gelen-giden-gelen bunalımları,
"krizleri" dönemindeyiz artık. Uzun, çok uzun zaman tek bir sergi
bile aç(a)madan Paris'te aç kalan; yarı aç, yarı tok yaratan adam Fikret Muallâ
Saygı Usta, 1950'lerin sonunda ve 1960'ların hemen başında sergileriyle,
krizleriyle kendi kendisiyle ve kendisine ayrılan zaman dilimiyle yarışır... Ah
biraz daha zamanım olsaydı, biraz daha...
Hastaneler.
Yeni mekânlar. Mahalle ve otel değiştirmeler. Sergiler yeniden; yeniden
krizler...
Ama
Fikret can adamdır. Birçok yeni dost ve arkadaş edinir. Evet gelmiş ve geçmiş
"hortlaklarıyla" kavgalıdır ama yaşayan ve kendisine kadar gelenleri
de asla dışlamaz. İşte en başta Hıfzı Topuz, Mübin Orhon, Sencer Divitçioğlu ve
eşi Sevinç Hanım, Doktor Safter Tarin (Bu fasıl için Hıfzı Topuz'un Elveda Afrika Hoşça Kal Paris kitabındaki,
"Fikret Muallâ" ile "Fikret Adil ve Dr. Safder" bölümünü de
okumanızı öneririm; Remzi Kitabevi, İstanbul,2005.), Ara Güler, Remzi Raşa,
Selim Turan ve elbette kimi Fransız arkadaşları ve bilhassa Bayan Angles.
Fikret
1962 sonlarına yaklaşıldığı sıralarda sağlık açısından çok zor durumdadır.
Abidin yazıyor:
"Bir
gün Mübin telaşla bana geldi:
-Muallâ'ya
yine inme inmiş, Laennec Hastanesinde..."
ELBETTE
KOŞARAK GİDİYORLAR.
"Muallâ'nın
çarpılmış yüzünde bir gülümseme belirdi bizi görünce. Zorlukla anlattı.
Birdenbire yere düşmüş otelde. Sol yanı tutmuyordu, kol, bacak
işlemiyordu."
Sonrası
Bayan Angles'in Paris'in en şık mahallelerinden birindeki evinde bir süre
misafirliktir.
"Çok
süslü ve iri bir kuş kafesiydi Muallâ için bu barınak."
Sonra
"sakin ve temiz bir yaşam" için ver elini Reillanne... Fikret'i o
gidiş günü Bayan Angles'in evinden alıp Gar'a kadar götüren Abidin'dir.
Ve
Abidin bir not düşer burada:
"Bir
daha karşılaşmadık."
Evet,
Fikret Fransa'nın güneydoğusunda ve Manosque isimli kente yakın bu köye
gittikten sonra gençlik ve Paris'teki beş parasızlık günlerinin arkadaşı ile
bir daha görüşemedi...
Fikret
orada ve tek başına ve inanılmaz yalnızlıkların boşluğunda 20 Temmuz 1967'de
ayrıldı her şeyden; çiçeklerden ve kuşlardan asla.
Abidin
ve birçok arkadaşı ve o günlerdeki Paris Büyükelçiliği görevlileri Fikret'in
ülkesine dönmesi için çok uğraştılar ve nihayet 3 Haziran 1974'te (vefatından
tam yedi yıl sonra) ve Paris'te yedi gün daha "kaldıktan" sonra
dönebildi o çok sevdiği İstanbul'una Fikret. Orly'den kalkan bir uçağın
sintinesinde. Bu satırları yazmak çok zordu(r) Abidin için. Okumak isterseniz
güçlü olmalısınız. Ağlamamak nâ-mümkün; benden söylemesi.
Ama
yaşam sürüyor yine. İşte Abidin'i dinleyelim isterseniz. Fikret'i Orly'den
yolcu ettikten sonra onu anmak için Fikret'le bütünleşmiş "Rouet
Çıkmazı"na yakın bir cafe'ye oturup onu anan dostlarının anlattıklarını
aktaran Abidin ekliyor iki satır:
"Her
şey öylesine pırıl pırıl, yerli yerinde ki, sanırsın az sonra Muallâ
'evden' inecek, alay edecek: 'Ölüm mölüm martaval' diyecek, muhakkak..."
Fikret
ülkesine ve canından çok sevdiği "lebleciler yurduna", "üsera
karargâh- ına" döndü. Abidin'den birkaç satır alıyorum:
"Yeryüzünde
garip bir saklambaç oyunu oynamıştık süre içinde, hep beraber, telaşlar
içinde ayrılmış buluşmuştuk, tekrar ayrılmak üzere. Dön dolaş, Türkiye vardı
içimizde, içinde ya da dışında Türkiye'nin, Türkiye vardı."
Fikret
artık Üsküdar ile Kadıköy arasındadır. Haydarpaşa Lisesi'ne, Kuleli’ye iki
adım:
"Fikret
Muallâ Karacaahmet'te. Mezarı güpgüzelmiş. Artık ressam, bir zamanlar çizdiği
bu beyaz taşların, selvilerin arasına karıştı. Ne bekçiden, ne karakoldan, ne
de ekmek derdinden şikâyetçi."
Ressamımız
mutludur "yeni hayatından". Mademki;
"Bir ressam
için ölüm, keyfince resim çizmek değilse eğer, ne ki?"
MERAKLISI İÇİN
NOT:
Dünya
Yayınları'nın Mart 2006'da yayınladığı bu kitap, Abidin Dino ve Ara Güler
imzasıyla ve Fikret Muallâ başlığıyla,
Cem Yayınları'nca, 1980'de yayınlanan kitaptan farklıdır. Dünya Yayınları,
birinci kitaptan sadece Abidin Dino'nun kaleme aldığı "Gören Göz İçin Fikret Muallâ"
başlıklı ve sayfa 136'ının sonuna kadar gideni, okunması her zaman hoş ve bir
içim su bölümü alıyor.
Ama
maalesef bu nokta, 2006'daki kitapta belirtilmiyor.
Ara
Güler'in ve çalışmasının hakkını teslim etmek ve Fikret Muallâ SAYGI konusunda
böyle bir kaynağın bulunduğunu açıklamak için meraklılarına duyurmak gerekiyor:
1980'deki
kitapta, 2006’dakine alınmayan şunlar da var:
Abidin'in
yazdığı bölümde Fikret Muallâ'nın kaleminden çıkan birçok eserin röprodüksiyonu
bulunuyor.
Ara
Güler'in fotoğraflarını aldığı ve ayrı bir bölümde takdim edilen "Fikret
Muallâ Reprodüksiyonları".
"Yaşamından
Fotoğraflar" başlıklı ayrı bir bölüm daha var: Bu bölümde Fikret'in
çocukluğundan hayatının sonuna kadar birçok an(ıs)ı fotoğraflarla aktarılıyor.
Bunların arasında, Ara Güler'in çektiği birçok fotoğraf bulunuyor. Daha önceki
bölümde İlhan Arakon'un çektiklerini de unutmamak lazım. ARAKON 1930'LARIN
SONUNDA VE DAHA SONRA ABİDİN'İN EN YAKIN DOSTLARINDAN BİRİDİR. BİRLİKTE SENARYO
BİLE YAZIYORLAR. Bu bölümün sonunda Fikret Muallâ'nın "Son yıllarını
yaşadığı ve çalıştığı köy Reillane"a ait birçok fotoğraf da
sunuluyor: Muallâ'nın köydeki dostları, ev işine bakan komşusu bayan ve daha
birçok anı...
Ve
nihayet 1980'deki kitabın bir zenginliği de Fikret Muallâ'nın kaleminden
çıkmış iki makalesinin takdim edilmesidir:
Birincisinin
başlığı "Türkiye"'dir.
İkincisinin
başlığı "Üsera Karargâhı”dır. Bu makale Ocak 1939 tarihli S.E.S. (Sanat.
Edebiyat. Sosyoloji) dergisinde yayınlanmış. Kitapta baskı hatası olarak
"Ocak 1938" yazılı. Bu mümkün değil. Çünkü adı geçen dergi Abidin'in
büyük katkısı ve çabalarıyla Kasım 1938'den itibaren yayınlanmaya başlandı.
İki
makaleyi de dostça önermek isterim; Fikret Muallâ'nın o kendine özgü yazım
tarzının tadına varmak için. Size ilham bile verebilir. Ne olur kaçırmayın.
İşte
burada, 1980 tarihli kitabın zenginliklerini göstermeye çalıştım. Gönül bütün
bunların 2006'daki baskıda da bulunmasını isterdi. Ama olmamış.
Ancak
1980'deki kitaptan nelerin alınmadığı ve bu eksikliklerin neden(ler)i,
2006'daki kitapta şu veya bu biçimde açıklanmalıydı. Okuyucuya, Fikret
Muallâ hayranlarına ve meraklılarına karşı böyle bir borcumuz bulunduğunu
unutmamalıyız. Çünkü Fikret Muallâ resmi henüz keşfedilmemiş bir okyanustur.
Daha yazılacak veya yazılması gerekecek
dünya kadar şey var...