Zırn.
Zırn. Zil sesine yöneliyorum. “Daktilo Kız” kapımda. Ev, kapı-duvar. Duvar,
kapı, ev. Dön ana-babam dön, kapımı çalan yalnızlıktır. Buyur ediyorum. Ve size
Daktilo Kız’ın otuz iki kısım tekmili birden öyküsünü takdim ediyorum:
Huzurlarınızda Daktilo Kız Dominique.
Apartmanda
aynı katta, bitişiğimdeki tek odalı evde (Paris'te bu tür bir "eve"
studio derler) oturuyor. İlk taşındığı gün (ocak ayı mıydı?) kapımı çaldı: “Bugün taşınıyorum. Biraz gürültü
yaparsam kusuruma bakmayınız.”
Daktilo
Kız, dinamik ve çalışkan: Sabah 7’de uyanıyor. 8’de metroyla bir saat ötedeki
işine koşturuyor. Akşam yine bir saatlik metro yolculuğundan sonra evine
dönüyor.
Ah!
O evler:
“Kapalı
av alanı:” Özel avlanma sahası. “İmparatorluk”.
Parislilerin
koşturması biraz da bundan: Bir an önce imparatorluklara dönüp, kendini nihayet
“İmparator /İmparatoriçe” gibi duyumsamak. Sonrası mı?: Televizyon izlemek.
Akşam yemeğini haberler ve bir film, varsa eğer, onu izleyip, yemek. Bu arada
çatalı yanlışlıkla kulağa...
Saat
22’de, ertesi sabah altı otuzda uyanmak üzere, yatağa girmek. Fransa, zaten
saat 22.20’de uyuyan ülkedir.
Günlük yaşamı metro-iş-uyku (Fransızca'sı:
Metro-Boulot-Dodo) arasındaki mekikte Daktilo Kız’ın:
Cumartesi
çamaşır günüdür. Ne yazmıştık: “Çamaşır sanki bir tür kendinden
geçmedir."Evet öynan öyle: Sanki özgürleşir Dominique. Çalışarak geçirilen
bir haftanın beyindeki tortuları da yıkanır. Çaktırmadan. Artık Saturday Night Fever için hazırlıklar
yapılabilir. “Dağıtmak” gerek sanki, yeniden “toparlamak” için.”
Hafta
sonu gelecek haftanın alış-verişine, sinemaya ya da tanıdıklara (ana-baba veya
okul arkadaşlarına) ziyarete ayrılır.
Ve
pazartesi, o hep aynı pazartesi: Birbirlerinin aynısının tıpkısı. Evet yeniden
pazartesi ve haftalık monoton yaşam, yeniden başlar. Daktilo Kız makineleşmiştir.
Artık hiçbir şey yapılamaz...
Metrodaki
grev günlerini biraz da şunun için seviyorum: Grev günleri makinalaşmış
eski-insanlar, insanlıklarını yavaş yavaş ama önüne geçilemez bir biçimde
yitirmekte olan insanlardan söz ediyorum burada, yürüyerek evlerine dönerler.
Böylece “dünyayı”, artık yabancılaştıkları, kenarına düştükleri dünyayı,
yaşayan gözlerle seyredebilirler. Dünya ile aralarına gerilen televizyon
ekranları/perdeleri/duvarları olmadan. Hem grev günlerinde Daktilo Kızlar/
Daktilo Beyler birbirleriyle konuşurlar.
Bir anlık bile olsa yeniden insanlaşırlar.
“KIŞ
GELDİ BÖYLE OLDU APARTMANI”
Evde
şimdi gül kokuları. Kır kokuları. Françoise kır gezisinden döndü demek. Ama o
da ne? Avluda oturan Bay Çiçek (inanılmaz, ama ismi gerçekten Monsieur
Fleur’dür) “Aaaaahh! Aaaaahh!” diye yine bağrışmalarına başladı.
Kışın
insanlar da değişiyor sanki. Aslında, yalnızlar, Paris kentte ve semasında
birbirleriyle karşılaşmadan, teğet geçmeden, kesişmeden yaşamlarını
sırtlıyorlar. Gözün açık olsun yalnızlık!
Bay
Çiçek, 81 yaşına bu yılın şubatında girdi. Yirmi yıla yakındır, işçilikten
emekli. 30 yıldır bu mahallede oturuyor. İşçiliğini, emekçilik günlerini, işçi mahallemizi yaşatan ünlü otomobil
fabrikasında, yani ismini söylemeden olmayacak Renault Otomobil Fabrikası'nda, Seine
Nehri üstündeki adacıktaki, CGT (Genel İş Konfederasyonu) üyesi olarak yaşadı.
Bay
Çiçek, emekli bile olsa, işçi sınıfının alışkanlığını sürdürüyor: Erken yatıp
erken kalkıyor.
Bir
ay önce büroma/çalışma odama yeni bir kitaplık daha alınca, yerim daralmasın
diye, dört büyük saksıdaki çiçeklerimi ona emanet ettim. Başka kime emanet
edebilirdim ki? Soyadı, Çiçek kaç kişi kaldı? SBF’deki öğrencilik yıllarımın
“Laz” Hikmet Çiçek’ini saymazsak.
Çiçekleri
emanet verdikten sonra dostluğumuz biraz daha ilerledi Bay Çiçek’le. Haftada
bir çiçek sulamak vesilesiyle avluya indiğimde sözleşiyoruz/ söyleşiyoruz.
Parisliler konuş(ama)mak hastasıdır. İki oğlu bir kızı olduğunu böylece öğrendim:
Ama hiç arayıp sormazlar! Torunlarımı pek göremiyorum!” diye dertlenir.
1 Kasım Toussaint
(Bütün azizler) günü/ ölülere ziyaret ihmal edilmez, Bay Çiçek'le çok şık
giyinik bir biçimde tam evden çıkarken karşılaştık.
Nereye böyle dedim.
“Eşimin mezarını çiçeklemeye gidiyorum” dedi.
Mezarlık birkaç sokak ötemizdeki Rue Thiers’de. (Thiers adını buraya not
edelim: O Thiers ki Alsace-Lorraine karşılığında, Bismarck itinin askeri
yardımıyla yüz bin komünarı katlettiren “pezevenk”tir. Tarih unutmaz!)
Bay
Çiçek her sabah, istisnasız, posta kutusuna bakar. İhmali yoktur. “Mektup yok
yine!” der ve hayıflanır. Ama olsun, yarın yine aynı heyecan ve umutla kutuya
koşacaktır. Çocuklardan biri? Belki bir torun? Bir mektup belki bir kart
göndermiş olamaz mı? Kim bilir?
Arayanı
soranı yoktur. Ama Bay Çiçek, kendisine küçük sevinçler yaratmayı bilir. Bir
kere çok sayıda ve rengarenk çiçek ve gülleri saymalı. Sonra güvercinleri ve
serçeleri ekmek kırıntılarıyla beslemek gibi bir uğraşı var: Her öğleden sonra
“kuşlarını” besler. Böylece gelip çiçekleri ve yapraklarını hırpalamasınlar
istiyor. Aralarında yazılı olmayan bir anlaşma imzalanmıştır. Başka
mahallelerin “fırlama” güvercinlerinde görülmeyen kibarlıktadır “bizim
güvercinler”. Ama Şırnak’ın ama Siirt’in “taklacı güvercinlerinin”eline su
dökemezler. Dökemezler, çünkü tembellikten yürümeyi bile beceremezler.
“BEBEK”
Sabah
panjurları açarken, bir de ne göreyim: Bay Çiçek, çocuk sandalyesinde oturan
bir bebeyle konuşuyor: Evladından biri, torunlarını alıp ziyarete geldiler
sanıp sevindim. Her sabah olduğu gibi, panjurların gürültüsüne başını kaldırdı
ve o zaman ben de gülümseyerek “Bonjour” dedim. Serin hava uyandırdı iyicene. O
da bana, “Celle-ci ne parle même pas!” dedi. O da ne? Bay Çiçek’in konuştuğu
torunu falan değil bir taş bebek! Evet “sigortalar” torun sevgisine
dayanama(z)dı. “Bu konuşmuyor bile dediği” “bebeğiyle”.Bay Çiçek ondan sonra
her sabah, “Bonjour Mimi. Ça va ma cherie’li konuşmalarını sürdürdü...
On
yıl kadar önce Paris’in 11. Arrondissement’inda asırlık ve yıkılmamak için
sırtını ulu bir duta yaslamış bir evde yaşıyordum. Aynı evde yüz küsur yaşında
Madame Noire (Bayan Kara) da oturuyordu. Altmış yıldan bu yana. Bir gece saat
22’de, eve dönüşümde, garip bir gürültü dikkatimi çekti. İkinci kata çıktım,
gürültüyü izleyerek. Bayan Kara, duvara tutunarak yürüyordu: Kulaklığı (işitme
cihazı) prizinden çıkmış, acayip bir “bızıt-bızıt” yapıyordu. Bayan Kara, bir
üst katta oturmasına karşın, kimbilir hangi anının peşinde yolunu yitirmişti.
Dolanıp duruyordu. Koluna girip odasına götürdüm. Çok yaşamadı: Üç ay sonra
aramızdan ayrıldı. Kimsesizdi. Gençliğini dokuma fabrikalarında bırakmıştı.
Birçok aşk yaşamıştı. Birçok eş, çocuk ve torun sahibi olmuştu. Ölüsünü
belediye kaldırdı. Anlatılamaz...
Bayan
Bernhard, Yahudi kökenli Fransa Cumhuriyeti vatandaşı. İntihar ettiğinde
yapayalnızdı. Yıllar önce dört yaşındaki kızının araba altında kaldığını
gözleriyle görmesinden beri tek başına yaşıyordu. Tek ve yapayalnız.
İntiharından sonra bulunan günlüğünde, o gün için yazdıkları aynen şunlar:
“Bugün öğleden sonra, üç saat aralıksız ağladım. Alışveriş yapmaya ihtiyacım
yoktu. Ama sokağa çıkıp dolaştım. Konuşacak birilerini boşuna aradım...”
Vasiyeti üzerine ölüsü yakıldı. Tozlar bir kutuya kondu. Ve ülkesinde
zeytinlikler altına serpildi. Geldiği yere işte böyle döndü...
İletişimsizliği,
tek düze yaşamı, kimsesizliği ve yapayalnızlığı başka nasıl anlatabilirsiniz?
Fransa’da büyük kentlerde yalnız yaşayanların sayısı akıllara durgunluk verecek
orandadır: Paris’te üç kişiden ikisi yalnız. Yalnızların üçte ikisi bayan,
Marsilya ve Lyon’da durum benzer. Bireycilik ve yalnızlık artık kanıksanan bir
yaşam biçimidir. K büyük harfle, Kap-it-al-izm dayatmasında.
Otomobillerdekilere hele bakın bir: İki kişi bulamazsınız. Herkes kendi
“deliğinde”, kara kuyular dibinde. Her birey sanki birer ıssız adadadır. Hele
ülkelerinden ayrılmak zorunda kalanların yalnızlığı: Sormayın, gözlerimde bir
karıncalanma. Pink Floyd, “The Wall”da
(Duvar) “Yıkın duvarları” diyor. Boşuna mı? "Kap-it-al-izm"de
toplumsal ve günlük yaşamın sorunları arasında/içinde birbirlerine dokunmadan
yuvarlanıp giden “taş”lar akıl almaz “ticaret”lerin olası “müşteri”leridir. Onu
da başka bir gün konuşalım... Kalın sağlıcakla...
Güncel Yaşam Yayınları, 2007
ISBN: 9 789759 857509