Yazarla Didişmeden Okumayı Özledim

Ömer Lekesiz, ömrünü edebiyata, özelde öyküye adamış, 80 kuşağına mensup bir isim. 25 yıldır edebiyatın ‘en nankör’ dalı sayılan eleştiri türünde ürünler ortaya koyuyor

Kayıtlar, Hece Edebiyat ve Hece Öykü dergilerinin kurucuları arasında yer alan Ömer Lekesiz, Türk öykücülüğü üzerine eleştiriler kaleme alıyor. Edebiyat hayatına 1982’de Mavera dergisinde yayımlanan bir kitap değerlendirme yazısıyla başlayan yazar, başka türe meyletmeden eleştiri yazma çabasını uzun yıllardır sürdürüyor. Ömer Lekesiz, 48 yıllık ömrüne 9 kitap sığdırdı. Yeni Türk Edebiyatında Öykü adlı (5 cilt) çalışmasıyla Türkiye Yazarlar Birliği 2001 yılı Tenkit Ödülü’nü, edebistan.com web sitesiyle de Türkiye Yazarlar Birliği 2002 yılı ‘Elektronik Yayıncılık’ ödülünü aldı. İstanbul’da yaşayan yazarla öykü yazılarından oluşan son kitabı ‘Kuramdan Yoruma’dan hareketle eleştirmenliği ve Türk öykücülüğünün dününü, bugününü konuştuk.

Ömer Lekesiz, yaklaşık 25 yıldır eleştiri yazıları kaleme alıyor. Niçin edebiyatın en zor dalı kabul edilen eleştiriyi seçtiniz?

İnsan kendi zamanının çocuğudur. Zaman biraz da kültürel eğilimi, hayata bakışı, eğitim biçimini belirler. Ben 80 kuşağına mensup bir insanım. Neticede 12 Eylül’de çıkan o çok dinamik ideolojik şartları, tartışmaları yaşayarak büyüdük. Daha sonra da 80 darbesiyle birlikte o geriye çekilme ve içe kapanmayı yaşadık. Öyle zannediyorum ki biz o zamanlar farkında olmadan diyalektik düşünme biçimiyle beraber yetiştirildik. O düşünme tarzından eleştiri benim üstesinden geleceğim bir alan olarak görülmüş olmalı ki doğal olarak eleştiriye yöneldim. Profesyonel anlamda ilk yazım 80’li yılların başında Mavera dergisinde yayımlandı. Cengiz Çandar’ın bir kitabı üzerine değerlendirme yazısıydı. O tarihten bu yana da hep eleştiride kaldım. Bir de herhalde şöyle bir farklılaşmayı da insan gözetiyor. Herkesin yaptığını yapmayayım... Başkalarının at koşturmadığı, yorulmadığı bir alanda olalım ki yaptıklarımızdan da olumlu bir tablo ortaya çıksın; bizim adımıza belki sevap hanesine yazılacak bir eylem olarak kalsın, diye düşünmüş olabiliriz.

Hayata da eleştirel bir gözle mi bakarsınız? Mizacınızda var mı eleştiri?

Var tabii. Eleştirel bakmak hayata karşı bir duruş yöntemi zaten. Yetiştiğimiz şartlarda bir düşüncenin savunusunu yapmak, bir tezi çürütmek üzere okurduk. Böyle bir okuma terbiyesi söz konusu olunca da böyle bir bakış kendiliğinden oluşuyor. Çocukluğumdan bu yana hep kitap okuyorum. Ama hep de kitap okuma özlemi içinde oluyorum. Hiç üstünde düşünmeden, değerlendirme yapmadan, savaşmadan okuyayım dediğim yüzlerce kitap oldu. Ama her kitabı okurken yazarla bir savaş halinde oldum. ‘Okumak bir tür savaştır.’ Peyami Safa da bunu böyle söyler. Gerçekten yazarla bir tür didişme içinde okuyorsunuz. Çünkü size sunduğu anlam dizgesi önemli. Sizin onu yorumlama biçiminiz önemli. Ve her şeyi siz belli bir anlamlandırma çabası içinde okuduğunuz zaman da eleştirel bakış doğal olarak oluşuyor.

Bir eleştirmen olarak Ömer Lekesiz nasıl çalışır?

Bir kere ben kitap okumuyorum. Yazar okuyorum. Yazar gerçekten bir edebi kaliteye, bir edebi disipline sahipse, bir iddiası varsa bunu siz hemen ilk paragrafta görüyorsunuz ve alıp o kitabı okuyorsunuz. Eleştiri işinden önce okuma eylemi, kendi adınıza, kendi birikiminize, kendi dünya görüşünüze göre yaptığınız bir anlamlandırma eylemidir. Eser bana ne söylüyor, yazar eserde neyi anlatmak istiyor, ne anlatıyor, nasıl bir dünya öneriyor, önce buna bakıyorsunuz. Kitabı okuduktan sonra çıkardığınız notları derli toplu bir yazı haline getirmekle de üçüncü kişilerle paylaşmış oluyorsunuz.

Peki yazacağınız kitabı neye göre seçiyorsunuz?

Kitap kendisi dayatıyor. Ortalama yılda 150 öykü kitabı yayımlanıyor. Bu kitapları bir şekilde ediniyorsunuz. Ancak öyle kitaplar vardır ki kapağını açıp ilk paragrafını okuduğunuz takdirde o eser size ‘beni anlamaya çalış’ komutu verir. Siz bunu anlamaya çalıştıkça da bu faaliyeti başkalarıyla paylaşmak bir zaruret haline geliyor. Onun için diyorum ki ben kitap okumuyorum, yazar okuyorum. Yazarlar buna göre seçkinleşiyor, buna göre farklılaşıyor. Elbette ki 150 kitabın tamamını anlamaya çalışmanız ve dışlaştırmaya çabalamanız mümkün olmuyor. Onun için de seçmeyi doğal olarak siz kendi edebi kriterlerinize, edebi zevklerinize göre ya da eleştirinin gerektirdiği ölçülere göre yapıyorsunuz. 150 kitaptan da taş çatlasa 5 ya da 10 tanesi öne çıkıyor.

Daha çok beğendiğiniz kitapları mı yazıyorsunuz?

Bir kitabın ‘beni yaz’ diyor olması, sizin beğeninizle de örtüşen bir durum. Ama neticede somut bir faaliyet gerçekleştiriyorsunuz; dolayısıyla bu somut faaliyetin kendi ölçüleri söz konusu. O ölçüler de okuma sürecini ve okuma tarzını belirliyor. Bir de eleştiri vasatla uğraşmaz. Daha doğrusu uğraşmamalı. Eleştiri için ya çok iyi olan vardır ya da çok kötü olan... Çok kötü olanın üzerinde durursunuz; çünkü bu yolda çaba sarf edenler için kötü örnek oluşturmasın diye. İyi olanın üzerinde durmak zorundasınız; çünkü marifet iltifatı gerektirir.

Fethi Naci’nin şöyle bir tespiti var: “Eleştiri çok nankör bir iş. Bir kere fazla çalışmanız ve fazla emek vermeniz gerekiyor. Karşılığını alamıyorsunuz. Para etmiyor. Kitap olarak yayınladığınız zaman satmıyor.” Siz bu fikre katılıyor musunuz? Neler söyleyeceksiniz?

Fethi Naci, bunun kırgınlığıyla yazabilecek durumdayken yazmayı bırakmıştır. Türkiye’de eleştiriye çok büyük hizmetler vermiş bir isimdir. Söylediği şeyler bir vakıa. Fakat eleştirmen kalemi eline aldığında aslında bunu bilerek yürüyen insandır. Kitaplarının zor basılacağını, basılsa bile zor okunacağını, bunun ticari anlamda kendisine bir getirisinin olmayacağını bilerek yazar. Bu nedenle de tek taraflı bir çabadır eleştiri faaliyeti. Her eleştirmen deyim yerindeyse bir tür serdengeçtidir. Eğer siz o serdengeçtiliği yaşamaya talipseniz eleştiri ortamında varsınız.

Son dönemde öyküye yöneliş var. Öykücü sayısında büyük bir artış söz konusu. Yine bu dönemde öykü dergileri yayınlanmaya başladı. Öykü dalında ödüller veriliyor. Türk öykücülüğü baharını yaşıyor diyebilir miyiz?

Öyküye geçmeden önce çok ciddi bir hikaye mirasımız var. Bilimsel çalışmalardan tutun da evdeki ilişkilerimize kadar her şey hikaye üzerine kuruludur. Öykü ise 1890’dan yani Nabizade Nazım’dan başlayarak geliştirdiğimiz bir süreç. Öykü; Batılı olarak ortaya çıkan ‘gerçekliğe dayanan’, özetlenemeyen; ancak yazılabilen ve okunabilen bir tür olmasıyla seçkinleşerek günümüze kadar ulaşan bir tür. Hikayenin nesnesi hikayedir. Öyküde ise nesne edebiliktir. Hikayeyle yazınsal anlamdaki çabayı ayırmak için öykü tanımını zorunlu olarak kullanıyoruz. Öykü bir tür olarak da insanların kendini ifade etme biçimi olarak da ancak 90’lardan sonra daha iyi idrak edildiği için Türk öykücülüğünde ciddi bir gelişme var. İnsanlar kendilerini öyküyle anlatıyorlar. Niye etkili oluyorlar? Çünkü 90 sonrası hayat, hızın etkili olmaya başladığı bir dönemdir. Zaman kısadır. İş ve dünya uğraşının bizi boğan bir tarafı vardır. Ve biz bir yerlere koşma, yetişme ve orada olma telaşı içindeyizdir. Öykü bütün bunların içerisinde bize bir edebiyat aralığı olarak armağan edilmiş bir tür gibidir. Yani siz Çamlıca’dan çıkıp Yenibosna’ya varıncaya kadar üç öykü okuyabilirsiniz. İnsanlar bunu idrak ettiği için hem okuma hem de anlatma noktasında ciddi bir ivme kazanıldı. Bu sebepten 90 sonrası öykücülüğünde bir baharın yaşandığını söylüyoruz. Nitelik olarak da elbette daha kaliteli öykülerin çıktığı bir vakıa. Çünkü 100 yıllık bir birikim söz konusu.

Öykü aynı zamanda ‘ara türlerin’ kullanıldığı bir alan olarak da öne çıkmaya başladı. Öyle metinler var ki şiir de denebilir deneme de, mektup da. Ama öykü başlığıyla yayınlanıyor. Neler söyleyeceksiniz?

Evet bir karışıklık var. Ama öykünün iyi taraflarından birisi de bu. Türk öykücülüğü sağlam göstergeler üzerinden gidiyor. Nabizade Nazım, Ömer Seyfettin, Memduh Şevket, Sait Faik, Sebahattin Ali; günümüze doğru geldiğimizde Sevim Burak, Mustafa Kutlu... Dolayısıyla bunların ortaya koymuş oldukları öykü örnekleri aynı zamanda öykü için iyi bir yol haritası meydana getiriyor. Türsel belirsizlikler olsa da Türk öykücülüğünde neyin nasıl yapılacağına dair çok güzel örnekler konulmuş. Bir ürünü metin anlamında değerlendirmek, elemek bu nedenlerle çok daha kolaydır. Çünkü ortada çok iyi örnekleri var. Bu sebeple de Türk öykücülüğündeki bozulma diğer türlere göre daha azdır diyebilirim.

1990’lardan itibaren kadın öykücülerin sayısında dikkat çekici bir artış görülüyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?

90’lı yıllarla birlikte kadınlardaki yükseköğrenim standardının yükselmesi, kadının iş hayatına katılması büyük bir ivme kazandı. Kendini ifade, belki kadınlar için öncelik olarak daha ortaya çıkan bir ihtiyaçtı. Kadınların yaratılış olarak da, mizaç olarak da anlatmaya daha yatkınlıkları da söz konusu. Biz annelerimizin anlattığı masallarla büyüdük. Bunun edebiyat formuna aktarılması kadınlar için daha öncelikli bir durum haline geldi. Ve bu nedenle de kadın öykücü sayısında ciddi bir artış var.

Eleştiriler karşısında yazarların tavrı ne oluyor?

Eleştiri ille de bugünle uğraşmak gibi bir görev içinde değil. Eleştiri, geleceği belirlemek gibi bir misyona da sahip olamaz. Daha çok geleceğin edebi birikimini bugün yorumlayarak bugünle gelecek arasında köprü kurmaya talip olabilir. Eleştiri için aslolan, akademik tercih diyebileceğimiz mümkün olduğu kadar 20-30 yıl geriden gelenleri takip ederek onları değerlendirmek, onları bugünden anlamlandırmak olmalıdır. Fakat siz eleştirmen olarak bugünün nabzını tutayım dediğiniz anda özel sıkıntılar da beraberinde geliyor. Hatta şöyle; siz iyi dosttunuz, ne oldu da bu eleştiri yazıldı? Ama ben kitabı eleştirdim, dostluğunu değil, şeklinde bir savunu içerisine giriyorsunuz ki bu son derece kırıcı, üzücü, yorucu bir durum...

Son birkaç yıl içerisinde öykücülerin romana yöneldiğini görüyoruz. Acaba bu yönelişte romanın gündemde oluşu ve popülerliği mi etkili oldu?

Kandinsky’nin çok sevdiğim ve sık sık tekrarladığım bir sözü vardır. Kandinsky içsel zorunluluk diye bir kavram üretir. Der ki: Sanatsal çaba eğer içsel zorunluluğun dayattığı bir şeyse bunun için yapılabilecek ve ortaya konulabilecek her şey mubahtır. Değilse orada samimiyet kaybolur. Ama içsel bir zorunluluk varsa ortaya da çok güzel şeyler çıkar. Çünkü o zaten sanatın iç dinamikleriyle beraber üremiş bir sonuçtur. Öykücülerin ve şairlerin romana yöneliyor olmaları biraz da yazar bazında değerlendirilmesi gereken bir durum. Siz, roman çok fazla popüler olduğu için öykücüler romana yöneliyor derseniz kategorize etmiş olursunuz. Bu tür kategoriler de her zaman sakıncalıdır. Şöyle diyebilirim. Mesela Sibel K. Türker’in Şair Öldü’sünü okudum. Türker, iki öykü kitabının ardından roman yazdı. Ben Sibel K. Türker’in roman yazmasını içsel bir zorunluluk olarak görürüm. Ama diğerleri için bu böyle söylenebilir mi? Bu bir tartışma konusu.

Öykücülerin roman yazması sizi sevindirir mi? Öyküde ısrar etmelerini mi istersiniz?

Ortaya koyduğu ürünle alakalı. Sibel K. Türker, Şair Öldü’yü yazdıysa bu Türk edebiyatı için bir kazanımdır. Ama Sema Kaygusuz roman yazdıysa... Sema, öykücü oldu mu ki roman da yazıyor gibi bir soru akla geliyor. Siz önce yola çıktığınız türün hakkını verirsiniz, o türle anılan bir yazar haline gelirsiniz ve sonra sanatsal, içsel zorunluluk sizi roman yazmaya sevk ederse bu türde ürün ortaya koyarsınız. Siz başladığınız türde varlığınızı ispat etmemişken böyle bir işe girerseniz bu sıkıntı olur. Cemil Kavukçu da roman yazıyor. Ben Kavukçu’nun yazdığı romanı okur olarak gider, arar, bulur ve okurum. Niye? Çünkü Cemil Kavukçu çok iyi bir öykücüdür. Dolayısıyla onun romanı da içsel bir zorunlulukla ortaya çıkmış bir ürün olacağı için kötü olmayacaktır.

Çok beğendiğiniz, öykülerini dergilerde merakla beklediğiniz yazarlar var mı?

Daha öncesinden sanatla ilgisi, ciddi bir müktesebatı söz konusu değilse hiçbir yazarı bir kitabı yayınlandıktan sonra değerlendirmemeye gayret gösteririm. Mümkün olduğu kadar yazarın oturması, durulması gibi bir hassasiyeti gözetmeye çalışıyorum. Ama öyküye 80’li yıllar sonrasında başlamış Cemil Kavukçu, Hüseyin Su, Jale Sancaklı, Cemal Şakar, Ayfer Tunç, Abdullah Harmancı, Nalan Barbaroğlu, Jaklin Çelik, Kamil Yeşil, Murat Gülsoy, Özen Yula ve adını hatırlayamadıklarım... Bunlar için çok rahat oturup konuşmanın, mümkün olabileceği kanaatindeyim. Ama daha dün öyküye başlamış, bir dergide 4 ay 5 ay öykü yayınlamış ve pat diye kitaplaştırmış bir öykücü için konuşmak hem benim için hem de yazarı için sağlıklı bir şey olmaz.

Kuramdan Yoruma
Ömer Lekesiz
Yayın Yılı: 2006/ 255 sayfa
İthal Kağıt/13,5x19,5 cm
Karton Kapak
ISBN:9758724614/ Selis Kitaplar






Kaynak  Kitap Zamanı/Sayı 3/ Bölüm: Söyleşi    tp://kitapzamani.zaman.com.tr/cmn.php?load=print&hn=114

   
  
  Murat Tokay & Ömer Lekesiz