Deli

   

         Gizemini çözdürmeyen volta üzeri bir gece aydınlığı…

Gece aydınlığı kalıcı değildir, en kalıcı bildiğim bile  bir fahişenin fahiş namuslulukla bir başka adamla sevişirken, öteki bir başka adama aşık olduğuna inanması kadar gelip geçiciydi…

         Her romantik “lanet olsun” der ayrılınca, içer, geceyi ve gündüzü kinle birbirine karıştırınca sevinir, yaşamdan bir şeyler aldığına inanarak bu yolla. Yaşamdan aldıklarının veresiye için herhangi bir deftere kayıt edildiği görülmemiştir. Borçlusun evet, borçluyum, borçluymuş meğer o da…

         İlk yılları fazlasıyla sıkıcılık üzerinde tüketilmiş öğrencilik yılları… Kirli bir ev, pas içinde, o evin hiçbir dolabında, kıyısında, yahut ulu ortasında derli toplu duramayan, yani o eve asla ait olunmaz sanılan bir başka evden getirilmiş yol yorgunu anılar. Verilmiş sözler…. “Beni ararsın” cümlesinin en çok ikili konuşmalarda tüketildiği zamanlar. Aranır önceleri. Ve hatta sınıfın hep kapı tarafındaki en ön sırayı işgal etmiş o iki zeki ama aptal olan aşıklarına özenilir. Aynı şehri kazanmışlar sevgilisiyle cümlesi gider gelir toplu oturumlarda. “Vay be aptal şansı, bırak Allah'ını seversen ya ikisi de birbirinden itici” cümlelerinin içinde hep biraz haset vardır oysa, biraz sitem yüklü suskunluklar vardır Tanrıya. Bu ahmak sevda yerine neden bize verilmemiştir ki bu şans….

         Anlatıldığında, anlatılacak kadar sana uzak zamanlarda yaşandığında yani, güzelmiş gibi gelen hikaye zamanlarıdır. Bir evde hep makarna yemenin, altısı sana ait hissedilmeyen kir kokulu nefesle bir evde yatmanın, yetmezmiş gibi kalkmanın, yattıktan sonra ve bu yatış kalkış doğal döngüsü içinde devinen günlerde  yaşananların, bir hikaye biçiminde süslenerek çok defa, anlatılması kadar sevimli olmadığı anlanır.  “Benim burada ne işim var, zaten önümüzdeki dönem kesin geçiş yapıyorum, çok muhatap olmam, mesafeliyim bundan böyle” cümlelerini kurar durursun. Evden gelen telefonlara verilen raporlar, her ilk fırsatta hep sevileceğin kalacak zannettiğine çekilmiş kısa, özsüz sözler; “şimdi evdeyim, doğum günümde aldığın köpek bugün iki saat uyudu, düne nazaran yarım saat daha az, seni çok seviyorum…” ahmaklığında…

         Safsındır…

Hayat kadar…

Bir şehrin de şerefsiz sokaklarının genelde çıkmaz, az ışıklandırılmış, çamurlu olanlar olduğunu bilemeyecek kadar…

Sınav akşamları bulaşık sırasının sana denk gelmesine ve bu denk gelme halinin talihsiz bir biçimde daimiyetini yitirmemesine şaşacak kadar her seferinde, saf olmak…

Büyümekle, çocuk kalmanın; adam gibi sevmekle, aşktan aslında hiç, hiç anlamamanın en dönemsel başlangıcı gibi kaygılı, onurlu, karanlık…

         Yazılılarda hep sorulmayacak yerlere çalışacak kadar, sınav notun istediğin gibi gelmediğinde ders sorumlusunun yanında soluğu alacak kadar, sorulmuş problemleri hep başka yoldan yapacak ve bu başka yol ile asla doğru sonuca ulaşamayacak kadar çiğsindir daha, pişmemişsindir…

         Giderken yanımda götürdüğüm çok şey vardı ama benim aklımda biri çok iyi kaldı. Değeri falan yok belki, belki romantik bir yazma kaygısına malzeme sanacağın kadar ve hatta bu bir sanrı da değil belki, gerçek olacak kadar, o  cümle her şeye rağmen ama aklımda kalan; “hayat senin zannettiğin kadar basit değil…” Fazlasıyla beylik bir cümle gibi gelir önceleri. İçi boş zannedilir. . Sırf öğüt verme hevesiyle büyümüş birilerinin yaşı geçtiğinde inanmayarak söylediği bir cümle gibidir.  Cümledir işte, üzerinde bu denli düşünülmemesi bile gerekebilir. Ve hatta daha ayakkabılarını bağlarken kapı önünde salacaksın aklının sol tarafından. Tırabzanlardan yuvarlanarak düşecek, fikir katili olacaksın. Yoksa bunca öğüt, bunca tembih, bunca hasret, gidiş, yabancılık; hayır, çok fazla……

         Beni tanıyanlar bilirler; öğütleri çok sevemiyorum ben. Ya da daha doğru bir ifadesi, verilmiş öğütleri çok kısa zaman içinde aklımdan alaşağı etmek gibi bir alışkanlığın kişiliğini üstlendim yıllardır. Bu kimlikleşme halime hüviyet bile sorabilir bir gün bir memur ağabey çevirip, şaşırmam, o denli benimsenmiş bir görev bu bendeki…

         Üniversite sıralarından geçerken çok şeye şahit olmanın gerçeği vardır bir kere. Zaten dürüst olalım, bir çoğumuz ağabeylerimizden olmadı ablalarımızdan dinlediğimiz hikayeler eşliğinde daha deli heves büyüttük o sıralarda ses olabilmek adına. Sanırım zooloji, organik kimya, olmadı ileri matematik yahut hint dili dersi için heyecan duyan yoktur aramızda. En azından ben zerre heyecan duymadım bunlar için. Zaten duysaydım da gördükten sonra kendime akıllı tavrımdan ziyade bir teşhis koyabilirdim. Zooloji umrumda değil, organik kimya ve populasyon da…

         Bir öğrencilik hayatı boyunca her şeyi yaşarsın, zenginlik dışında.

Çok insan tanırsın…

Hepsi birbiriyle aynıdır, çoğu ötekine hiç benzemez.

Kavganın Allah'ına da şahit olursun, sevginin doruk noktasına da…

Paylaşım kelimesinin en çeşnili yaşandığı yıllar olur. Ben daha önce varlığımı hiç bu kadar parçalara ayırıp saatlere bölmemiştim, bölememiştim mesela…

         Okulum ve yaşantım belirli dönemsel farklılıklar içeriyor benim. Uzun uzun yolları deviriyorum. Her sabaha karşı, çok yol üzeri konaklanmış tesiste, yarı ılık, dibinde illaki un kavrulmuş, tuzsuz, tatsız çorbalarla içimi ısıtmaya çabalıyorum. Her seferinde çok başka yollarmış gibi gidip gelinen yollar dikkatle inceliyorum. Bunun bir gereklilik olduğuna da inanıyorum. Bildiğim şehirlerin sokaklarında adam akıllı dikkat yüklü yürürüm ben. Her ayrıntıyı, evvelden görmediklerimi, ya da görüp benimsediklerimi yeniden, yine keşfetmenin doyumunu defalarca yaşamanın tiryakisiyim.  Hiç bilmediğim bir şehrin sokağında yürürken dikkatsiz olurum. Umursamam. Yoldur benim için yürünen, oturulan sandalye, başka bir amaca hizmetkar olduğunu düşünmem….

         Zaman inanılmaz biçimde hızla akıp gidiyor. Dün başladığım yolu bugün dönüp bakıyorum yarıladım bile. Çok şey öğrendim zooloji dışında. Çok insan tanıdım kendine insan süsü vermiş gibi yapanların kıyısında…

Ben öğüt sevmem. Öğüt vermeyeceksin, öğretmeye gücün yetecek, yaşatıp, karşındakine bu yaşanmışlığı gevişli şekilde öğüttüreceksin. Bana öğüt verme, ayakkabılarımı bağlarken atıyorum tırabzanlardan…

         Yaşayarak öğrenilenlerin hafızada tutulma süresi hep ezberde olanlardan fazlaydı. Benim için en azından  bu hep öyle oldu. Ölünün yüzünü açmış, kanı donmuş çok anlatıda dinleyici oldum, hiçbiri bir ölmüşün yüzündeki perdeye el olan can vücuduma ait olduğundaki hissi vermedi. Ayrılıkların en ayracıyla, çekilerek, bağırtılarak birbirinden kopartılmış her insanın ağrısını hissederim diye inandım, oysa anladım ki anladıklarım hiçbir halt değil. Bunu anladığımda ben bir ayrılığa ayraçtım…

İçerken içine içmişler oldu, gecenin de içine içtiler diye homurdandım, ayılsınlar diye çok kahve yaptım, hallerini hiç anlayamadım; içime içtiğim, gecenin içini de içime kattığım olmadı hiç benim…. Sarhoşken unutulacağına hiç inanmadım, sarhoşluklar en hatırlanmaz olanı dahi hatırlatan zamanlardı. Hatırlatırdı…

         Öğüt, yaşayanın yaşayacağa bir önsöz sunumu kadardır. En anlamlı kitabın önsözü bile sana fikir verebilmek için yetersiz kalır. Zamana ihtiyacın vardır; oturup okursun ya da çok sürmez unutursun…

         Yaşama dahil edeceksin kendini. Kimseye öğüt vermeyeceksin. Öğüt sıkıcıdır, umursanmayandır, unutulandır. Kitapsa, okunacaksa, ya adam gibi zamanını ayıracaksın; yahut okumadım diyerek dürüstlüğü elden bırakmayacaksın. Önsözü dahil birkaç sayfası okunmuş kaç kitaba okudum dedin sen, bırak Allah'ını seversen…

         -Divit, o değil de son yazıyı yetiştirdin mi sen?

-Yazıyorum ya işte, aa ses versen ya sevdiğim şarkı çıktı.

- Divit, ofis burası, ofis; ne zaman büyüyeceksin sen ya!

-“Hadi hazırım, yeter ki onursuz olmasın aşk…”         

        

                                                                         
  
  Sarahatun Demir