"Yazma Eylemi"

 

      “Yazma” ve “yazmak” sözcükleri, ilk bakışta aynı anlamı taşıyor gibi görünseler de dil zaman içinde yine yapacağını yapmış ve onları farklılaştırmış. ”Yazma”da “yazmak”taki “bir yapıt oluşturmak, duygu ve düşünceyi yazıya dökmek” anlamları yok. Sadece düşünceyi harflerle anlatmak söz konusu. Birincisi sıradan bir işi, ikincisi sanatsal ve düşünsel bir emeği ifade ediyor. Yazacağım yazının, düzeyini benim ölçüp biçmem doğru olmayacağına göre, adını “Yazma Eylemi” olarak belirledim. Kendimi rahatlatmak için, sonra bir gerekçe daha buldum: Ferit Edgü’nün “Yazmak Eylemi” adlı bir yapıtı zaten var. 

     Bir dostum yazılarını göndermiş bana. Benden nesnel bir eleştiri bekliyor. İyi ama bir iki istisna bir yana, yazarlar, “paylaşılmak”tan, öncelikle de “beğenilmekten doğan sevinci” yaşamak uğruna yazmazlar mı? Genel gerçek bu olduğuna göre, bu durumda ben ne yapabilirim? En iyisi önce  “yazma eylemi” üzerine yazmaya başlayayım, sonra da işi okuyanın arifliğine bırakayım. Özetle içindeki “ben” dozu ne olursa olsun “yazma” da “yazmak” da olağanüstü bir keyif, tanrısal bir eylem. Hani, Şeyh Galip’in şu “kelama can vermek” dediği  şey.   

     Aynı dostum bir gün bana, yaşlılıkta başarıyı yakalamış ünlülerle ilgili görsel bir e-posta (slayt) göndermişti. İmrenerek izlediğim o e-posta gösterisinden birkaç örnek aktarayım:

  • Sinan, Süleymaniye’yi yetmiş, Selimiye’yi seksen altı yaşında bitirmişti.
  • Goethe Faust’su seksen iki yaşında yazmıştı.
  • Titian “Lepante Savaşı” tablosunu  bitirdiğinde doksan sekiz yaşındaydı.

      Bu gösteriyle ilgili benim yorumum şu:  Beynimiz, yeni deneyimler edindikçe yaşımıza ve eylemimize kimse bir şey söyleyemez.” Bir başka deyişle R. E. Emerson’un dediği gibi “Yıllar, günlerin asla bilmediği çok şey öğretir.” bize. Biz, bu dünyada daha çok yaşayacağız, eksiğimizi tamamlayacak daha çok zamanımız var. Yeter ki “yazma”yı aşıp “yazmak”ı bir tutkuya dönüştürelim. Biçemimizi (üslup) yaratalım.

     Önceliği konuya mı biçeme mi  vermek gerekir, derseniz; unutmamalı ki konu “biz”e, biçem “ben”e aittir.  Bu soruya yanıt veren Ferit Edgü’nün “Yazmak Eylemi” adlı bir yapıtına, okurlar, hele yazarlar gereken değeri ne kadar verdi bilmem.  Edgü, bu yapıtında, devrimci direnişin çok bilinen eylem biçimlerinden birini, bir “kepenk indirtme” eylemini “yüz bir” ayrı biçimde anlatarak okur karşısına çıkıyor. Unutmamak gerekir ki yazmak dört başı mamur bir eylemdir.  Edgü’nün amacı, “yazma”nın, her şeyden önce yaşanmış ya da yaşanmamış, somut ya da soyut, “şu ya da bu” konuyu, seçilen bir biçeme göre yorumlamak ve yazmak olduğunu göstermektir. Demek ki yazıyı yazı yapan, olay ya da konu değil; varsa yoksa biçem. Bir yazar gerçeği somutlama uğruna, yüz bir ayrı biçemi deneyebiliyorsa, elbette her yazarın ayrı bir anlatıma sahip olmasını yadırgamamak gerekir. Elbette biçem bu kadar öne çıkarılınca, okurun karşısına “mesaj”ı “masaj”a dönüştürme sapkınlığıyla çıkmamak gerekir.  

      Bugün, başta sözünü ettiğim yazarın beş yazısını okudum. İkisi köşe yazısı, üçü anı-öykü özelliği taşıyor. Bu yazılardan yazarın, mali işlerle ilgili bir mesleği olduğu izlenimini edindim. Demek ki yazar olarak, kendisini biraz daha geri çekmesi gerekiyor. Genel bir kanıdır, bir yazıda yazar kendini ne kadar geri çekebilirse, okur, o yazıda kendinden o kadar çok şey bulur. Yazmanın aşılacak eşiklerinden biri de budur. Bu durum, şiirde de böyle.      

      Benim, bu konuda o yazar dostuma ve okurlarıma söyleyebileceklerim şunlar:

  • Yazdıklarınızı önce sesli okuyun, kulağınızı tırmalayan bir sözcük, bir cümle var mı bakın. Varsa mutlaka değiştirin, hatta anlamca bir perde daha zayıf olsa bile. Okunmayan bir yazıda anlam derinliği olsa ne olur, olmasa ne olur?
  • Yazdıklarınızı yayımlamadan önce mutlaka başka biriyle paylaşın; örneğin ben özel derse gelen öğrencilerimle ve eşimle paylaşıyorum. Bir yazım yanlışını, yanlış yerde kullanılan bir sözcüğü, anlaşılmayan bir cümleyi “başka bir göz” daha iyi görüyor. Çünkü insan, kendi yazdıklarına daima koşullanmış bir gözle bakıyor.
  • Yayımlatmakta tez canlı davranmayın. İyi yazı eskimez, üstelik zamanla eklenecek bir iki cümleyle, belki de bir öykümceyle (anekdot) daha da zenginleşecektir. İyi yazı, yıllanmış şarap gibidir. Örneğin, sizinle paylaştığım bu cümlede daha önce “tez canlı davranmayın” yerine “acele etmeyin”i, Demek ki sözcükler de kuşlar gibi, hep yuvalarının arayışı içinde.
  • Benim yazma yöntemim, sizin alışkanlıklarınızla, iç dünyanızla ne kadar örtüşür bilmem. Ben söyle yazıyorum: Önce yazacağım konuyla ilgili bir dosya açıyorum. Bazen açılmış dosya sayısı beş altıyı da buluyor. Yaşamımdan, okuduklarımdan süzülenleri, önce alt alta kaydediyorum. O konuyla ilgili kitapları çıkarıp masamın üstüne koyuyorum. Onlar da yeni bir şeyler ekliyor listeye. Bakın “yazı”ya demedim “liste”ye dedim. Birkaç gün, o konuyla yatıp kalkıyorum. Yatak odamdaki komodinin üstünde ve çalışma masamda boş bir kâğıt ve üzerine konmuş bir kurşun kalem, beni bekliyor. Beyin, o konuyla didiştiğinden akla mutlaka yeni yeni şeyler geliyor, onları da sonraya bırakmadan hemen not ediyorum. Yoksa unutmak hastalığı, bizi de yazımızı da yiyip bitiriverir. Unutmamak gerekir ki T. Fikret’in dediği gibi: “Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür.” Şiirde de öyle çalışırım. Yakalanan bir ilk dize, bir imge, bir çağrıştırım nicedir “Şiir Tezgahı” adlı dosyamda şiir olmayı bekliyor, kim bilir kaç aydır, kaç yıldır. “Sarışın sözcüklerin şairiyim”, dizesi sanırım dört beş yıldır orada bekliyor.
  • Yazacağınız konuyla ilgili mutlaka o konuda yazılmış bir iki şey okuyun. Hele bir de el altında bir kütüphaneniz varsa iyice rahatlarsınız. Ben böyle bir olanağı, kendim yarattım. Her biri numaralı ve kayıtlı üç bine yakın kitaba ve beş altı derginin tüm sayılarını içeren bir arşive sahibim. Usta işi, çok yalın bir halk deyişimiz vardır: Ot, tohumundan biter. O halde sanatçının mağrur olmaya hakkı yoktur. Gerçek sanatçı , nereden geldiğini iyi bilendir. Allah aşkına bu dünyada, Dostoyevski’yle kaç yazar aşık atabilir? Ama bakın o, Gogol’a ne diyor: “Hepimiz Palto’dan çıktık.” Yaşar Kemal de Yakup Kadri’yi “Yaban’dan geliyoruz üstat.” sözleriyle yüceltir. Demek ki, yumurtadan çıkar çıkmaz koşmaya başlamakla sanatçı olunmuyor. O alçakgönüllü halk bilgesi Aşık Veysel de aynı perdeden ses vermektedir: “Ben babamı sen ustanı unutma.” Özetle belleksiz yazar ve belleksiz sanat olmaz.
  • “Sanatçının işlevi yaratmaktır, not tutmak değil.” diyen F. Palmer”a hak vermemek elde değil. Alıntı ve başkasından yararlanma onaylamanın ya da kendimizi onaylatmanın mührü değildir. Kendi mührümüzü kazımada, önümüze konmuş bir örnektir. Burada, “Bana özgü olan ne?” sorusunu, gecikmeden kendinize mutlaka sorun. 
  • M. de Chazal’ın dediği gibi “Hiçbir koku, bakire değildir.” Hiçbir konu da…

     Her düşünce, sanatsal her yaratım, mutlaka başkalarından birtakım izler taşır. Gerektiğinde ölçüyü kaçırmadan, yazınızı alıntılarla zenginleştirin. Ama yazınızı ne alıntıya ne de gereksiz sözcüklere boğun. Çehov’un “Vaktim olsaydı daha kısa yazardım.” cümlesiyle E. Hemingway’ın “Öykü, virgülü bile kaldırılamayan bir anlatımdır.” cümlesini birlikte düşünmek gerekir. Buna bir ad koyalım isterseniz: “Yalınlıkta Yoğunluk”.  Hani şu “Dudak, dişten önce gelir.” cümlesindeki birikmişlik ve derinlik.

  • Yazdıklarınızı, en yakınlarınızla değil, açık sözlü dostlarınızla paylaşın: Kaba da olsa bir halk sözü vardır: “Köyün danasına kendi köyünde danalık yaptırmazlar.” İnsanlar, sanıldığı kadar birbirinden farklı değil. Bazıları, yakınımızda, hayatımızda; bazıları da biraz uzakta, o kadar. Ah, şu en küçük birimden en üst birime kadar yakamızı bırakmayan o “statü” tutkusu yok mu!.. “Ayrım”ın da “ayrımcılık”ın da anası babası o. Çevremdekiler, “Beni anlamıyor!” diye kırılmayın. Bilin ki sadece anlamak istemiyorlar. Siz de sizi anlayacak birini bulun. Sırdaşınızın katkısı, başlangıç için size yeter.
  • Düşünce yazısında, sanat doğrudan aranır mı bilmem; belki yazıyı zenginleştirir. Ama bana göre öncelikli koşul değildir. Düşün yazısında düzgün anlatım ve düşünsel tutarlılık, daha önemli. Ama sanatsal çeşni katmak da o denli zor değil. Yazıyı boğmadan nerede bir deyim kullanabilirim, hangi cümlemi benzetmeli bir anlatıma dönüştürebilirim, hangi cümlemi eksiltili kullanarak ya da soruya dönüştürerek vurguyu artırabilirim, nerede bir iç söyleşiyi yazıya katabilirim demeniz yeter. Bunları yazarken de yapabilirsiniz, son kontrolleriniz sırasında da yapabilirsiniz.
  • Tembel okuru, fazla önemseme. Okura yorum olanağı bırak. Ne var ki okuru, yazarın beyninden geçenleri, keşfe zorlamamak için de çok fazla da zorlamamak gerekir. Yazını, bağlantı öğeleri, geçiş cümleleriyle rahatlatmaya çalış.
  • Özgüven, başarıya giden yoldaki en önemli geçit. Mardin’in Derik’in de öğretmenliğe başladığım günü anımsıyorum. O Türkçe bilmeyen çocukların karşında ellerimi koyacak yer bulamıyordum. Ama zamanla Afrodisias Festivalleri'nin sunucusu oldum, nice sanatçıyı, yöneticiyi ve politikacıyı sundum, hiç de zorlanmadım. Çünkü artık Türkçe’yi onlardan daha iyi bildiğime ve kullandığıma güvenim tamdı. Bu güven de yazdıkça kazanılıyor.
  • Yazım, noktalama kontrolünü de mutlaka iyi yapınız; çünkü Türkçe'ye saygı, sizi daha özenli yazmaya zorlayacaktır. Özeni ve düzeni birbirine engel olarak görmeyin. Her eylem, disiplin gerektirir. Yazıda ve şiirde her sözcüğün bir işlevi vardır. Yazar, kullandığı hiçbir sözcüğü unutmamalıdır. Çehov’un dediği gibi yazının bir yerinde “silah” sözcüğü geçiyorsa o silah mutlaka patlamalıdır.
  • Moda sözcüklerden uzak durun, bir sözcüğün Türkçe'si varsa mutlaka onu kullanın. Yabancı sözcük, yalnızca yabancı dille kaleme alınacak bir  metinde kullanılmalı. Sözgelimi “objektif” yerine “nesnel”i yeğleyin. Tahsin Yücelin dediği gibi: “Yaşamın gizemi, hayatın sırrından güzeldir.”, hele sözcükleri gizemi. Aman Türkçe'nin büyüsünü bozmayın.
  • Sözcüklerde elbiseler gibi eskir ve bizim gibi yaşlanır. Sözgelimi “imtina etmek” yerine şunlardan biri yeğlenmeliydi: kaçınmak, vazgeçmek. Siz siz olun klasikleşmiş, kanıksanmış yinelemelerden, sıfatlardan ve benzetmelerden kaçının. Herkesin dilinde olan sözleri, olanak varsa kullanmayın.

     “Yazma”da ve “paylaşma”da ısrar ve süreklilik gereklidir. Teklifsiz ve çıkarsız düşünen insanlar, eninde sonunda, dişe dokunacak bir şeyleri mutlaka üretirler. Hele o “ülke sevgisi” pek çok şey için yeter artar. Bu dünyayı, elbette küresel yobazlara bırakacak değiliz. Özetle yaşamın en keyifli, ama bir o kadar da sıkıntılı tutkusu, “yazma” değil “yazmak”tır. Yazmak, yüzde onuyla yetenek, yüzde doksanıyla eleştiri ve özeleştiriden beslenen emektir. Yazmak, bir tutkuya dönüşmüşse, titiz bir emeğin yeteneğe katkısı mutlaka olacaktır. Diyeceğim o ki, sözünü ettiğim o yüzde onu, kendinde gören kişi, içindeki kazanı kaynatmaya devam etmelidir. Önemli olan, “yazma” ateşini hiç söndürmemek, her koşulda sözlerimizi kül altında bırakmamaktır. Kaleminin ucunu açmasını ve açık bırakmasını bilenler, yetkinleştikçe öğrenmeyi de başkalarına bir şeyler öğretmeyi de öğreneceklerdir.

  
  Tahsin Şimşek