Toka

 

  
Az kaldı buluşma yerine derken koluna girdim. Edilgen ayaklarını sürürcesine yürüyordu; yürüyorduk. Biraz ilerde, gençlik günlerimizin en sadık tanığı çiçek ve ağaçlar içindeki eski çay bahçesi göründü. 

Çınar ağaçlarının koca gövdeleri de tıpkı bizim gibi yıllar önceki toyluklarını geride bırakmış, altlarına yerleştirilmiş masa ve sandalyelere yarenlik ediyor. Etrafımıza şöyle bir göz gezdirip gelen giden her şeyi rahatça görebileceğimiz köşede bir yer seçiyoruz kendimize. Masaların üzerinde ki şemsiyeler başka firmaların reklamlarını taşıyor şimdi. Çay bahçesinin yanlarına kurulmuş iki ayrı büfeden yükselen arabesk müzik cıvıl cıvıl genç gülüşmeleri bastırıyor. 

Irmağın üzerinde bir zamanlar sırtımızı korkuluklarına vererek fotoğraflar çektirdiğimiz o köprü. Tahtaları yıpranıp rengi solmuş, belli ki zaman yalnız bizi değil onu da üzmüş; yıpratmış.
Siyah beyaz fotoğrafın içinden garsonun:
"Buyrun ne arzu edersiniz?" diyen sesiyle dönüyoruz şimdiki zamana. Semra'yla kaçamak bakışıyoruz , dudaklarımızda tanıdık hınzır bir gülücük tıpkı yıllar önce olduğu gibi: "Beyaz gazoz istiyorum" diyor, genç garsonu bile şaşırtan civelek sesiyle; duble çay diyorum hemen ardından. 

Semra'nın çantasını açan, bakmaya doyamadığım zarif parmaklarına takılıyor gözlerim, kırışmaya yüz tutmuş teni içimi acıtıyor, belki de içimi acıtan yaşlanmışlığımız... Ve her şeye rağmen yıllara meydan okuyan o gül kırmızısı ojeleri. "Bugün bendensin" diyor gözlerinde çocuksu ışıltı; Maltepe sigarasını zarifçe masaya bırakıyor. 

Yan masalarda, doğal olan yaşamın ta kendisi; kızlı erkekli gruplar, çiftler... Her bir masadan ayrı bir ezgi dokunup geçiyor kulaklarımıza. Az ilerdeki nar ağacına sığınmış masada kapkara, uzun saçlı, gözlerini bakışlarını göremediğimiz bir delikanlı oturuyor sevgilisiyle ve çevresine aldırmadan zarif parmaklarını gezdiriyor kızın kumral buğday başağı saçlarında. 

"Şu, köprüden geçmekte olan kalabalık grubun en önündeki kirli sakallı kareli gömlekliye bak" diyor Semra. 

Saçları, başının her hareketinde bebeksi savruluşla yavaşça ensesini, yüzünü okşuyor Cihan'ın. Tam o köprüyü geçerken. Yüzündeki o hiç şaşmayan alaycı gülümsemesiyle, elini omzuma atıp kulağıma “Köprüden geçti gelin...” diyor o bas sesiyle . Yavaşça itiyorum Cihan'ı korkuluğa doğru yeniden kucaklasın diye.

Garson “Buyurun teyze çayınız” diye alıveriyor beni Cihan’ımın yanından . Sigaramın dumanını içime saklıyorum sessiz çığlıklarım gibi. Semra “Akşam bulvara çıkıp yine deliler gibi yürüyelim, bakalım neler değişmiş dünden bugüne?” diyor . 

Bulvar bugün çok kalabalık yürüyüşe çıkmış yaşlısı genci .Kocasıyla birbirlerine küs gibi yan yana ve bir o kadarda uzakmış gibi yürüyen orta yaşlı teyzenin ısrarlı kıskanç bakışlarından korunmak için daha bir saklanıyorum Cihan’ın koltuğuna. 

“Külahta dondurma alalım” diyor, omzumdaki koluyla bedenimi kendine çekerek.
Kağıthelvalı istiyorum küçük çocuk şımarıklığında.

Ellerimizde dondurmalar vitrinlere bakıyoruz. Cihan hiç sevmez vitrin bakmayı, ayrılacağız ya sessizce tadını çıkarıyorum hoşgörüsünün. 

“Gözlerinde mutlu ışıklarla askılı tülden gelinliği gösterip, yanağımdan bir makas alıyor. Sana çok yakışacak, yeryüzünün en güzel gelini benim olacak”.

İyice sarılıyorum incecik bedenine, kalbinin düzenli atışını duyuyorum, belki de kalbi kalbimde atıyor. Aldırmıyoruz çevremizde delice ve anlamsız bir şekilde çalan klaksonlara; bağıra çağıra konuşanlara garip garip bakanlara... Biz kendimizle başbaşa üniversitenin çay bahçesine yürüyoruz. 

“Yoruldun mu yasemin kokulum” diyor. Belinden ayrılıp elini tutuyorum içimde garip bir hüzün ille de dokunmak istiyorum ona. Akşamın alacasında uzaktan el sallıyor bizimkiler . Biz oturmadan, garson iki duble çayla geliyor gülümseyerek. Son akşam diyor Yüksel, yarın her biriniz nerde olacaksınız kimbilir? Cihan alnıma düşen bukleyi kaldırıyor, “gözlerinin ışığı olmadan nasıl geçecek akşamlar” diyerek.

“Ayrılacaklar ya tamam; yandık” diyor Bülo. “İşin yoksa aşık avut”. “Yok be, bu kısa sürecek bir ayrılık, avutmana gerek yok” diyor Cihan kollarıyla beni yüreğine basarken.
“Diplomaları almaya beraber gelelim, yine sanki öğrenciymiş gibi birkaç gün geçiririz” diyor Semra.
Olur diyoruz hep bir ağızdan, sadece Cihan gözlerinde delişmen ışıltıyla itiraz ediyor.
“Ya, düğünümüze gelmeyecek misiniz? Siz olmazsanız evlenmez bu yasemin kokulu benimle” diyor. Gülüşüyoruz hep birlikte; gülüşler müzik sesini bastırıyor.
Evlenmem! diyorum gözlerinin ışığını yüreğime saklarken. Can cana diyor bardağını bardağıma dokundurarak. Düğün akşamın heyecanını ve ayrılığın hüznünü neşeye çeviriyor. Sağdıç,damat dayağı, kına gecesi hayallerine dalıyoruz. Gruptan ilk evlenen biz olacağız.
“Hey! ayrılık partisi güme gidecek, biz bu sevdalıların düğün hayallerine devam edersek” diyor Ayten. Ayak üstü iş bölümü yapıp ayrılıyoruz gruptan.
Erol: “ Son dört yılın ayrılık partisini vereceğiz Cihan’larda”. “Size 1 saat süre, geç kalanı eve almam bilesiniz! diyor Mehmet.
Biz şaraplarla gelinceye kadar kocaman ahşap masayı donatmış bile bizimkiler. 4 yıl topladığımız anılarla karışık tüm bildiğimiz türküleri dillendiriyoruz gecenin bizi duygularımızı kucaklayan saran saklayan karanlığında. Cihan arada saçlarımı okşar gibi dokunuyor sazın teline.

Her hasret türküsünde saçları saçlarıma, yüzü yüzüme yapışıyor; kulağıma fısıltıyla seni özleyeceğim diyor . Hafifçe dönüyorum seni seviyorum diyebilmek için dudağımın kenarına kaçak bir öpücük konduruyor. Kulaklarıma kadar kızarıyorum. 
Zamana aldırmadan sabahın ilk ışıklarında, horoz ötüşlerine rağmen oturduğumuz yerde uyukluyoruz. “Yarın bu saatlerde dokunamayacağım” diye sıkıca tutuyor elimi. Boşta kalan elimle bakmaya kıyamadığım saçlarını düzeltip , resmini çiziyorum yüzünün. Mahzun bakıyor gözlerimden yüreğime, gözlerinde kayboluyorum.

Valizlerim nalet olası otobüs bagajına yerleşti. Kollarıyla sarıyor bedenimi gitmemi engellemek istercesine . “Saçlarını da kendin gibi özgür bırak” diyerek tokamı alıyor. “Bunu yüz görümlüğü takacağım sana, tokasız duramazsın nasılsa” diye dalga geçiyor. Cüzdanına yerleştiriyor siyah kumaş tokayı yanımda olsun seni hissedeyim diyor gözleri buğulu... Canım gidiyor bir yandan, diğer yanda ise benim için acı çekmesi hoşuma gidiyor.

Muavin son yolcular kalmasınlar diye bağırıyor avaz avaz. Yüreğine kitliyor beni, kokusu doluyor yüreğime. Gözümdeki yaşı parmak ucuyla alıp göğsüne sürüyor “gözünün yaşı yüreğimin sancısı”, “aşkım yapma!” sözcükleri durduramıyor göz yaşlarımı.
“Az daha unutuyordum al, yolda okursun; Hasan Hüseyin'in "Haziranda Ölmek Zor"unu bana şiirler bile yazarsın kimbilir” diyor havayı yumuşatmak için. Evdekilere selam söyle ben seni ararım.
Sende memlekete ulaşınca beni ara diyorum.
“Tamam yasemin kokulum. Pazartesi günü terminale inince eve gitmeden ararım” diyor titreyen sesiyle. 

Semra incitmekten korkarcasına elinde tuttuğu siyah cüzdanı uzatıyor . Bu cüzdanı burada vermeliydim sana… Bu aşkın başladığı ve bittiği yerde. 

Anne diye sesleniyorum yarı uykulu . Cihan aramalıydı, inmiş olmalı şimdi. Annem o hiç kaçırmadığı sabah haberlerine kilitlemiş kendini, duymuyor.

-Katliam gibi trafik kazası... kazada kaç kişinin öldüğü bilinmiyor. Bazı yolcuların yoldan geçen arabalar tarafından hastaneler taşındığı söylenmekte... Kazada hayatını kaybeden yolculardan elimize ulaşan isimler şöyle: Ahmet Dusa, Fatma Eğrili, Kemal Kolcu, Cihan... Okunan isimler hiçbir anlam taşımıyor spikerin ağzından CİHAN çıkana kadar. Tüm oda Cihan sesiyle doluveriyor...

 
“Teyze başka bir şey arzu eder misiniz?” diye soruyor sümsük garson. Kahve diyor Semra, sade olsun. Garson uzaklaşmadan da ekliyor Teyzeymişşş!. Anlamsız geliyor Semra, bu oturduğumuz park... Yüreğim, usum, tenim acıyor. Semra’nın incitmekten korkarcasına açtığı cüzdandan Cihanla yaşama güldüğümüz zamanların yanına eğreti iliştirilmiş saç tokamı alıyorum. “İçinde sana yazılmış bir de mektup var” diyor, duyulur duyulmaz bir sesle.

Semra, park, nar ağacı, insanlar , aşklar, bu kent her şey siliniyor gözümden. Masa, şemsiye, park , nar ağacı, bu kent; her şey Cihan kokuyor.

Bu yaşları görse kahrolurdu diyen yorgun bir el dokunuyor gözlerime...

Yerimden kalkmakta zorlanıyorum. Usul usul köprüye doğru gidiyorum. Hiç bilmiyorum yıllar öncesinden, dönülmez yola giden bir kişiden gelen mektup nasıl okunur. Kokluyorum önce, yüreğime basıyorum değdiği yer ısınıyor, sonra: Sana mektubunu geri gönderiyorum, bir gece gelip rüyamda okursun bana diyerek ırmağa bırakıyorum.

  

  
  Sultan Tektaş