1900 - 2000 Yüzyılın Türk Şiiri (III) 

                  







Hecenin Beş Şairi, Faruk Nafiz dışında şiirde fazla bir varlık gösterememişse de, konuşulan dille hece ölçüsünde şiirler yazılabileceğini kanıtlamışlar, he­cenin yaygınlaşmasında, dilin özleşmesinde katkıları olmuştur. Kenan Akyüz'ün "Edebiyat-ı Cedide ve Fecr-i Âti ile Milli Edebiyat cereyanı arasında sı­kışıp kalmış" olarak nitelediği bu kuşak, yapay bir duyarlıkta, tekdüze, ısmarla­ma bir şiir sergilemiştir. Görmeye, dile getirmeye çağrıldıkları yurt gerçeklerini bilmedikleri, Anadolu'ya uzaktan baktıkları için de yurtseverlik, kahramanlık üzerine yazdıkları şiirler, yeteneksiz şairlerin elinde kuşaktan kuşağa aktarıla­cak sahte, içtenliksiz bir şiirin yerleşmesine yol açmıştır. İstanbul'dan gördükle­ri Anadolu onlar için bir cennet bahçesidir. "Sen ne güzel bulursun gezsen Ana­dolu'yu / Dertlerden kurtulursun gezsen Anadolu'yu", ya da "Senelerce sana hasret taşıyan / Bir gönülle kollarına atılsam / Ben de, bir gün, kucağında yaşayan / Bahtiyarlar arasına katılsam" gibi manzumeler ders kitaplarında yıllarca şiir diye öğretilmiştir genç kuşaklara.

 
"Hiçbiri askere gitmeyen, savaşa katılmayan, cephe görmeyen bu İstanbul delikanlıları 'Cenk Ufuklan'nda 'Akından Akına' gezecek, 'Cenk Duyguları'nı dile getireceklerdir."10
 
"Hececiler, büyük bir mirasyedilikle geçmişi hiçe sayarlar. Tutunmaya çalış­tıkları, tutunduklarını sandıklan halk şiirine ise öylesine yabancı, bu konuda öy­lesine bilgisizdirler ki gülünç olurlar sonunda. Bir şiire, bir şiir ortamına varmak için o şiirin tekniğini kullanmanın yeteceğini sanacak kadar sudandır bildikleri. Anadolu duyarlığı, onları, her şeyleri yapabileceklerine nedensiz inandırmıştır."11
 
Beş Hececilerden belki yalnızca Faruk Nafiz Çamlıbel'in, belki yalnızca "Han Duvarları" şiiri zamanı aşıp bugüne gelebilmiştir.

Beş Hececilerden sonra gelen Şükûfe Nihal Başar, Salih Zeki Aktay, Ali Mümtaz Arolat, Halide Nusret Zorlutuna, Necmettin Halil Onan, Kemalettin Kamu, Haluk Nihat Pepeyi, Ömer Bedrettin Uşaklı gibi şairlerin oluşturduğu kuşak da -burada da bir ölçüde Kemalettin Kamu ile Ömer Bedrettin Uşaklı'nın dışta tutulması koşuluyla- şiirde büyük bir varlık gösterememiş, çoğu, manzumecilik sınırını aşamamıştır.
Hece şiirinin gelişimi, şiir adına layık gerçek ürünlerin ortaya çıkması an­cak Ahmet Hamdi Tanpınar'dan başlayıp Ziya Osman Saba'ya kadar uzanan da­ha sonraki kuşaklardan şairlerce gerçekleştirilecektir.
 
Mütareke, Kurtuluş Savaşı ve Kuruluş yıllarının toplumsalla iç içe şiirindeki her şeyin tarihsel olaylar dolayımından geçtiği, coşkulu, yapay adanmışlık havası, 1930'lara girilirken gevşemeye başlamış, Nâzım Hikmet'in 1920'lerin so­nunda "Putları Yıkıyoruz" kampanyası ile Milli Şair, Milli Edebiyat gibi etiketler de tartışılır hale gelmiştir. Denilebilirse, birtakım etiketlerin arkasına sığınıp şiirin rantını yeme dönemi kapanmak üzeredir.

Ahmet Muhip Dıranas, 1935 yılında şöyle yazar: "Birtakım oportünistler inkılaba en çabuk fakat bayağı yoldan yaranmak için bir devrim edebiyatı demagojisi yapmaktadırlar, Milli edebiyat tabirinin acayipliği asıl milli kelimesi ulusal olduktan sonra sırıtmıştır. Bu tarz edebiyat, romanlarıyla şiirleriyle, hikayeleriyle fıkralarıyla kariin (okurun) zevkini zehir­leyen ve büyük devrimi hakiki kıymetinden düşüren lekelerdir. Bu insanî ve bü­yük davalarda mihanikiyetini kaybetmiş kafaların çoğu da, her çağın iş sahasın­da muntazam pabuç eskitmiş kimselerdir. Bu dağınıklığın toplanışı büyük bir edebî çığırın başlangıcı olacaktır." (Kurdakul, a.g.y. c. 2, s. 44)
 
Necip Fazıl da "milli edebiyat tabirinin acayipligi"ne değinir.
Vasfi Mahir Kocatürk ise "ölçü ve uyak zorunluluğunun şiirde yarattığı tehlikeler"e işaret ederken "milli edebiyat akımının temel ilkelerinden ikisine karşı çıkmış" oluyordu.
Aslında hece şiirinin asıl önemli yılları yeni başlıyordu. Şiirden konuşulu­yorsa bunun tek ölçütü şiir olmalıydı.
 
Dıranas'ın öngördüğü gibi "büyük bir edebî çığır" başlamadı belki, ama 1940'ların başlarına kadar olan dönemde, Türk şirini zenginleştiren, onun önünü açan, ona yeni izlekler, yeni olanaklar kazandıran önemli hececi şairler yetişti.
 
Bunlar arasında ilkin Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Ah­met Muhip Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı, ikinci olarak da Mustafa Seyyit Sutü-ven, Ahmet Kutsi Tecer adlarını sayabiliriz.
 
1928 yılında, Ahmet Hâşim'in tanıtıcı söyleşisiyle ortak bir kitap içinde topladıkları ürünleriyle yazın ortamına atılan Yedi Meşale' çiler, altı şair: Muammer Lütfi, Sabri Esat Siyavuşgil, Cevdet Kudret, Vasfi Mahir Kocatürk, Yaşar Nabi Nayır, Ziya Osman Saba ve bir hikayeciden -Kenan Hulusi- oluşur. "Kendile­rinden öncekileri mızmızlıkla, dar ufuklulukla, aynı şeyleri tekrarlamış olmakla suçlayan; kendilerinde canlılık, samimiyet ve daima yenilik bulunacağını" (R. Mutluay, a.g.y., s. 261) vaat eden bu genç gruptan Ziya Osman Saba dışında ka­lanlar kısa zamanda başka alanlara kayarak şiirden kopar. Memet Fuat bu gru­bu "serbest nazım akımının şiirden uzaklaştırdığını" ileri sürecektir.
 
İlk kitabını 1935'te çıkaran Fazıl Hüsnü Dağlarca da şiire hece ile başlamış, daha sonra serbest vezin olanaklarından da yararlanmıştır. Ne var ki, Dağlarca gerek kendi kuşağı içinde, gerekse bütün Türk şiirinde daha baştan, benzersiz, önceli ve ardılı oimayan bir şair olmuştur. 1930'lardan 2000'e uzanan uzun şiir se­rüveninde ne bir akım ya da kuşağa öncülük etmiş, ne de bir akım ya da kuşak içinde görünmüştür. Bu nedenle de ona rahatlıkla okulu, öğretmeni ya da ustası, öğrencisi ya da çırağı olmayan bir şair diyebiliriz. Hececilerin, Garip Şiiri'nin, İkinci Yeni'nin, 60 sonrası toplumcu gerçekçi şiirin hep bir adım dışında bir yer­lerde durur onun şiiri, hiçbir zaman içinde değil. Yerli ya da yabancı herhangi bir şairden etkilendiği söylenemez, ama herhangi bir şairi etkilediği de. İlk ve tek öğ­rencisinin, öğretmeninin kendisi olduğu tek başına bir okuldur Dağlarca.

Hececiler henüz şiir yazarken, hatta hece şiirinin demin adlarını saydığımız gerçek şairleri henüz ortaya çıkmamışken Türk şiirinde bir başka hareketin baş­ladığını görüyoruz: Serbest Şiir.
 
Bizde 'serbest nazım', 'serbest şiir', daha sonra da 'özgür koşuk' olarak ad­landırılacak olan şiirin, daha önce Tevfik Fikret'in ve Ahmet Hâşim'in denediği 'serbest müstezat'la bir ilişkisi yoktur; daha doğrusu, serbest şiir, serbest müste­zat'in bîr uzantısı değildir. Serbest müstezat'ta aruz ölçüsü yine kullanıldığı halde, serbest şiirde şiir cümlesi sabit ölçüye bağlı kalınmadan, çoğunlukla uyaksız olarak, daha çok sözcüklerin seslerine ve tekrarlara bağlı bir ritim içinde oluştu­rulur. İlerde Orhan Veli 'eda' diyecektir buna.
 
Dolayısıyla serbest şiir, eski şiirimizden kaynaklanmaktan çok, dışardan ve iki yoldan gelmiştir bize. Biri, Nâzım'la birlikte, onun Rus Fütüristlerinden, da­ha çok da Mayakovski'den etkilenerek yazmaya başladığı; ötekiyse, Ercümend Behzad Lav, Mümtaz Zeki Taşkın gibi şairlerin Gerçeküstücülük, Dadacılık, Ge­lecekçilik, Kübizm gibi akımlardan etkilenerek başlattıkları Batı kaynaklı serbest şiir kollarıdır.
 



1920'lerden 1940'lara, Nâzım Hikmet'ten Ercümend Behzad Lav'a, Mümtaz Zeki Taşkın'dan Rıfat İlgaz'a, Garipçilere kadar çok geniş bir şiir yelpazesini kapsayan Serbest Şiir, tanı da bu özelliğinden dolayı şiirimizde bir akım kimli­ğine bürünememiş, şiir tekniğinde bir değişme olarak kalmıştır. Serbest şiirciler ortak bir sanat ve şiir anlayışına, ortak bir şiir diline, dünya görüşüne, ortak bir insan anlayışına sahip şairler değillerdi. Örneğin Nâzım Hikmet de serbest ve­zinle yazıyordu, Asaf Halet Çelebi de, Orhan Veli de.


Serbest şiirin, çıkışında birçok şairi peşinden sürükleyen bir teknik olması­na karşın, şiiri bir dönemeç noktasına taşıyan bir akım olamamasının bazı özel nedenleri de vardır.

İlkin Ercümend Behzad Lav, daha sonra da ondan ayrı olarak Mümtaz Ze­ki Taşkın gibi şairler, Batı'daki Gerçeküstücülük, Dadacılık, Gelecekçilik, Kü­bizm gibi dönemin Türk düşünce ve şiir alanına henüz yabancı, toplumsal ve düşünsel yaşamda somut temeli olmayan akımlardan yola çıktıkları için, serbest şiirin bu kolu, "doku uyuşmazlığı" denebilecek bir temel nedenden dolayı Türk şiirinde aşı tutturamamıştır. Mümtaz Zeki Taşkın kısa zamanda belleklerden si­linirken, Ercümend Behzad Lav daha yerel, daha toplumsal bir içerikle yazdığı şiiriyle ancak 1950'lerin sonunda, 60'larda Man Mau, Üç Anadolu gibi kitaplarıy­la yaygın bir üne kavuşmuştur. Yine de, ölçülü-uyaklı şiire karşı çıkışlarıyla ge­rek Lav'ı gerekse Taşkın'ı "1940 şiirini hazırlayan" (bkz. Necatigil, a.g.y.) şairler­den sayabiliriz.
 
Serbest nazmın Nâzım'la başlayan kolunun da bir başka yabancı şiirden, 1920'lerde Sovyet şiirindeki avant-garde akımlardan, özellikle Mayakovski'nin şiirinden esinleniyor olmasına karşın, bütün şiir serüveni "her somut öze en uy­gun biçimi bulma" çabası odağında özetlenebilecek Nâzım gibi güçlü bir şairin öncülüğünde gelmiş olması, onun ilk anda ters bir tepkiyle karşılanmasını önle­miş, aksine kısa zamanda yaygınlık kazanmıştır.
 
Nâzım, bireşimci yapıda bir şairdi; "duyduklarım, düşündüklerini canlı şey­lerin çıplaklığıyla doğrudan doğruya en kestirmeden yazmak" istediği için, etki­lendiği akımları, yerli-yabancı bütün şiir geleneklerini özümseyerek kendi malı yapmasını bilirdi. 1920'lerin sonuna doğru, sonradan birçoğu kitaplarına girme­yecek olan şiirleri dergilerde, gazetelerde yayımlanmaya başlar başlamaz, daha çok da 835 Satır (1929), Jokond ile Si-Ya-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1=1 (1930), Se­sini Kaybeden Şehir (1931), Gece Gelen Telgraf (1932), Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932), Portreler (1935), Taranta Babu'ya Mektuplar (1935), Simavna Kadıst Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı (1936) adlı kitaplarıyla siir ortamına olağanüstü bir canlılık, alı­şılmadık bir yenilik coşkusu getirdi. Alışılmış şiir anlayışına aykırı bir ses, bir dil ve içerik getiriyordu bu şiir. O güne kadar odalarda, yalnız başına ya da kişiden kişiye okunan siir, bir söylev havasıyla meydanlara çıkıyordu. O zamana kadar şiire konu olamayacağı sanılan birçok şey hiç sakıncasız giriyordu şiire. En önem­lisi, o güne kadar şiire konmuş bütün
kısıtlayıcı kuralları reddediyordu bu şiir.
 
Bütün bunlara karşın reddedilmedi, karşı çıkılmadı, tersine, övüldü ve al­kışlandı. Nâzım'ın yenilikler getiren, çığır açıcı büyük bir şair olduğu ilan edil­di dönemin yazın yetkelerince.
 
İşin ilginç yanı, o günlerde yazılmakta olan şiir bundan hiç alınmadı, her şey eskisi gibi devam etti. Yahya Kemal ve Ahmet Haşini Olimpos'taki tanrılar­dı, sarsılmaları pek kolay değildi diyelim; ama o sırada halen ünlü Faruk Nafiz, Necip Fazıl, Ahmet Hamdi, Ahmet Muhip, Ahmet Kutsi, Cahit Sıtkı... gibi şair­ler de yine sürdürdüler şiirlerini.
 
Bunun "üzerinde düşünülmesi gereken bir olgu" olduğunu söyleyen Memet Fuat, 'Türk şiiri Serbest nazım akımım tanımış, bu yolda çok güçlü, etkili, başarısını dostuna düşmanına kabul ettiren bir şair yetiştirmiş, ama yolunu de­ğiştirmemiştir" diyecektir.12
 
Serbest nazmın kendisinden sonraki şiiri alıp sürükleyen bir akım, şiirimiz­de bir dönemeç olamamasının ikinci özel nedeni, bence, Nâzım Hikmet gibi çok güçlü bir şairin öncülüğünde ortaya çıkmış olmasıdır.
 
Bir kez, Nâzım teknik yönden, altında ot bitirmeyen bir ağaç gibi, taklitçisi olma tehlikesini göze almadan aşılması olanaksız bir şairdi. Nasıl ki, İlhami Be­kir Tez, Nail V., Hasan İzzettin Dinamo, A. Kadir gibi şairler bu tehlikeden kurtaramamışlardır kendilerini.
 
Nasıl ki, biraz sonra göreceğimiz gibi, 1940 kuşağının toplumcu şairleri bu tehlikeyi sezmiş olacaklar ki, en azından teknik yönden, ses yönünden Nâzım'dan uzak durmuş, hatta Garip şiirinin şiir cümlesine yakın bir yapı geliştir­mişlerdir.

 



İkincisi, Nâzım'ın şair olarak kendisine daha başlangıçta verdiği ve gizleme gereğini sonuna kadar duymadığı misyon: şiirinin politik/ideolojik içeriği, tek­nik olarak etkisi altında kalınmadan bile olsa izlenmesi, ardından gidilmesi güç bir şair yapıyordu onu. 1938'de uzun süreli hapse sokulmasıyla birlikte şiirinin de yasaklanması, politik erkin öncü bir şair olarak ondan ne kadar korktuğunun açık bir ifadesiydi.

 
Öte yandan, gerek dışta gerekse içte faşizmin güçlendiği o yıllarda serbest nazmın bu politik/ideolojik içerikle özdeşleştirilmesi de utangaç/çekingen bir toplumcu şiirin yeşermesine olanak tanıyordu. Savaş karşıtlığı, işçi, köylü, emek yandaşlığı, ekmek kavgası, açlık, hastalık, yoksulluk... vb. izlekler bile bir şiirin solcu sayılmasına -solculuk=komünizm'di o yıllar- yasaklanmasına yetiyordu.
 
30'lu yılların sonları ile 40'lı yılların başları, şiirin soluk almasının adama­kıllı güçleştiği, dolayısıyla zaten tıknefes bir şiirin giderek kan kaybetmeye baş­ladığı yıllardı. Ahmet Hâşim ölmüş, Nâzım Hikmet susturulmuş, Yahya Kemal ise eski şiirin rüzgârında kendi kendini etkisiz kılmış; hece şüri, Faruk Nafiz, Kemallettin Karnu, Ömer Bedrettin, Necip Fazıl gibi ilk temsilcileri çoktan susmuş, Ahmet Hamdi, Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı gibi özgün birkaç şair dışında çoğu kendini tekrarla yetinen bir manzumeciler grubu elinde; Yedi Meşateciler'den çoğu şiiri bırakıp başka alanlara geçmiş; Dağlarca henüz Havaya Çizilen Dünya döneminde; Asaf Halet Çelebi, Cahit Külebi, Behçet Necatigil, Sabahattin Kud­ret Aksal, İlhan Berk, Servet-i Fünûn, Uyanış, Varlık, Ses, Hamle, Çığır, Yücel gibi dergilerde ilk ciddi çıkışlarım yapmakta.
 
1940 kuşağının toplumcu kesimini oluşturacak olan Rıfat İlgaz, Niyazi Akıncıoğlu, Enver Gökçe, Ömer Faruk Toprak, Cahit Irgat, Suat Taşer, Fethi Gi­ray, Mehmed Kemal ile daha sonra onlara katılacak olan gençlerden Ahmed Arif, Arif Damar, Şükran Kurdakul gibi şairler toplum sorunlarını öne alan bir şiir yazıyorlardı. Onlar için şiirde neyin söylendiği, nasıl söylendiğinden önce geliyordu. 1930'ların sonlarından başlayarak devletle şair arasında bağların za­ten kopmuş olmasının da bir sonucu olarak, sık sık kapatıldığı için kısa ömürlü olan Yürüyüş, Ses, Sokak, Yığın, Hamle... gibi dergilerde, kitapları toplatılarak, kendileri sık sık yargı önüne çıkartılarak baskı altında bir şiir geliştirmeye çalış­tılar. Bu yüzden şiirleri güdük kaldı, gelişemedi. Bu kuşaktan Arif Damar ve Şükran Kurdakul gibi şairlerle, Ceyhun Atuf Kansu ve Attilâ İlhan örneği, zaten bu kuşaktan bağımsız olan şairlerse daha üretken, daha özgün bir şiire ulaştılar.
 
1940'ların başında Türk şiiri Garip akımıyla kökten bir değişikliğe uğradı.

Daha sonraki yıllarda Garipçiler olarak adlandırılacak olan, henüz yirmilerindeki üç genç şair: Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet, Varlık dergisinde­ki hece ölçüsünde ilk şiirlerinden sonra, 1937'den başlayarak yayımladıkları, da­ha sonra 1941'de bir bölüğü Garip kitabına girecek olan yeni şiirleriyle işte böy­le bir arenaya çıktılar.
 
Orhan Veli, Varlık dergisinin 1.12.1939 ile 1. 2.1940 tarihleri arasında, dört ayrı yazı halinde yazıp yayımladığı "Şiire Dair" başlıklı yazısını Garip'in 1941 ve 1945'teki ilk ve ikinci baskılarının başında "Garip" adı altında yeniden yayımla­dı. Böylelikle bu yazı hem bu yeni siir akımına adını vermiş oldu, hem de akı­mın bildirisi sayıldı.
 
Bu nedenle, Garip akımından söz etmek gerektiğinde hemen bu yazıdan, özellikle de bu yazının belli cümlelerinden başlamak bir alışkanlık haline gel­miştir: "Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan..." diye başlayıp "müreffeh sınıfların zevkine hitapetmiş olmak..." diye giden cümle. Oysa bu yeni şiirin kökleri daha başka yerdeydi:
 
Merlih Cevdet Anday, çok daha sonraları Garip akımı üzerine sorulan bir so­ruya daha açık, daha basit bir karşılık veriyordu: "Biz o şiirleri, o gün yazılmak­ta olan şiirden bıktığımız için, bu şiiri değiştirmek amacıyla yazdık." Orhan Ve­li de 1 Mart 1949 tarihli Yaprak dergisinde yayımlanan "Genç Şairden Beklenen" adlı yazısında şunlan söylüyordu: "Yirmi yaşımızı dolduralı bir iki seneden faz­la olmamıştı: beylik kalıplar, beylik oyunlar, beylik dünyalar içinde bunalmış kalmış olan şiire yeni imkânlar arayalım dedik." Gerek Anday'ın sözleri, gerek­se Orhan Veli'nin bu yazdıkları, Garip şiirinin çıkışındaki temel düşünceleri da­ha iyi anlamamıza yardım edecektir.

  
Notlar:
5 Kurdakul, a.g.y. s. 30.
6 Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, s. 548,4. basım, 1986.
7 Hasan-Âli Yücel, Edebiyat Tarihimizden, s. 47,1989.
8 Alıntılar için bkz. M. Orhan Okay, Kaşgar, Sayı 10, Temmuz 1999.
9 Ruşen Eşref Ünaydın, Diyorlar ki..., s. 263, yeni basım 1972.
10 Rauf Mutluay, Çağdaş Türk Edebiyatı, s. 155,1973.
11 Turgut Uyar, Bir Şiirden, s. 92-93, 1983.  
Memet Fuat,
Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi, c.1, s. 20, Genişletilmiş 1. basım, 1999.








Kaynak:
YÜZYILIN TÜRK ŞİİRİ 1900-2000
CİLT I -  359 SAYFA
Takım No: 975-08-0252-7
ISBN 975-08-0252-5


 




  
 Mehmet H. Doğan
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar