Hecenin
Beş Şairi, Faruk Nafiz dışında şiirde fazla bir varlık gösterememişse de,
konuşulan dille hece ölçüsünde şiirler yazılabileceğini kanıtlamışlar, hecenin
yaygınlaşmasında, dilin özleşmesinde katkıları olmuştur. Kenan Akyüz'ün
"Edebiyat-ı Cedide ve Fecr-i Âti ile Milli Edebiyat cereyanı arasında sıkışıp
kalmış" olarak nitelediği bu kuşak, yapay bir duyarlıkta, tekdüze, ısmarlama
bir şiir sergilemiştir. Görmeye, dile getirmeye çağrıldıkları yurt gerçeklerini
bilmedikleri, Anadolu'ya uzaktan baktıkları için de yurtseverlik, kahramanlık
üzerine yazdıkları şiirler, yeteneksiz şairlerin elinde kuşaktan kuşağa
aktarılacak sahte, içtenliksiz bir şiirin yerleşmesine yol açmıştır.
İstanbul'dan gördükleri Anadolu onlar için bir cennet bahçesidir. "Sen ne
güzel bulursun gezsen Anadolu'yu / Dertlerden kurtulursun gezsen
Anadolu'yu", ya da "Senelerce sana hasret taşıyan / Bir gönülle
kollarına atılsam / Ben de, bir gün, kucağında yaşayan / Bahtiyarlar arasına
katılsam" gibi manzumeler ders kitaplarında yıllarca şiir diye
öğretilmiştir genç kuşaklara.
"Hiçbiri
askere gitmeyen, savaşa katılmayan, cephe görmeyen bu İstanbul delikanlıları
'Cenk Ufuklan'nda 'Akından Akına' gezecek, 'Cenk Duyguları'nı dile
getireceklerdir."10
"Hececiler,
büyük bir mirasyedilikle geçmişi hiçe sayarlar. Tutunmaya çalıştıkları,
tutunduklarını sandıklan halk şiirine ise öylesine yabancı, bu konuda öylesine
bilgisizdirler ki gülünç olurlar sonunda. Bir şiire, bir şiir ortamına varmak
için o şiirin tekniğini kullanmanın yeteceğini sanacak kadar sudandır
bildikleri. Anadolu duyarlığı, onları, her şeyleri yapabileceklerine nedensiz
inandırmıştır."11
Beş
Hececilerden belki yalnızca Faruk Nafiz Çamlıbel'in, belki yalnızca "Han
Duvarları" şiiri zamanı aşıp bugüne gelebilmiştir.
Beş
Hececilerden sonra gelen Şükûfe Nihal Başar, Salih Zeki Aktay, Ali Mümtaz
Arolat, Halide Nusret Zorlutuna, Necmettin Halil Onan, Kemalettin Kamu, Haluk
Nihat Pepeyi, Ömer Bedrettin Uşaklı gibi şairlerin oluşturduğu kuşak da -burada
da bir ölçüde Kemalettin Kamu ile Ömer Bedrettin Uşaklı'nın dışta tutulması
koşuluyla- şiirde büyük bir varlık gösterememiş, çoğu, manzumecilik sınırını
aşamamıştır.
Hece
şiirinin gelişimi, şiir adına layık gerçek ürünlerin ortaya çıkması ancak
Ahmet Hamdi Tanpınar'dan başlayıp Ziya Osman Saba'ya kadar uzanan daha sonraki
kuşaklardan şairlerce gerçekleştirilecektir.
Mütareke,
Kurtuluş Savaşı ve Kuruluş yıllarının toplumsalla iç içe şiirindeki her şeyin
tarihsel olaylar dolayımından geçtiği, coşkulu, yapay adanmışlık havası,
1930'lara girilirken gevşemeye başlamış, Nâzım Hikmet'in 1920'lerin sonunda
"Putları Yıkıyoruz" kampanyası ile Milli Şair, Milli Edebiyat gibi
etiketler de tartışılır hale gelmiştir. Denilebilirse, birtakım etiketlerin
arkasına sığınıp şiirin rantını yeme dönemi kapanmak üzeredir.
Ahmet
Muhip Dıranas, 1935 yılında şöyle yazar: "Birtakım oportünistler inkılaba
en çabuk fakat bayağı yoldan yaranmak için bir devrim edebiyatı demagojisi
yapmaktadırlar, Milli edebiyat tabirinin acayipliği asıl milli kelimesi ulusal
olduktan sonra sırıtmıştır. Bu tarz edebiyat, romanlarıyla şiirleriyle,
hikayeleriyle fıkralarıyla kariin (okurun) zevkini zehirleyen ve büyük devrimi
hakiki kıymetinden düşüren lekelerdir. Bu insanî ve büyük davalarda mihanikiyetini
kaybetmiş kafaların çoğu da, her çağın iş sahasında muntazam pabuç eskitmiş
kimselerdir. Bu dağınıklığın toplanışı büyük bir edebî çığırın başlangıcı
olacaktır." (Kurdakul, a.g.y. c. 2, s. 44)
Necip
Fazıl da "milli edebiyat tabirinin acayipligi"ne değinir.
Vasfi
Mahir Kocatürk ise "ölçü ve uyak zorunluluğunun şiirde yarattığı tehlikeler"e
işaret ederken "milli edebiyat akımının temel ilkelerinden ikisine karşı
çıkmış" oluyordu.
Aslında
hece şiirinin asıl önemli yılları yeni başlıyordu. Şiirden konuşuluyorsa bunun
tek ölçütü şiir olmalıydı.
Dıranas'ın
öngördüğü gibi "büyük bir edebî çığır" başlamadı belki, ama
1940'ların başlarına kadar olan dönemde, Türk şirini zenginleştiren, onun önünü
açan, ona yeni izlekler, yeni olanaklar kazandıran önemli hececi şairler
yetişti.
Bunlar
arasında ilkin Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Muhip
Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı, ikinci olarak da Mustafa Seyyit Sutü-ven, Ahmet
Kutsi Tecer adlarını sayabiliriz.
1928
yılında, Ahmet Hâşim'in tanıtıcı söyleşisiyle ortak bir kitap içinde topladıkları
ürünleriyle yazın ortamına atılan Yedi Meşale' çiler, altı şair: Muammer
Lütfi, Sabri Esat Siyavuşgil, Cevdet Kudret, Vasfi Mahir Kocatürk, Yaşar Nabi
Nayır, Ziya Osman Saba ve bir hikayeciden -Kenan Hulusi- oluşur. "Kendilerinden
öncekileri mızmızlıkla, dar ufuklulukla, aynı şeyleri tekrarlamış olmakla
suçlayan; kendilerinde canlılık, samimiyet ve daima yenilik bulunacağını"
(R. Mutluay, a.g.y., s. 261) vaat eden bu genç gruptan Ziya Osman Saba
dışında kalanlar kısa zamanda başka alanlara kayarak şiirden kopar. Memet Fuat
bu grubu "serbest nazım akımının şiirden uzaklaştırdığını" ileri
sürecektir.
İlk
kitabını 1935'te çıkaran Fazıl Hüsnü Dağlarca da şiire hece ile başlamış, daha
sonra serbest vezin olanaklarından da yararlanmıştır. Ne var ki, Dağlarca gerek
kendi kuşağı içinde, gerekse bütün Türk şiirinde daha baştan, benzersiz, önceli
ve ardılı oimayan bir şair olmuştur. 1930'lardan 2000'e uzanan uzun şiir serüveninde
ne bir akım ya da kuşağa öncülük etmiş, ne de bir akım ya da kuşak içinde
görünmüştür. Bu nedenle de ona rahatlıkla okulu, öğretmeni ya da ustası,
öğrencisi ya da çırağı olmayan bir şair diyebiliriz. Hececilerin, Garip
Şiiri'nin, İkinci Yeni'nin, 60 sonrası toplumcu gerçekçi şiirin hep bir adım
dışında bir yerlerde durur onun şiiri, hiçbir zaman içinde değil. Yerli ya da
yabancı herhangi bir şairden etkilendiği söylenemez, ama herhangi bir şairi
etkilediği de. İlk ve tek öğrencisinin, öğretmeninin kendisi olduğu tek başına
bir okuldur Dağlarca.
Hececiler
henüz şiir yazarken, hatta hece şiirinin demin adlarını saydığımız gerçek
şairleri henüz ortaya çıkmamışken Türk şiirinde bir başka hareketin başladığını
görüyoruz: Serbest Şiir.
Bizde
'serbest nazım', 'serbest şiir', daha sonra da 'özgür koşuk' olarak adlandırılacak
olan şiirin, daha önce Tevfik Fikret'in ve Ahmet Hâşim'in denediği 'serbest
müstezat'la bir ilişkisi yoktur; daha doğrusu, serbest şiir, serbest müstezat'in
bîr uzantısı değildir. Serbest müstezat'ta aruz ölçüsü yine kullanıldığı halde,
serbest şiirde şiir cümlesi sabit ölçüye bağlı kalınmadan, çoğunlukla uyaksız
olarak, daha çok sözcüklerin seslerine ve tekrarlara bağlı bir ritim içinde
oluşturulur. İlerde Orhan Veli 'eda' diyecektir buna.
Dolayısıyla
serbest şiir, eski şiirimizden kaynaklanmaktan çok, dışardan ve iki yoldan
gelmiştir bize. Biri, Nâzım'la birlikte, onun Rus Fütüristlerinden, daha çok
da Mayakovski'den etkilenerek yazmaya başladığı; ötekiyse, Ercümend Behzad Lav,
Mümtaz Zeki Taşkın gibi şairlerin Gerçeküstücülük, Dadacılık, Gelecekçilik,
Kübizm gibi akımlardan etkilenerek başlattıkları Batı kaynaklı serbest şiir
kollarıdır.
1920'lerden
1940'lara, Nâzım Hikmet'ten Ercümend Behzad Lav'a, Mümtaz Zeki Taşkın'dan Rıfat
İlgaz'a, Garipçilere kadar çok geniş bir şiir yelpazesini kapsayan Serbest Şiir,
tanı da bu özelliğinden dolayı şiirimizde bir akım kimliğine bürünememiş, şiir
tekniğinde bir değişme olarak kalmıştır. Serbest şiirciler ortak bir sanat ve
şiir anlayışına, ortak bir şiir diline, dünya görüşüne, ortak bir insan
anlayışına sahip şairler değillerdi. Örneğin Nâzım Hikmet de serbest vezinle
yazıyordu, Asaf Halet Çelebi de, Orhan Veli de.
Serbest
şiirin, çıkışında birçok şairi peşinden sürükleyen bir teknik olmasına karşın,
şiiri bir dönemeç noktasına taşıyan bir akım olamamasının bazı özel nedenleri
de vardır.
İlkin
Ercümend Behzad Lav, daha sonra da ondan ayrı olarak Mümtaz Zeki Taşkın gibi
şairler, Batı'daki Gerçeküstücülük, Dadacılık, Gelecekçilik, Kübizm gibi
dönemin Türk düşünce ve şiir alanına henüz yabancı, toplumsal ve düşünsel yaşamda
somut temeli olmayan akımlardan yola çıktıkları için, serbest şiirin bu kolu,
"doku uyuşmazlığı" denebilecek bir temel nedenden dolayı Türk
şiirinde
aşı tutturamamıştır. Mümtaz Zeki Taşkın kısa zamanda belleklerden silinirken,
Ercümend Behzad Lav daha yerel, daha toplumsal bir içerikle yazdığı şiiriyle
ancak 1950'lerin sonunda, 60'larda Man Mau, Üç Anadolu gibi kitaplarıyla
yaygın bir üne kavuşmuştur. Yine de, ölçülü-uyaklı şiire karşı çıkışlarıyla gerek
Lav'ı gerekse Taşkın'ı "1940 şiirini hazırlayan" (bkz. Necatigil, a.g.y.)
şairlerden sayabiliriz.
Serbest
nazmın Nâzım'la başlayan kolunun da bir başka yabancı şiirden, 1920'lerde
Sovyet şiirindeki avant-garde akımlardan, özellikle Mayakovski'nin şiirinden
esinleniyor olmasına karşın, bütün şiir serüveni "her somut öze en uygun
biçimi bulma" çabası odağında özetlenebilecek Nâzım gibi güçlü bir şairin
öncülüğünde gelmiş olması, onun ilk anda ters bir tepkiyle karşılanmasını önlemiş,
aksine kısa zamanda yaygınlık kazanmıştır.
Nâzım,
bireşimci yapıda bir şairdi; "duyduklarım, düşündüklerini canlı şeylerin
çıplaklığıyla doğrudan doğruya en kestirmeden yazmak" istediği için, etkilendiği
akımları, yerli-yabancı bütün şiir geleneklerini özümseyerek kendi malı
yapmasını bilirdi. 1920'lerin sonuna doğru, sonradan birçoğu kitaplarına girmeyecek
olan şiirleri dergilerde, gazetelerde yayımlanmaya başlar başlamaz, daha çok da
835 Satır (1929), Jokond ile Si-Ya-U (1929), Varan 3
(1930), 1+1=1 (1930), Sesini Kaybeden Şehir (1931), Gece Gelen
Telgraf (1932), Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932), Portreler (1935),
Taranta Babu'ya Mektuplar (1935), Simavna Kadıst Oğlu Şeyh Bedrettin
Destanı (1936) adlı kitaplarıyla siir ortamına olağanüstü bir canlılık, alışılmadık
bir yenilik coşkusu getirdi. Alışılmış şiir anlayışına aykırı bir ses, bir dil
ve içerik getiriyordu bu şiir. O güne kadar odalarda, yalnız başına ya da
kişiden kişiye okunan siir, bir söylev havasıyla meydanlara çıkıyordu. O zamana
kadar şiire konu olamayacağı sanılan birçok şey hiç sakıncasız giriyordu şiire.
En önemlisi, o güne kadar şiire konmuş bütün
kısıtlayıcı
kuralları reddediyordu bu şiir.
Bütün
bunlara karşın reddedilmedi, karşı çıkılmadı, tersine, övüldü ve alkışlandı.
Nâzım'ın yenilikler getiren, çığır açıcı büyük bir şair olduğu ilan edildi
dönemin yazın yetkelerince.
İşin
ilginç yanı, o günlerde yazılmakta olan şiir bundan hiç alınmadı, her şey
eskisi gibi devam etti. Yahya Kemal ve Ahmet Haşini Olimpos'taki tanrılardı,
sarsılmaları pek kolay değildi diyelim; ama o sırada halen ünlü Faruk Nafiz,
Necip Fazıl, Ahmet Hamdi, Ahmet Muhip, Ahmet Kutsi, Cahit Sıtkı... gibi şairler
de yine sürdürdüler şiirlerini.
Bunun
"üzerinde düşünülmesi gereken bir olgu" olduğunu söyleyen Memet Fuat,
'Türk şiiri Serbest nazım akımım tanımış, bu yolda çok güçlü, etkili,
başarısını dostuna düşmanına kabul ettiren bir şair yetiştirmiş, ama yolunu değiştirmemiştir"
diyecektir.12
Serbest
nazmın kendisinden sonraki şiiri alıp sürükleyen bir akım, şiirimizde bir
dönemeç olamamasının ikinci özel nedeni, bence, Nâzım Hikmet gibi çok güçlü bir
şairin öncülüğünde ortaya çıkmış olmasıdır.
Bir
kez, Nâzım teknik yönden, altında ot bitirmeyen bir ağaç gibi, taklitçisi olma
tehlikesini göze almadan aşılması olanaksız bir şairdi. Nasıl ki, İlhami Bekir
Tez, Nail V., Hasan İzzettin Dinamo, A. Kadir gibi şairler bu tehlikeden kurtaramamışlardır
kendilerini. Nasıl
ki, biraz sonra göreceğimiz gibi, 1940 kuşağının toplumcu şairleri bu tehlikeyi
sezmiş olacaklar ki, en azından teknik yönden, ses yönünden Nâzım'dan uzak
durmuş, hatta Garip şiirinin şiir cümlesine yakın bir yapı geliştirmişlerdir.
İkincisi,
Nâzım'ın şair olarak kendisine daha başlangıçta verdiği ve gizleme gereğini
sonuna kadar duymadığı misyon: şiirinin politik/ideolojik içeriği, teknik
olarak etkisi altında kalınmadan bile olsa izlenmesi, ardından gidilmesi güç
bir şair yapıyordu onu. 1938'de uzun süreli hapse sokulmasıyla birlikte
şiirinin de yasaklanması, politik erkin öncü bir şair olarak ondan ne kadar
korktuğunun açık bir ifadesiydi.
Öte
yandan, gerek dışta gerekse içte faşizmin güçlendiği o yıllarda serbest nazmın
bu politik/ideolojik içerikle özdeşleştirilmesi de utangaç/çekingen bir
toplumcu şiirin yeşermesine olanak tanıyordu. Savaş karşıtlığı, işçi, köylü,
emek yandaşlığı, ekmek kavgası, açlık, hastalık, yoksulluk... vb. izlekler bile
bir şiirin solcu sayılmasına -solculuk=komünizm'di o yıllar- yasaklanmasına
yetiyordu.
30'lu
yılların sonları ile 40'lı yılların başları, şiirin soluk almasının adamakıllı
güçleştiği, dolayısıyla zaten tıknefes bir şiirin giderek kan kaybetmeye başladığı
yıllardı. Ahmet Hâşim ölmüş, Nâzım Hikmet susturulmuş, Yahya Kemal ise eski
şiirin rüzgârında kendi kendini etkisiz kılmış; hece şüri, Faruk Nafiz, Kemallettin
Karnu, Ömer Bedrettin, Necip Fazıl gibi ilk temsilcileri çoktan susmuş, Ahmet
Hamdi, Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı gibi özgün birkaç şair dışında çoğu kendini
tekrarla yetinen bir manzumeciler grubu elinde; Yedi Meşateciler'den çoğu şiiri
bırakıp başka alanlara geçmiş; Dağlarca henüz Havaya Çizilen Dünya döneminde;
Asaf Halet Çelebi, Cahit Külebi, Behçet Necatigil, Sabahattin Kudret Aksal,
İlhan Berk, Servet-i Fünûn, Uyanış, Varlık, Ses, Hamle, Çığır, Yücel gibi
dergilerde ilk ciddi çıkışlarım yapmakta.
1940
kuşağının toplumcu kesimini oluşturacak olan Rıfat İlgaz, Niyazi Akıncıoğlu,
Enver Gökçe, Ömer Faruk Toprak, Cahit Irgat, Suat Taşer, Fethi Giray, Mehmed
Kemal ile daha sonra onlara katılacak olan gençlerden Ahmed Arif, Arif Damar,
Şükran Kurdakul gibi şairler toplum sorunlarını öne alan bir şiir yazıyorlardı.
Onlar için şiirde neyin söylendiği, nasıl söylendiğinden önce geliyordu.
1930'ların sonlarından başlayarak devletle şair arasında bağların zaten kopmuş
olmasının da bir sonucu olarak, sık sık kapatıldığı için kısa ömürlü olan Yürüyüş,
Ses, Sokak, Yığın, Hamle... gibi dergilerde, kitapları toplatılarak,
kendileri sık sık yargı önüne çıkartılarak baskı altında bir şiir geliştirmeye
çalıştılar. Bu yüzden şiirleri güdük kaldı, gelişemedi. Bu kuşaktan Arif Damar
ve Şükran Kurdakul gibi şairlerle, Ceyhun Atuf Kansu ve Attilâ İlhan örneği,
zaten bu kuşaktan bağımsız olan şairlerse daha üretken, daha özgün bir şiire
ulaştılar.
1940'ların
başında Türk şiiri Garip akımıyla kökten bir değişikliğe uğradı.
Daha
sonraki yıllarda Garipçiler olarak adlandırılacak olan, henüz yirmilerindeki üç
genç şair: Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet, Varlık dergisindeki
hece ölçüsünde ilk şiirlerinden sonra, 1937'den başlayarak yayımladıkları, daha
sonra 1941'de bir bölüğü Garip kitabına girecek olan yeni şiirleriyle işte böyle
bir arenaya çıktılar.
Orhan
Veli, Varlık dergisinin 1.12.1939 ile 1. 2.1940 tarihleri arasında, dört
ayrı yazı halinde yazıp yayımladığı "Şiire Dair" başlıklı yazısını Garip'in
1941 ve 1945'teki ilk ve ikinci baskılarının başında "Garip" adı
altında yeniden yayımladı. Böylelikle bu yazı hem bu yeni siir akımına adını
vermiş oldu, hem de akımın bildirisi sayıldı.
Bu
nedenle, Garip akımından söz etmek gerektiğinde hemen bu yazıdan, özellikle de
bu yazının belli cümlelerinden başlamak bir alışkanlık haline gelmiştir:
"Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan..." diye başlayıp
"müreffeh sınıfların zevkine hitapetmiş olmak..." diye giden cümle.
Oysa bu yeni şiirin kökleri daha başka yerdeydi:
Merlih
Cevdet Anday, çok daha sonraları Garip akımı üzerine sorulan bir soruya daha
açık, daha basit bir karşılık veriyordu: "Biz o şiirleri, o gün yazılmakta
olan şiirden bıktığımız için, bu şiiri değiştirmek amacıyla yazdık." Orhan
Veli de 1 Mart 1949 tarihli Yaprak dergisinde yayımlanan "Genç
Şairden Beklenen" adlı yazısında şunlan söylüyordu: "Yirmi yaşımızı
dolduralı bir iki seneden fazla olmamıştı: beylik kalıplar, beylik oyunlar,
beylik dünyalar içinde bunalmış kalmış olan şiire yeni imkânlar arayalım
dedik." Gerek Anday'ın sözleri, gerekse Orhan Veli'nin bu yazdıkları, Garip
şiirinin çıkışındaki temel düşünceleri daha iyi anlamamıza yardım edecektir.
Notlar: 5 Kurdakul, a.g.y. s. 30. 6 Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk
Şiiri Antolojisi, s. 548,4. basım, 1986. 7 Hasan-Âli Yücel, Edebiyat
Tarihimizden, s. 47,1989. 8 Alıntılar için bkz. M. Orhan
Okay, Kaşgar, Sayı 10, Temmuz 1999. 9 Ruşen Eşref Ünaydın, Diyorlar
ki..., s. 263, yeni basım 1972. 10 Rauf Mutluay, Çağdaş Türk
Edebiyatı, s. 155,1973. 11 Turgut Uyar, Bir Şiirden, s. 92-93,
1983.
Memet Fuat, Çağdaş Türk Şiiri
Antolojisi, c.1, s. 20, Genişletilmiş 1. basım, 1999.
Kaynak: YÜZYILIN TÜRK ŞİİRİ 1900-2000 CİLT I - 359 SAYFA Takım No: 975-08-0252-7 ISBN 975-08-0252-5