Sunum:
"Bir Yudum Öykü" ya da
"Bir İçim Su"
Benim
için tüm sözcükler kutsaldır. Kim tarafından
söylendiği ya da yazıldığı önemli değil. Elbette konuşanın ya
da yazanın
becerisi sayesinde bir sözcük kullanıldığı yerde belki daha
şık durabilir. Ama
bazı sözcükler vardır ki hem kullanıldığı yerde eşsiz bir
güzellikte durur, hem
de nitelediği varlıkların varlığına cümbüşlü bir renk
katar. Bir de başka
dillerden dilimize dadanmış (girmiş) bazı sözcükler vardır:
Ne yaparsak yapalım
onları sözcüklerimiz arasından ayıklayamayız ve kapıdan
kovsak bacadan, bacadan
kovsak kapıdan girerler cümlelerimize. Ben böylesi arsız
sözcükleri çok
severim. Bu sevdiğim sözcüklerden biri de “nefer”
sözcüğüdür. Onun yerine “er”
sözcüğünü bulmuşuz ama er sözcüğünde
bir güç gösterimi ve çeşitli anlamlara
gelecek bir söyleniş biçimi vardır. Ama nefer
sözcüğü hem zariftir, hem de sade
bir yalınlık içerir. Bana göre bu sözcüğün
söylenişinde gizli bir içtenlik
vardır aynı Merih Günay’ın öykülerinde olduğu gibi.
Merih Günay’ı “Pabuçlarımın
Yazarı” adlı ilk öykü
yapıtıyla tanıdım. İlk bakışta öyküler herkesin yazabileceği öyküler gibi
gelmişti bana, ama biraz ilerledikçe öykülerdeki gizli içtenliği sezmeye
başladım ve öykülemeyle yaratımın iç içeliği beni alıp son öyküye kadar
götürdü. Yaşamıyla da öykülerindeki yalınlığa katkıda bulunduğunu görmem beni
fazla şaşırtmadı. Sanırım onun öykülerindeki gizli içtenliğin kaynağı da
burada.
Öykülerinde betimlemeyi tüm konuya yayan Günay’ın
öykülerini okurken okuyucu çok dikkatli olmak zorunda, çünkü yazar aynı zamanda
bir sözcük sıkıştırma ustası. Onun cümlelerinde sözcükler arasına sıkıştırdığı
bazı sözcükler, yerine oturmamış gibi durur ve ilk bakışta okuyucuya anlamsız
gelebilir, ama öykü ilerledikçe o sıkıştırılan sözcüklerin öyküdeki anlamı nasıl
derinlemesine etkilediği kolaylıkla anlaşılır. İşte o zaman okuyucu o eğrelti
duran sözcüğün durduğu yerde “çok şey” anlattığının farkına varır. Bu nedenle
okuyucu öyküleri okurken o sıkıştırılan sözcüklere çok dikkat etmelidir.
Merih Günay, "Martıların Düğünü" adlı beş
bölümden oluşan bu öykü yapıtında, bir dramı yumuşatarak gülümsetmiş. Bunu yapabilmek
için de; kötüyü, kötülüğün sembolü imgelerle,
iyiyi iyileri anımsatan imgelerle belirginleştirmiş. Bazen bir zaman dilimini,
bazen soyut bir varlığı “Körpelerin tatlı şamatası..., ya da
pencereden seyrettiğim sokaklar asık suratlarını yumuşatıyor...” ifadeleriyle kişileştirmiş. Zamanı ustaca
bir paragraf vuruşuyla ileri ve geri götürebilmiş. Bir mekanı bir tamlamayla
kolayca tanımlayarak okuyucunun sabrına dokunmuş. Öyküdeki olayları bir sesle
dillendirip özelliklerinin ayrıntılarına inmiş. Önce gerçekleri fantezilerle
birleştirip, sonra her iki unsuru birbirinden ayrıştırarak okuyucuya seçenekler
sunmuş. Efsanelerde sık sık geçen “İnsan tanrılar” yerine o “İşçi
tanrıları” da ekleyerek tanrı söyleminin zenginleşmesine küçük bir katkıda
bulunmuş ve yaşamımızdaki dümdüz algılamaları
o da fazla örslemeden “Acele etmedim. Yayları gevşemiş, çarşafı
eskimiş de olsa, toprağın altına girmeden önce bir yatağın üzerinde geçirilecek
her saniye, ölüye övgüdür diye düşündüm. Yetmiş sefil yılını, güneş yüzü
görmeyen torna atölyelerinde, sıva tutmaz kira evlerinde geçirdiği dünyada,
toprağın üzerinde birkaç dakika fazladan kalmasının bir sakıncasını görmedim.” kendine özgü o içten yalınlıkla okuyucusuna anlatmış.
Birinci tekil formuyla yazılan ve beş bölümden
oluşan bu yapıtta yazar yer yer metinlerin içine yerleştirdiği soru
cümleleriyle okuyucunun hem kendine, hem de kendinden ötekilere “Dününden ve yarınından ödü patlayan, bugün
ise üzerindeki bir gömlek ve cebinde beş para olmayan pantolonla kapı önünde
dikilen bir numune miyim? Sen de dünya güzeli bir yaratık, benzersiz bir lütuf
mu? Kimsin sen yahu?” sorular sormasını sağlamış. Bu uzun öyküdeki bir
başka özellik ise cümlelerin serbest duruşları içersinde birbirine delicesine
bağlılıkları. Bu tür cümlelerde bazen okuyucuya ters gelecek ve onların
düşüncelerini ters etkileyecek bir durum da sözkonusu. Ama o iki olumsuzluğu
düşüncelerinde yoğuran okuyucunun ince dudakları arasına bir de gülümseme düşürmüyor
değil elbette.
Martıların
Düğünü adlı öyküyü okuyup bitirdiğimde
“Bir yudum öykü/ Bir içim su”
sözcükleri
dolandı bir süre dilime. O nedenle ben de bu öyküye bir
yudum öykü adını
verdim. Sizlerin de bu öykü kitabını okuyup, kitabı
kitaplığınızın rafına yerleştirirken
benim gibi “bir yudum öykü" ya da "Bir içim
su” diye söyleneceğinizden
eminim.
Murat Tuncel