Sevmediğim Bir Şair: Mehmet Âkif Ersoy 

                  




          Şair dedim ama bana göre iyi bir şair değil Mehmet Âkif Ersoy... Öteden beri onun iyi  şair olduğuna inandıramamışımdır kendimi. Mehmet Âkif’i iyi şair olarak kabul edebilmem için önce tutucu, dini bütün, inançlı biri olmam, bu niteliklerin beni olabildiğince öznelliğe itmesi, körleştirmesi, “şiir” ve “manzume” ayırımı konusunda hemen hiçbir bilgiye sahip olmamam gerekiyor. Vasat bir şairin, omurgalı kişiliği, yaşamı süresince çizgisinden sapmaması, dürüstlüğü yüzünden iyi şair olarak kabul edilmesi olanaklı mı? Ama bu toplumda olabilir böyle bir şey. Dini inancın, insani tüm kusurları, yeteneksizlikleri ve edebi-estetiği örtmesi nedeniyle olabilir... Ömer Seyfettin, döneminde nasıl, ruhçözümsel çözümlemeleri ve anlatımıyla değil de, salt “olay”ı öne çıkartarak okuru etkilemiş bir öykücüyse, Mehmet Âkif’de, İslâmi yönden düşünce ve terbiye içeren didaktik manzumelerin, dinsel makalelerin şairi ve yazarıydı. Bu yüzden sevmediğim bir şairdir o... İnceleyip de sevmediğim... Toplumumuzda kimi sıradan insanların, bir takım gerici siyasi çevrelerin Mehmet Âkif’e yönelik sürüp giden, İslâmi ideolojiden kaynaklanan coşkusal ilgisi, çok duygusal, öznel ve bilgiden yoksun; şiir dışı kült bir ilgi niteliğindedir. Hani Marx’ın “bilmiyorlar ama yapıyorlar” dediğinden...

Mehmet Âkif’de batınî (esoteric) bir ilginin, tasavvuf derinliği ve enginliğinin bulunmaması, onun İslâm’a bakış açısını, anlayışını, sanki resmi bir şeymişçesine kurulaştırmış ve sevimsizleştirmiştir. Âkif’in İslâmcılığı özünde totaliter, militan özelliklidir. Âkif ve çevresi vahdet-i vücûd felsefesine ilgi duysa da tasavvuf ve tarikatlarla İslâm’ın yeniden eski günlerine dönebileceğine inanmamışlardır(Demirci, Mehmet, Doç.Dr.(1993), Yahya Kemal ve Mehmet Âkif’te Tasavvuf, Akademi Kitabevi, İzmir.). Mithat Cemal, “Mehmet Âkif” (1939)adlı yapıtında: Âkif’in tasavvufu sevmediğini, onun tekke müslümanı değil cami müslümanı olduğunu, “Secde”, “ Leylâ”, “Gece” ve “Hicran” gibi yaşlılığında yazdığı tasavvufi  şiirlerinde duygu gizemciliğinin değil, düşün gizemciliğinin, “cezbe”den daha çok “secde”nin var olduğunu yazmıştır. Mehmet Âkif, Bedrettin’in Vâridat’ını, Mevlâna ve Gazâlî’yi okumuştur. Neyzen Tevfik’den eski han odalarında ney dinlemiş, ney üflemeyi öğrenmiştir. Ancak, Nurettin Topçu, S.Hayri Bolay’ın öznel, zorlama yorumlarına karşın  Mehmet Akif tasavvufun uzağında durmuş bir şairdir. Bu yüzden lirizm değil, didaktiklik, öğüt ve bilgi verme doğulu tavrı asıl unsurdur şiirinde. Kur’an, sünnet, akıl ve bilimin bir tür bireşimidir onun poetikası. Coşkulu etkiyi, en çok inandığı ideallerin dile getirilmesinde, acılarını söylemekle sağlar. Dindarlığı samimi, o dönemin ütopya yaratan havasına uygundur. Bireysel duygu ve düşüncelerin sanata bitmez tükenmez biçimde konu olmasına ve bunun gereğine de inanmaz.

Bir dönem Farsçadan şiir çevirileri de yapan Âkif, Hafız ve Şirazlı Sâdi’nin izinde yürüdüğünü söyleyerek şiir yazmaktaki amacını şöyle açıklar: “...Nazımla yürümek istediğim gaye, rezail-i içtimaiyemizi ortaya koyup halkı bunlardan tenfire çalışmaktır. Zaten şiire Sâdi mesleğini taklitle başlamıştım. Öyle zannederim ki, en çok tesiri altında kaldığım edip Sâdi olacaktır...”(Servet-i Fünûn-1919). Şiirde adı geçen iki İran’lı şairi rehber aldığını söylemesine karşın, Hafız ve Sâdi’nin şiirlerindeki aşk, engin lirizm, hoşgörü ve esprinin(esprit de l’âme) kırıntısını bile Âkif’in şiirlerinde(manzumelerinde) bulamıyoruz. Ortodoks / Sünni İslâm’a katı, körü körüne, belki de çok kişinin hoşuna gidecek biçimde cesedimsi bir bağlanış ve teslimiyet var Mehmet Âkif Ersoy’da. İşte bu, kimilerinde hayranlık yaratan katı duruş ve inancın Cumhuriyet’in laik ideolojisiyle çelişerek onu yeni biçimlendirilen devlet nezdinde giderek buruk, zorlamalı ve kuşkulu kıldığı kanısındayım. İstiklâl Marşı’nı yazmasına karşın Mehmet Âkif hâlâ seçkinci asker ve sivil bürokrasinin bir bölümü tarafından tam olarak benimsenmemiştir. Bu yaklaşım, ülkemizde Kemalist ideoloji- sivil toplum çelişkisi aşılamadığı veya yeni bir ulusal marş metni yazılmadığı sürece sürüp gidecektir. İstiklâl Marşı ve “Çanakkale Şehitleri” şiirleri özünde dinsel vasat birer manzum metinlerdir. Olgun bir şiir beğenisini edebi-estetik açıdan doyuracak düzeyde şiirsel metinler değildir. Seçkin değil, camilere devam eden kitlelerin duygularına, beğenisine hitap edecek biçimde yazılmışlardır.

        Bu ülkede tutucu ideolojiye sahip dinci kesim nedense biribirini hemen bağrına basar. Olanaklıysa eleştirmez, soru sormaz... Örneğin: Namaz kılan birisi şiir ya da öykü yazıyorsa, dikkate değmeyecek bir şair, öykü yazarı olmasına karşın öne çıkartılabilir. Böyle örnekler çok tutucu edebiyat dergilerinde. Safahat’i şiir tarihimiz açısından bilmem gerektiğinden okudum. Bu yazıyı yazmadan önce işaretlediğim ve yanlarına notlar aldığım Mehmet Âkif şiirlerini yine bir kez daha okudum. Oğuz Atay’ın “Batı inceler, biz severiz” sözünü unutmadan ama... Descartes’ın cogitosu gibi bilincinde olduğum bir şey var: Akif’in manzumeleri beni etkilemiyor kesinlikle. Nobakov’un dediği gibi tüylerimi diken diken etmiyor didaktik manzum ürünleri onun. Dinci, İslâmcı bir şair okumak isteyen bir şiirsever, günümüzde, Necip Fazıl, en iyisi Sezai Karakoç’u ya da Zarifoğlu’nu yeğleyebilir. Akif’in söyleyeceği bir şey yok günümüz insanına. Nâzım Hikmet’in “inanmış adam” dediği, tutucu kesimleri pek memnun eden bu söz, Âkif’in, gerçekçiliği, toplumdaki yoksullukları dile getirmesinin, Nâzım Hikmet’i etkilediğindendir. Çünkü, gericiydi ama düzeni eleştiriyordu Âkif. Marksist olmasa da İslâmcı ideolojiye militanca inanarak...

Arnavutluk / Suşisa’lı, Nakşibendi tarikatına mensup Hoca Tahir Efendi ve Buhara kökenli Emine Şerife Hanım’ın oğlu, çok tutucu müslüman bir aile ortamında büyüyen Mehmet Âkif; kökenini dürüstçe “Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum...” biçiminde yazmıştır. Ne ki Osmanlı döneminde Arnavut olmak önemli bir zaafiyet unsuru değildir. O dönemde, Ziya Gökalp’e Kürt, Ömer Seyfettin’e de Çerkez denilmiştir. Âkif, çocukluğu ve gençliğinde cami derslerini izlemiş, babasından, Arapça ve akaid(tanrı ve tapınma kuralları bilgisi) dersleri almıştır. Hoca Tahir Efendi oğluna tasavvuf terbiyesi vermemiştir. Âkif, bu etkilerle şiire yönelmiş, bir süre Muallim Naci’ye öykünmüştür. Fransızca da çalışan Âkif’in ilk şiir kitabının adı: “Kur’an’a Hitab”dır. Resimli Gazete’de, şiirler, gazeller, mesnevi düzeninde manzumeler, münacaatlar yazmıştır.Kendi istediği ümmetçi, şeriatçı bir dizgede yaşayamadığı ve Batı’ya karşı olduğu için sinirli, kırgın, yer yer sesini yükselten Mehmet Âkif;  İslâm ümmetine duygusal açıdan yaklaşırken, Batı’ya da İslâm gözlüğüyle eleştirel bakmıştır. Neden geri kalmış olduğumuzu kendi kendine sormakla birlikte bu sorunun yanıtını bir türlü bulamamıştır. Allah korkusu ve şeriat düzeninin yurt sorunlarına çare olabileceğini, toplumdaki yanlışlıkların batıyı taklitten kaynaklandığını düşünmektedir. Dinsel idealizmini, geçmişe, İslâmiyetin ilk yıllarına özlemle pekiştirmiştir. Günümüzdeki siyasal gelişmeler bağlamında romantik ulusçu olan birisi Mehmet Âkif’te kendine göre bir şeyler bulacak olsa da; Âkif, asıl, ümmetçi düşünene hitap etmektedir.

Mehmet Âkif Ersoy, İttihat Terakki’nin şubesi olan Teşkilatı Mahsusa(Gizli Haberalma Servisi)’nın bir üyesiydi. Devlet yönetiminin her şeyi sakıncalı saydığı 1898-1908  yılları arasında herhangi bir ürün yayımlamamıştır. 1908 yılında Darülfünûn’da edebiyat müderrisliğine atanan Akif, İkinci Meşrutiyetin ilanı ile birlikte Eşref Edib’in Sırat-ı Mustakim(14 Ağustos 1908) daha sonra adının değişmesiyle Sebilürreşad dergisinde yapıtlarını yayımlamaya başlamıştır. Onun söz konusu dergilerdeki makaleleri, edebi olmaktan çok, Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh ve Ferid Vecdi’nin dini fikirlerini yaymak amacıyla yazılmıştır. Âkif; bu kişilerin yapıtlarından çeviriler de yapmıştır. Âkif’in şiirleri birer manzum öykü, toplumu gerçekçi yönden eleştiren akıl ve ahlak şiirleridir. Oysa, didaktikliğin dışında şiirin akıl ile ilişkisi tartışmalıdır. Şiir akıldışı bir türdür çünkü. Antik Yunan’da Hesiodos’un, Lucretius’un şiirleri de didaktiktir. Doğu’da da, Emevi, Abbasi döneminde, örneğin kimya kitapları kolay ezberlensin diye manzum olarak yazılmıştır. Bu metinler şiir değildir. Âkif’in şiirleri mesnevi tipinde düz uyaklıdır. Konuşma biçiminde yazılmıştır. Şiirlerde ağız taklitlerine, günlük konuşma diliyle Osmanlıca’ya yer verilmiştir. Dizelerde çok ayrıntı vardır ve Akif ayrıntı seven bir şairdir.

Onun, “Küfe, Hasta, Durmayalım, Hasır, Geçinme Belası, Meyhane, Bayram, Selma, Azim, Seyfi Baba, Kör Neyzen, İstibdad, Hürriyet, Koca Karı ve Ömer, Dirvas, Mahalle Kahvesi, Köse İmam-Ali şevki Hoca” adlı şiirleri, bana göre, melodramik, İslam tarihinden ibret alınacak öykülerle süslü manzumelerdir. Aynı dönemlerde yazılan Tevfik Fikret’in “Sis” şiiri ile Âkif’in “Seyfi Baba” şiiri karşılaştırılacak olursa, Seyfi Baba’daki İstanbul sokakları betimlemesi, yoksulluk ve yanlışlıkların sunumunun ne kadar farklı olduğu anlaşılır.  

Mehmet Âkif; İslâmiyeti ilk dönemin koşullarına göre düzenlemek, İslâm ülkelerini birleştirmek amacıyla cami vaazları da vermiştir. Ümmet birliğini parçalayacağı düşüncesiyle Türkçülük akımına karşı çıkmıştır. Bu arada İttihat Terakki’de gece Arapça dersleri de vermektedir. Safahat’ın ikinci kitabı olan Süleymaniye Kürsüsünde(1912) adlı uzun şiirinde Türkçülüğü eleştirir. Balkan bozgunu ve Arnavutluk isyanından sonra yine, Muhammed Abduh’un da etkisiyle, İslâmiyet’in köklerine inerek, âyet ve hadisleri yorumlama ve dinin özgün yapısını gösterme işine girişir. Bu çizgide 1912’de otuz bir, 1913’de de dört âyetin yorumunu yapar. Hakkın Sesleri adını vereceği Safahat’in üçüncü kitabına önce ayetlerin Arapça asıllarını alarak,  onların çevirilerini yorumlayan manzum açıklamalar yaparak eserini bütünler. Hiçbir toplumbilimsel kavramı bilmeyen ve bu kavramlardan haberi olmayan Âkif, yüzyıllar öncesine, İslâmiyetin doğduğu Arap kabilesine dönüşle toplumsal sorunların çözümleneceği saplantısı içersindedir. Safahat’ın dördüncü kitabı olan Fatih Kürsüsünde(1914) yer alan Köprü manzumesinde,  iki arkadaş, namazlarını Fatih’te kılmak üzere uzun bir yolu sohbet ederek yürürken Âkif sanat anlayışını dile getirir. Sebilürreşad’da tefrika edilmiş olan bu manzume, İslâmlığın korunması için dua ile son bulur. O dönemde Müdafa-i Milliye Heyeti Neşriyat Şubesi’nde üye olan Âkif,  Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Berlin’e gönderilmiştir. Beşinci kitabı Hatıralar’da (1917) Mısır ve Almanya gezilerinin izlenimleri ile birkaç âyet ve hadisin yorumlarına yer vermiştir. Âkif; Divan edebiyatının yanı sıra batılılaşan yeni Türk edebiyatını da konu ve içerik darlığı nedeniyle eleştirir. Tevfik Fikret ve erotik bulduğu Zambak’ın yazarı Mehmet Rauf ‘a değin eleştirilerini daha sonra bu kitaptan çıkartmıştır.

Mehmet Âkif; Ulusal Bağımsızlık Savaşına katılmak üzere 9 ekim 1920’de İstanbul’dan ayrılır. Kastamonu vaazında Ulusal Savaşımı destekler. Bursa’nın işgal haberleri üzerine 1921’de Bülbül şiirini yazar. Ulusal Savaşım’dan beklentisi İslâmiyetin kurtuluşudur. Şiirlerinde İslâm büyüklerinin yanısıra Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucularının adlarını da belirtir. Yurt, özyurt gibi kavramları şiirine alır. Ocak-1921’den itibaren Burdur temsilcisi olarak Birinci Meclis üyesi yapılmıştır. Ankara’da Tacettin dergâhında kalmaktadır. Meclis’te kendisine verilen görev dahilinde Kur’an çevirisine yoğunlaşır. 1922’de yazdığı Leylâ şiirinde doğu dünyasını Mecnun’a, İslam birliği idealini Leylâ’ya benzetir. Ankara’da kurulan yeni devletin laik yöneliminden hoşnut olmaz.. Ekim-1923 ayında koruyucusu Abbas Halim Paşa ile Mısır’a gider. Bu tarihten sonra kış mevsimini Mısır’da, bahar ve yaz aylarınıTürkiye’de geçirmeye başlar. 1926’dan sonra da ölüm öncesine kadar bir daha Türkiye’ye gelmez. Mısır’da müderrislik(üniversite öğretim üyeliği) yapmaktadır. Bu dönemde Safahat’ın yedinci kitabı olan Gölgeler’deki şiirlerini yazar. Abbas Halim Paşa’nın ölümüyle hayata küser. 1936 yazında İstanbul’a döner. Emekli maaşı bağlanır ve Mısır Apartmanında siroz hastalığıyla pençeleşir ve 27 Aralık 1937 günü öldüğünde büyük bir törenle Edirnekapı Şehitliğine gömülür.

Mehmet Âkif’in iki popüler şiirinden birisi olan “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiiri, aslında Asım şiirinin bir bölümüdür. Bu şiir 2500 dizeden oluşur. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Âkif, baba dostu Köse İmam, onun oğlu Asım, Hocazade’nin oğlu Emin’in arasında geçen konuşmaları konu alır. Bu şiir, Sebilürreşad dergisinde düzenli biçimde yayımlanamamıştır. Asım şiirini, Akif,  5 Eylül 1919’da bitirmiş; 1919-1923 döneminde tefrika ederek, 1924 yılında da kitaplaştırmıştır. Âkif; Teşkilatı Mahsusa içinde yer aldığı için, Birinci Dünya Savaşındaki tüm askeri yenilgileri görmezden gelerek sadece Çanakkale Savaşını yüceltmiştir bu şiiriyle. Cemal Paşa komutasındaki 5.Ordunun Suriye cephesindeki bozgununa, Enver Paşa’nın Sarıkamış felaketine hiç değinmemiş; bir eleştiri de getirmemiştir. Tüm bu savaşlar 1914-1918 döneminde yapılmış; Âkif, “Çanakkale Savaşı” şiirini yazmak için uzun süre beklemiştir. Yenilgilerden söz etmemesi bir yana zaferleri de zamanında övememiştir.  Ona göre, Çanakkale’de yapılan savaşın tek amacı İslâmı kurtarmaktır. Bu Savaş, Haçlı seferleri türünden bir savaştır. Âkif’in şiirlerinde bu dönemde de  henüz “yurt”ve “ulus” kavramları yoktur.

İstiklâl Marşı; toplam 41 dize, 9 dörtlük ve 5 dizelik  bir son bentten oluşmuştur. Marşın güftesi, açılan para ödüllü resmi bir yarışmaya katılan 724 adet şiirin başarılı bulunmaması üzerine, Maarif Vekili Hamdullah Suphi tarafından para karşılığı olmaksızın Âkif’e yazdırılmıştır.  Bütün şiirlerinde mesnevi düzenini kullanan Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı’nda dörtlük birimini aruzla birlikte kullanmıştır. Kalıp: “Feilatün, feilatün, feilatün feilün” biçimindedir. Ölçü (vezin) zoruyla üç yerde “yurt”, üç yerde de “vatan” sözcüğü kullanılmış; “vârımı” sözcüğü ile de bir kez imale yapılmıştır. Genellikle Türkçe ve yabancı anlamdaş kelimeler birarada kullanılmış, aruzu Türkçeye uydurmak için ulamalardan(vasl) kaçınılmamıştır. “Kahraman Ordumuza” ithafı ile başlayan bu şiir, o günlerin koşulları gereği(Yunanlılar Ankara’ya yaklaşmışlardır-Temmuz)“Korkma” sözcüğüyle başlamakta, aynı sözcük dördüncü bendin üçüncü dizesinde de yinelenmektedir. Âkif, millet sözcüğünü ilk kez “ümmet” değil, “ulus” anlamında kullanmıştır. İstiklâl Marşı,  bağımsızlık savaşını doğrularken, Türk tarihini de genel olarak özetler. Şiir metninde ulusal destanlarımızdan Ergenekon destanını anımsatan bir dize de vardır. Ancak, Âkif’in İslâmiyet öncesi Orta Asya tarihini bildiğini gösteren başka bir bilgi ya da tanıklık yoktur. Ona göre, yurdun en büyük, en dokunulamaz  kutsalı, mabedler ve dinsel kurumlardır. “Ebediyen” sözcüğü ezana ve yurda bağlanarak güçlü bir tevriye sanatı yapılmıştır.İstiklâl Marşı’nda, doğru bir savaşımın Tanrıya ve doğruluğa tapan millete bağımsızlığı getireceği inancı vurgulanmaktadır.

Mehmet Âkif, düşüncelerinin yanlışlığına karşın,  samimi inancı, dürüstlüğü, koruyucularının iktidardakilere olumlu telkinleri, devlete hizmetleri nedeniyle, tepkilerine karşın sürekli olarak hoş görülmüştür. Âkif’in sanatını toplum yararına kullandığı açıktır. Dili iyi bildiğinden aruzu Türkçe’ye zarar vermeden doğallıkla manzumelerine uygulayabilmiştir. Onun bir konuyu kolaylıkla koşuk haline getirebilme yeteneğine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Çok çabuk yazılan, makale niteliğindeki rafine edilmemiş manzumelerinde bu yetenek gizlidir. Hiçbir zaman hece ölçüsünde şiir yazmamıştır. Ölçünün esiri olmadığından aruzun ters etkilerini şiirine taşımamıştır. Gereğinden fazla gerçekçi olduğu eleştirileri karşısında, örneğin, Meyhane, Mahalle Kahvesi manzumelerinde katı sözlülükten, yani şiir söylemine pek uygun olmayan dobra dobra söyleyişten vazgeçmiş görünmektedir. Yukarıda da değindiğim gibi düzyazı ve çevirilerinde hep dinsel konuları işlemiştir. Mehmet Âkif; her şeyi dinden beklediğinden, din ile bağlantıladığından döneminin Cumhuriyetçi-laik siyasal gelişmeleri bağlamında giderek yalnızlaşmıştır. Bununla birlikte, gerekli köktenci siyasi savaşımlara zamanında katıldığından geçimi sağlanmış, saygınlığını da  koruyabilmiştir. Onun, şiir ilkeleri ve tekniği bakımından vasatı aşamayan, lirizmden nasibini almamış İstiklâl Marşı metnini o günlerin ortamının yarattığı coşkuyla yeteneğinin üstünde bir gayretle yazabildiği kanısındayım. Diğer manzumelerinin sıradanlığı bana bunu düşündürüyor. Gerçekte Mehmet Âkif Ersoy edebi-estetik açıdan geleceğe kalabilecek nitelikte büyük bir şair değildir. Siyasi ve toplumsal gelişmeler içinde doğru zamanda doğru yerde bulunması ve şansının yardımı onu hiç de hak etmediği halde “devlet şairi”, “ulusal şair” sıfatlarıyla ölümsüzleştirmiştir.    


Mart 2008, Ankara 

 
  

  
 Abdullah Şevki
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar