Salah
Birsel, günlüklerinden birinde, (7 Nisan 1973) “Evli bir kadın edebiyat
düşmanıdır. Edebiyatçıyla evli bir kadın ise hem edebiyat, hem de edebiyatçı
düşmanıdır.” buyurmuştur. Üstadımızın sözü yabana atılır cinsten değildir;
lâkin, böyle bir kaderin esiri olmuş kadınların bu tutumlarında bütün bütün
haksız olduğunu söylemek de hakikate saygısızlıktır.
İşin
doğrusu, hayatını bir yazar ya da şairle dört duvar arasında geçirmek
mecburiyetinde kalan kadınların talihsizliğine oturup ağlamamız icap eder.
Onların bütün yazıklanmalarında, şikayetlerinde haklılık payı vardır ve
edebiyatçı dediğimiz adamlar, kadınlar için evde hakikaten çekilmez bir
yaratık, katlanılmaz bir azaptırlar. Bir kere yazar ve şair milleti (elbette
istisnaları çıkar ve benim de gayet ‘uyumlu’ ve ‘zararsız’ tanıdıklarım
mevcuttur, amma böylelerinin sayısı iki elin parmaklarını geçmez) adamakıllı
bencil; mütemadiyen sinirli, geçimsiz ve çoğu zaman beceriksizdir. Kendilerini
hayatın merkezi görür, evde bir kadının yaşadığını, onun da istekleri ve
hülyaları olduğunu unuturlar. Kadınların sıradan meşguliyetlerini, gündelik
ihtiyaçlarını, hemen herkes gibi yaşama; gezme, alışveriş etme arzularını
küçümser, lüzumsuz addeder ve hatta süflî bulurlar. Kadın ise daima alelâdenin
peşindedir ve evde kendisinin de var olduğunun fark edilmesini ister. Bir
edebiyat adamının olağanüstü kıymet verdiği ‘yazı’ ya da ‘şiir’, evli bir kadın
için üzerine getirilmiş bir ‘kuma’dan farksızdır. Kocasının kendisine ve eve
ayıracağı vakti heba eden bir düşmandır. Yazıya ve şiire, bunların sahibine
âşık olanlarsa hep ‘uzak’ kadınlardır… Yani bekâr kadınlar, hayatın yükünü
omuzlamamış genç kızlar… Çünkü onlar, yazı adamlarının daima gülen yüzünü,
nazik mizacını ve zarif tabiatını görür; onların tıpkı romanlarında,
hikâyelerinde ve şiirlerinde olduğu gibi duygulu, nazik ve hülyalı birer
romantik olduğunu düşünürler. Yazık ki aldanırlar!... Dışarıda adamakıllı nâzik
ve olabildiğine güçlü görünen yazı erbabı, evde genellikle huysuz, duyarsız ve
elinden iş gelmez bir yaratığa dönüşüverir. Bu yaratığın bütün çilesini, evdeki
‘zavallı’ kadın çeker. Şimdi söyleyin bakalım, hangi aklı başında kadın, böyle
bir adamla yaşamak ister ve bu çileye ses çıkarmadan katlanır? Katlanırsa ömür
boyu bedbaht yaşar.
Haklarını
yemeyelim, meşhur yazar ve şairlerle evli olup da mutlu-mesut, cıvıl cıvıl bir
hayat süren kadınlar da yok değildir. Bunlar arasında, kocalarının ayağını
‘dışarıdan’ kesen, dokuzun kurası bohemleri ana kuzusuna çevirenler de vardır.
Bir gün (1937 yılında) elinde bir hikaye, Cumhuriyet Gazetesi’nin yolunu tutan
ve o işlere bakan Peyami Safa’nın odasına girdikten üç ay sonra onunla
nişanlanıp bir yıl sonra da evlenen Nebahat Hanım, böyle talihlilerdendir.
Peyami Safa, Nebahat Hanım’la evlendikten sonra bohemlikten istifa edip evinin
erkeği olmuştur. Ama hırçınlıkları, asabiyeti yine olduğu yerde duruyordur.
Beceriksizlik de diz boyudur Peyami’de. Nebahat Hanım, onun bir çivi bile
çakamadığını söyler. (Eşlerine Göre Ediplerimiz, Sermet Sami Uysal, L&M
Yayıncılık) Evlenip de durulanlardan biri de edebiyat âlemine Peyami’nin
tanıttığı Cahit Sıtkı’dır. O da başını koruyan meleğe kavuştuktan sonra bütün
çılgınlıklara ‘paydos’ demiştir. Fakat sanırım pek az kadın, Refik Halid
Karay’ın eşi Nihal Hanım kadar kocasını ev kuzusu yapabilmiştir. Yalnız
şurasını unutmayalım ki üstad, Nihal Hanım’la evlendiğinde 39’undadır ve o
yaşına kadar bohemliğin dibini çoktan bulmuştur. Evliliğe imza attıklarında
Nihal daha 15’indedir. Siz, şu gözü kara kıza bakın ki ailesi istemediği halde
bohçasını alıp Refik Halid’in peşinden ta Beyrut’lara kadar gitmiş; yaşı
tutmadığı için de binbir güçlükle üstadın nikahına geçebilmiştir. Bu Nihal
Hanım, Beyoğlu âlemlerinin gediklisi, gözünü budaktan sakınmayan, dik başlı
Refik Halid’i hem siyasetten hem de eğlence âleminden çekip almış, basbayağı
uslandırmıştır. Kocasını huzura erdiren, çekip çeviren kadınlardan biri de
Faruk Nafiz’in eşi Azize Çamlıbel’dir. Bekarlığında gece yarısından önce eve
geldiği görülmeyen Faruk Nafiz, aile babası olduktan sonra saat en geç dokuzda
eşinin dizinin dibindedir. Han Duvarları şairi, bütün edebiyatçılar gibi
beceriksizlikten nasibini almıştır. Üstad gaz sobasını yakmayı bile beceremez.
Azize Hanım, onun her şeyini zapturapt altına almıştır; ama bir tek sigara
düşkünlüğüne çare bulamamıştır. Şair, odasında çalışmaya başladı mı pofur pofur
sigaraya dayanır. Konuşmak istemez, bir şey sorulduğunda sinirleri tepesine
çıkar. Sigaranın dumanına bile tahammül edemeyen eşi, çareyi odadan kaçmakta
bulur.
Bir evde
iki şair yaşar mı? Asla!
Edebiyatçı
kadınları içinde çile yumağına en çok dolananlardan biri, şüphesiz Cemal
Süreya’nın eşi Zuhal Tekkanat’tır. Elif Sorgun adıyla şiirler yazan ve zoraki
yapılmış kötü bir evlilikten sonra edebiyata dönerek mutluluğa kanat çırpmaya
çalışan Zuhal Hanım, Türk Edebiyatçılar Birliği lokalinin açılışında, yanına
yaklaşıp “Benimle evlenir misin?” diyen Cemal Süreya’nın ısrarlarına
dayanamayıp aşka yelken açınca, acılı bir hayata da ‘evet’ diyecektir. Aşkla
başlayan evlilik, başka kadınların varlığıyla ıstıraba dönüşecek, Zuhal Hanım
ayrılmayı teklif ettiğinde ise suratına bir tokat yiyecektir. Evlilik bir
süreliğine kurtulsa bile yazık ki Zuhal artık şiir yazamayacak, Cemal Süreya
ise “Bir evde iki şair olmaz.” deyip onun şiir damarını uzun yıllar
kurutacaktır. Sonra ölümcül hastalık, kurtuluş, yine aşk dolu birliktelik…
Ardından, Cemal Süreya’nın yeni bir aşkı, ayrılık… Yeniden evlilik…Yine
ayrılık. Cemal Süreya’nın yeni aşkı…Ve Zuhal Hanım’ın anaç bir kadın olarak
onların beraberliğini bile koruma çabası. Yine birleşme… Ardından Cemal
Süreya’nın ölümü, oğulları Memo’nun ve kendisinin suçlanması… Memo’nun
öldürülmesi… Acı acı acı… Hem mâşuk, hem eş (üstelik bir şairin eşi) hem anne
hem de şair olmak… İmkânı var mı bunun? Şüphesiz, Zuhal Hanım’ın ve onun gibi
on sanatçı eşinin yaşamöyküsünü anlatan Berat Günçıkan’ın kitabına verdiği
“Gölgenin Kadınları” ismi, yazar ve şair eşlerinin dramını anlatan en iyi
tanımlama olmalıdır. Onların kaderi, eserleri ve adlarıyla her yanlarını
kaplayan, örten kocalarının gölgesinde, yarı aydınlık ve acılı bir yaşam
sürmektir. Ve daima başka ve daima taze kadınların taarruzu altında, gözleri
‘dışarıda’ kocalarını kollamaktan, onların eşi, çocuğunun annesi, sekreteri,
evinin ‘hizmetçisi’ olmaktan bitap düşerek… Aziz Nesin’in ikinci eşi, Meral
Çelen’in dediği gibi, onlar, ne babalarının istediği gibi bir kız, ne
kocalarının istediği gibi bir kadın ne de kendi istedikleri gibi biri
olabilirler. Yazmak mı? “Bir evde bir yazar yeter.” Yeter; ama Meral Çelen’in
şu sözü, bir edebiyatçıyla evlenen her edebiyat âşığı kadının trajedisini
haykırır gibidir: “Hayat, yazmaktan daha önemli.” (…) Aziz’den başkasıyla evli
olsaydım, yazarlığım bitmezdi.”