Dokunamazsın ne denize, ne
ağaca, ne aşka, kitap yapraklarından, mis koksalar da. Çekemezsin arı
gerçekliğin kokusunu burun deliklerinden ciğerlerine, en derinlere... İlle de
gitmek, ille de dokunmak var ya...
Ne güzeldin giderken kanım can parçam benim
İçimdeki kuş tünek değiştirdi
Yüreği durmadan dönecek misin?**
"Dönecek misin?"
sorusu boğmuştu yüreğini yıllardır. İşte dönüş, varış yolundaydı artık...
Yüreği bir ipek böceğinin tatlı soyunma telaşında çırpınmaya başladı, doğduğu o köyün adını kocaman harflerle
okuduğunda. Pafos (Baf) yazıyordu, yol başında. Kocaman, yüksekçe bir noktada.
İstenilse de kaybolmak zordu artık. Önemliydi yolu bulmak her zaman. Dağına,
taşına, harnubuna, suyuna, en fazla da üzümüne koştu. Değişmedi, ne rengi, ne
kokusu, çocukluğum gibi, her şey yerli yerinde, dedi adam. Sardı yolculuğunu
öne, geriye, başlattı filmi...
Harnup ağacının altında,
babasıyla yattığı akşamlarda buldu o eskimeyen resmi, o üzüme aşık, kireçli
topraklarda. İşaret parmağını ileriye doğru uzattı. Koşmak ve okşamak için o
ini, heyecan duydu yine. Çalılar, dikenler ve öğle güneşi engeldi. Keçim,
"Lülla" diye, geçirdi içinden, geçirip, kaçırmak istemez bir tavırla,
sıktı avuçlarındaki hayalini. İki dağın birleşme noktasındaki, "Kuru
Dere"ye selâm yolladı, "birazdan ordayım". Onunla oturup uzun
uzun sohbet ettiğini düşledi. Onun bunca acıya nasıl direndiğini, hayata halâ
daha boşverip, nasıl gülümsediğini, azaldığı suyuyla, nasıl yetindiğini ve
ısrarla akmaya devam ettiğini geçirdi içinden. Her şeyi, ama herşeyi konuşmak
istedi onunla. En baştan, tüm zihnini arındırarak karalardan, ta en başından.
Hatırlar mısın tekemi kaybettiğim o geceyi. İlle de bulmak için salıvermişti
babam o gece beni. Hiç korkum yoktu ne geceden, ne düşmandan. Düşmansızdır
çocuklar bilirim. Büyüdükçe artar düşmanlıklar. Şimdi kendi gölgemiz bile
azrail. Biz mi yarattık, yoksa hep var mıydı onlar?
Arabanın tekerlekleri iz bıraka
bıraka dereye yöneldi. "Kuru Dere"... Adının aksine ıslak ve akışkan. Her şeyi akıtıp, geçirdiyordu
içinden sanki. Ve sanki yardıma hazırdı, her şey ona, o her şeye. Gizli bir
anlaşmaya mı, imza atmışlardı? O derenin serinliğini, bereketini ensesinde duya
duya, taşlarına bakakaldı. Yabani armut toplarken çizdiği ellerini hissetti sularında.
Nasıl da dolanırdı suları, keçilerinin boğazında. Elleri dikkatini çekti, ilk
kez görür gibi baktı onlara. Amma da büyümüşler ve kıllanmış, dedi çocuk adam,
ellerine. Oysa dağlar da yarılmış ve
yeni, büyük, çift, hatta üç şeritli yollar yapılmıştı, Avrupa Standartlarında.
Unutma dedi, bir ses. Sesin geldiği yöne baktı, dalın üzerine yıllar önce
ismini yazıp, bıraktığı harup dalıyla göz göze geldi. Nefessiz bir hüzüne
karıştı bakışları. Doldu, boşalmadı, sakladı yüreğinin ıslak köşesine küçük
ellerini. Ayaklanan duygularına göz açıp, oturttu onları yerli yerine.
"Durun, olmaz şimdi" Eskiden o ağaçların altını çişiyle de
ıslattığını hatırladı, gülümsedi. İşemenin cezası neydi, tuvalet dışında
şimdilerde bilemedi?
Sadece yük taşıyan, insan dostu
eşeklerini düşündü köyünün ve küçük bedenlerini kendi kendilerinin taşıdığı o
günleri. Hiç gocunmazdık, dert etmezdik yayalığı, yaya kalmayı, ama şimdi? Son
model arabalar paklar ve saklar bizi. Aşağısı kronik alerji.
Ben büyüdüm ve küçüldü,
"Gavur Taşı", Afrodit.... Ne kadar da büyümüşüm, ne kadar küçükmüş bu
dağlar, kısaymış yollar meğer. Yollar neden çok uzundu eskiden? Neden
kaçırılırdı ablalar, karışıklığın başladığı o dönemler? Evden giderdi ablalar,
baba çantasında, bir dağ köyünden, diğer dağ köyüne. Korkulurdu düşmanın her
türlüsünden. Tek erkek çocuklardı kalan o küçük köylerde, bekâretleri
sayılmazdı nasılsa! "Sen sağ, ben selâmet" deyip düşülürdü yollara.
Ağlardı Lülla. Ah Lülla, güzel keçim... Bulsam seni yeniden, bir bulsam, yatak
odamda beslemezsem ne olayım. Her şey insanlaşır buralarda, insanın gözüne
bakar. Şair Melih C. Anday’ın "...insanlardan eşya yaparlar" dizesine
inattır her şey. Yüksek korumalı, engelli yollar da yaptılar hep insana dair.
Dağlardaki taşları kaydırmamak için de teller doladılar üzerine, yine insan
makamında. Tüm yollar insandan geçiyordu, insana varıyordu oralar. Huzurlanır,
huzursuzlanır derinlere indikçe adam. Katmerlenir acısı... Dağları daha fazla
incitmemek uğruna çekeceği ahtan vaz geçer.
Uzak tepelerin birinde bir incir
ağacı bakar kısık gözle, buruşuk yüzle, yalnızlığın- dan. "Neredeydin
ufaklık, neredeydin?" der, gözlerinin içine batıra çıkara sütünü. Yıkık
dökük, bir kaç göz oda kalıntısından tanır halasının evini. Sızlar toprağın
dudağı, titrer, onun da. Başka zenginliğim yok, der yaşlı incir, bereketin
diğer adı. Nerede olsam, esirgemem ürünlerimi insandan. Hep vermektedir gönlüm.
Bu başka bir düş mü çocukluğumdan kalan, yoksa kalanların içinde sade bir
gerçeklik misin Baf, evlâdı Amarget(Amergette), doğduğum köyüm. Doğdum ve o
andan itibaren küçülmeye başladı dünya. Büyüdüm, büyüdüm, yaşlandım belki.
İçimde o yaşlanmayan çocuk yine... Sen gibiyim incir ağacı, yaşlandıkça arttı
ellerimin bereketi, çoğaldım, sürgünler verdim. Tek koruyamadıklarıma yanarım.
Dağlarımı için için fareler yedi, ovalarımı çimentolar, şimdi de Karpazım...
Neyse boşver! Sen vermelerine devam, ben vermelerime ve kendime....
En küçük noktalarını
dağlaştırmış güney rüzgârlarımız. Vay, vay, her delikten bir bal ha! Aydoğan
İlkokulu’nda içeri sürüklerken ayakları onu, ilk yediği tokatlardan kızaran
yanaklarını hissetti sakal köklerinde. İlk dayaklarım, ilk heyecanlarım...
Yutkundu. Güvercinler de artık "pas" mı dedi ne, tüm arka bahçeyi
dışkılarıyla doldurdular ümitsizce. Her yer dışkı bulaşığı. Mutlu olduğunu
bilmez insan, kaybettiğini anlayana kadar. Mutluymuşum/uz meğer...
Gün, karanlıkla boy ölçüşmeye
başladıktan ve yenildiğini kabul ettikten sonra, başladı yolcukluk geriye. Dönüş yolculuğu farklı
duygulara bular insanı, biraz hüzün, biraz sevinç, biraz düş kırıklığı...
Düşünce gölünde, ıslandı fazlasıyla, sırıl sıklamdı... Peşimde Amerget ve
yaram, bir yerlerimde, bilemediğim. Sahi biz yaramızı en fazla neremize
almıştık, neremize?
*/** Bilge Karasu’dan alıntı, Üçlü Sabah, 1958