Bulut Falı 

                  


Birgün öyle birgün gelir ömrünüze… Oturduğunuz yerde çöke kalmak nedir anlarsınız. Cilalayıp parlattığınız bedeninizin içinde kimselere göstermeye cesaret edemediğiniz, yorgun kadınla gözgöze gelirsiniz. Yakalanırsınız kaçıp gidemezsiniz. Vakit kaçmaların değil yüzleşmelerin vaktidir.

Nerden aklınıza geldiğini bilemediğiniz bir şarkı düşer dilinize… “Ne yerdeyim ne gökteyim bir garip seferdeyim...” diye kıpırdamaya başlar dudaklarınız. Gözleriniz gençliğin ateşi ile parlarken dinleyip geçtiğiniz bu şarkıyı yazan adamı o gün anlarsınız.  Ne yerde ne gökte olamamanın acz ile kıvrandıran büyüsüne teslim olursunuz. Uzun zamandır dilinizde olan “Ben bir küçük canım, her şeye gücüm yetmez k?i” cümlesindeki çaresizlik ile gerçek anlamda tanışırsınız.

Hayat dersiniz hayat!.. Ne yerlere indirebildiğim ne göklere çıkarabildiğim hayat. Ben indirdim sanmışım, ben çıkardım sanmışım diye sayıklamaya başlarsınız. Oturur yazmaya başlarsınız sanki yazdıklarınızla hayatı tutabilecekmiş gibi. Kelimelerden medet umarsınız; hadi dök içimi, hadi tut zaptını ömrümün dersiniz. Dersiniz ama ne kelimeler, ne cümleler tutup elinden kaldıramaz içinizdeki çökkün kadını. Şefkatle bakarsınız o kadına. Önce incecikten bir bulut geçer gözlerinizden sonra yağmur gibi akmaya başlar yaşlarınız. Dışarıda göz yüzü ağlar içeride siz… Yarışır gibi…

“Ömrüm ömrüm!..” diye inlemeye başlarsınız. Boş boş bakarsınız nereye baktığınızın hiç de farkında olmadan.

Bulutlara takılır kalır bakışlarınız. Bulutlar bir anıyı alır getirir size. Çakan şimşeklere, gürleyen göğe, yanı başınızda ağlayıp duran kadına inat hadi gül der gibi. Gülümsersiniz.

Bulut falını uydurduğunuz gün gelir aklınıza. Bulut falı nasıl olur diyen arkadaşlarınıza “Önce kime baktığımızı belirleyeceğiz, sonra gözlerimizi kapatacağız, elliye kadar sayacağız, gözlerimiz açınca da bulutların şeklini kahve telvesi niyetine yorumlayacağız...” diye tasladığınız bilmişlik, o bilmişlikle uydurup uydurup baktığınız bulut falı gelir. Halimiz ne kadar komikti ve ne kadar eğlenmiştik derken yanı başınızda ağlayan kadına takılır gözünüz.

Gençliğinizde fal niyetine bakılırken güzel hayaller kurduran bulutlar şu yorgun yaşınızda bambaşka görünür gözlerinize. Uydurulan güzel hayallere dair değildir artık kurdurduğu cümleler; tam aksine bir gerçeğin tespitine dairdir.

Evet dersiniz evet hayat da işte bulutlar gibi. Yaşadığımız anların bütünü değil mi ömür diye sürdüğümüz. Her an bir daha asla aynı formda olmayacak bulutlar gibi değil mi? İşte yelkovan koştu, akrep yürüdü, zaman geçti, değişti bütün formlar zaman içinde. Ben hissetmedim koşan yelkovanın rüzgârını. Ben farketmedim hayatımdan eksilen nefeslerin sayısını. Değişen bir şey yok sanıyorum, kelimeler yazıyorum, aynı yerde oturuyorum. Oysa değişmedi sanırken hiçbir şey, ömrümden an'lar geçti ve değişti her şey; tıpkı gökyüzünde esen rüzgârların şeklini değiştirdiği bulutlar gibi.

O rüzgârları da biz yeryüzünden fark edemiyoruz. Gökyüzünde rüzgâr esiyor bulutlar bir daha asla aynısı olmayacak kesinlikte yeni bir şekle bürünüyor. Yeryüzünde yelkovan koşuyor akrep kovalıyor ve bizler de bir daha asla aynısı olmayacak kesinlikte bir başka ana geçiyoruz. Geçtiğimiz an'la biz de asla bir daha aynısı olmayacak kesinlikte yeni bir biz oluyoruz.  Bu yazıyı yazmaya başlayan ben ile şimdiki ben aynı değilim, bu yazıyı okumaya başlayan siz ile şimdiki siz aynı değilsiniz. Ne kadar kısa bir süre aslında ama an işte… Geçti gitti. Bir daha aynısı asla yaşanmayacak şekilde. Ben aynı yazıyı yazsam da siz aynı yazıyı okusanız da asla ne yazmalar, ne okumalar aynısı olmayacak.

Rüzgâr esti bulut değişti, bulut artık o eski bulut değil, yelkovan yürüdü biz değiştik; biz eski biz değiliz.

Bu kadar çabuk mu? Bu kadar fark ettirmeden mi? Bu yazıyı sizli bizli yazmaya çalışan ben aynı ben değil miyim?

Öyleyse… Eyvah ki eyvah…

Sizli bizli cümleler kuran ben şimdiki ben değilsem… Biraz önce kurduğum cümleler… Hatırladığım bulut falı… Bulut değişti… Ben değiştim… Siz değiştiniz… Zaman değişti… Çıkamıyorum işin içinden çıkamıyorum…

Çıkamazsın elbet diyor yanı başımdaki yorgun kadın.

Ağlamayı kesmiş. Alaycı bir ses tonu ile “Bu yaşta bu keşif? Seni tebrik ediyorum!” diyor.

“Ya hiç fark etmeden göçüp gitseydik?” diyerek benimle alay eden kadına sarılıp kendimi affettirmek istiyorum. Uzak tutuyor kolları beni kendinden.

Burnunu çekerek konuşmaya başlıyor:

“Dışarıda bahar var, aylardan mayıs, ağaçlar çiçeğe meyveye durmuş. Ama benim yüreğimin rengi artık hazan sarısı. Eskidim ben, ruhum eskidi, yüreğim eskidi, bedenim eskidi. Hışırtılar içinde yürüyorum artık. Attığım her adımda, bastığım her yaprakta eskimiş bir bulut saklı. Artık bahara, bahçeye, keçi yollarına, dağlara, tepelere yetmiyor nefesim. Dökülmüş sarı yapraklarla bezeli park yolları artık benim mekânım. Durmak, dinmek, demlenmek istiyorum. Yürürken bastığım sarı yapraklara saklı eskimiş bulutların hışırtısını duymak, duyduğum her hışırtıda artık biliyorum demek, yeni bulutları yudum yudum tadını çıkararak içmek istiyorum.”

Tamam diyorum tamam… Sımsıkı sarılıyorum içimdeki eskimiş kadına. Eskidin ama eskimelere değecek güzellikte eskidin diyorum. O da bana sarılıyor.

Bir akşamüstü batan güneşin alev alev yaktığı gökyüzünden bulut falı bakmaya gidelim” diyoruz. Gülümsüyoruz birbirimize.

Demiştim bulutlar gibidir hayat da işte…

Bu yazıyı yazmaya başlayan o ağlayan kadın ile bu yazıyı yeniden bulut falı bakma niyeti ile bitiren kadın aynı değil.

Rüzgâr esti bulut değişti, yelkovan koştu ben değiştim.

 

Grafiklerde kullanılan fotoğraf: F.Ulak




  
 Feray Ulak
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar