Bilim,
şeylerin gerçeğini ortaya çıkarıyorsa, görüntüyle gerçek arasındaki uyumsuzluğu
teşhir ediyorsa bilimdir. Şimdilerde bilim denilen bilim tanımına denk düşmek
bir yana, bilimin inkârına dönüşmüş durumda. Küresel kapitalizm çağında bilim
ve teknoloji, mülksüzleştirmenin, kâr etmenin, yıkımın, manipülasyonun,
alıklaştırmanın hizmetinde.
Dolayısıyla
asıl bulunması gereken zeminin karşıtına savrulmuş, misyonunun ve varlık
nedeninin inkârına dönüşmüş durumda. Artık amaç şeylerin, olayların, süreçlerin
neden ve nasılını bilince çıkarmak, gerçeğin izini sürmek, gerçeği örten sis
perdesini dağıtmak değil, üstünü örtmek, mistifikasyon yaratmak.
Teknoloji
için de aynı şey söz konusu, artık araç, amacın yerini almış veya araçla amaç
yer değiştirmiş, tersyüz olmuş durumda. Şimdilerde insan tekniği kullanmıyor,
teknik insanı kullanıyor... Bilim eleştireldir veya eleştirel değilse bilim
değildir denmiştir. Lâkin, küresel kapitalizm çağında bir bilim dalında
‘uzmanlık’ almanın, unvan sahibi olmanın koşulu, bilimsel namusu ve entelektüel
dürüstlüğü kurumun giriş kapısında bırakmadan mümkün değil. Bilimsel namusu, entelektüel
dürüstlüğü ‘emanete’ teslim etmeden, insanlığından soyunmadan, kendinden
menkul bilim camiasına dahil olmak, bir ‘uzmanlık’ veya ünvan ‘kazanmak’
nerdeyse imkânsız. (Elbette her zaman ve her koşulda istisnalar vardır ve
istisnalar kuralı doğrulamak içindir denmiştir).
Herşey
eleştirel bilinci yok etmek üzere kurgulanıyor ve emekçi çoğunluk sayısız
araçlar (medya, gösteri endüstrisi, televizyon dizileri, reklâmlar, futbol,
vb.) devreye sokularak alıklaştırılıyor. Bilimi ve sanatı kendilerinden menkûl,
anlı şanlı ‘hocalar’, ‘ünlü sanatçılar’ egemen odağın (büyük hırsızların
densin] hizmetindeki propaganda makinesini yağlamakla meşguller... Eleştirel
bilinci tahrip etmedeki katkıları karşılığında, sömürüden ve yağmadan pay
alıyorlar. Aldıkları payın büyüklüğü performanslarının ölçüsü sayılıyor...
Bilim cemaatinin ve sanatçı taifesinin kendi varlık nedenlerine ve misyonlarına
neden ve nasıl yabancılaştıkları, sömürü düzeni tarafından nasıl
araçlaştırıldıkları, bunun da ne anlama geldiği üzerinde önemle ve
ısrarla durmayı gerektiriyor. Zira bilimci cemaati karartmanın,
alıklaştırmanın, sanatçı taifesi de artık kirletmenin hizmetinde...
Küresel Kapitalist Saldırıya (Emperyalizme) Eşlik Eden Bazı
Söylemler
Kapitalizm,
sermayenin yeniden üretimi, daha doğrusu genişletilmiş ölçekte yeniden
üretimidir. Dolayısıyla genişleme ve yayılma dinamiği ve eğilimi sistemin
mantığına içkindir. Bu nitelikten ötürü de, kapitalizm emperyalizm üretmeden,
emperyalizm militarizm ve savaş olmadan, hegemonya da düşmansız varolamaz.
Emperyalizm ne arizî bir şeydir ne de kapitalist gelişmenin belirli bir
evresinde ortaya çıkmıştır, sisteme içkin (mündemiç), süreklilik arzeden bir
temel eğilimdir. Fakat global (küresel) ölçekte sınıf mücadelesinin veya güçler
dengesinin seyri, ezilen halkların ve sömürülen sınıfların mücadelesi ve
direnci, kapitalist küreselleşmenin sınır ve kapsamını belirler. Nasıl her bir
tekil kapitalist, sermayesini sürekli büyütmeden varolamazsa, ileriye doğru
kaçmaya mahkûmsa, bir sömürü metabolizması olan kapitalist sistem de bir bütün
olarak genişlemeden, yayılmadan, yeni alanları kapsamadan ve kendi mantığıyla
uyumlandırıp/dönüştürmeden varlığını sürdüremez.
Kapitalizm
sadece bulunduğu mekânların dışına taşma dinamiği taşımaz veya sadece yatay (coğrafi)
alanda genişlemez (prekapitalist alanları etkisi altına alma anlamında), aynı
zamanda dikey olarak da genişler. Başka türlü ifade etmek istersek, halen
kapitalist üretim ilişkilerinin geçerli olduğu alanda tüm insan ilişkilerini
metalaştırır, her yere derinlemesine nüfuz eder.
Fakat
kapitalist saldırı tek başına yol alamaz ve kalıcı olamaz. Saldırıya ideolojik
saldırının eşlik etmesi, bir dizi kelime, kavram ve söylemin zihinleri
işgal etmesi, ezilen/sömürülen kitlelerin bilincinin sömürgeleştirilmesi de
gerekir. Her cerrahî operasyonda narkoza ihtiyaç duyulması gibi...
Velhasıl
her türlü egemenlik biçimi, meşrulaştırmaya/kabullendirmeye ihtiyaç duyar ve bu
amaçla ideolojik bir söylem oluşturmak esastır. Esasen bu her türlü egemenliğin
vazgeçilmez kuralıdır. Şimdilerde küreselleşme denilen emperyalist saldırıyı
meşrulaştırıp/kabullendirmeyi amaçlayan bir dizi söylem ortalığı kaplamış
durumda. Fakat söz konusu kavramlar ve söylemler ne yeni ne de orjinal,
yaklaşık ikiyüzelli yıllık kapitalist modernitenin kavramları. Sadece ısıtılıp
sofraya konuyor...
Eğer
sömürü ideolojik egemenliği varsayıyorsa, ideolojik kölelik olmadan yol
alamıyorsa, ideolojik saldırı ancak karşı ideolojik saldırıyla
etkisizleştirilebilir. Karşı ideolojik saldırının başarısı veya bilincin
özgürleşmesi de, pratik mücadeleye eklemlendiğinde mümkündür. Dolayısıyla
ideolojik teşhir eylemi önemlidir ama yeterli değildir. Bu da demektir ki,
kavramların ve söylemlerin yaygınlığı ve etkinliği, sınıflar mücadelesiyle ve
güçler dengesiyle doğrudan ilgilidir.
Sömürge
halkları tarih sahnesine çıkıp, sömürgeciliği tasfiye etmek üzere kapsamlı bir
karşı saldırıya geçmedikleri dönemde, sömürgecilik ve anti-sömürgecilik
kavramları kullanılmıyordu. O dönemler boyunca sömürgeci-emperyalist
devletlerin söylemi geçerliydi ve olup/bitenler (sömürgecilik) olumlu, gerekli
ve normal bir şey olarak sunuluyordu. Sömürgecilik uygarlaştırıcı misyonun bir
gereği sayılıyordu. Sömürgecilik ve anti-sömürgecilik kavramları, sömürge
halkları geçerli statüyü parçalamak üzere tarih sahnesine çıktıklarında yaygın
kullanıma ulaştı. Şimdilerde kapitalist saldırının ortaya çıkardığı tahribat ve
yıkım, kapitalizmin beşyüzyıllık tarihinde görülmemiş boyutlarda, ama kapitalizm,
emperyalizm, sömürü, eşitlik, sosyal eşitsizlik, sosyal adalet, vb. kavramlar nerdeyse
kullanımdan düşmüş gibi.
Onların
boşalttığı alanı küresel kapitalist saldırıyı meşrulaştırıp/kabullendiren bir
dizi kavram ve söylem dolduruyor: İnsan hakları, demokrasi (aslında kastedilen
liberal demokrasi veya piyasa demokrasisidir!), sivil toplum ve sivil toplumu
güçlendirme retoriği, çokkültürcülük (doğrusu kültüralizm), totalitarizm,
sürdürülebilir kalkınma, vb. Bunun nedeni, sınıfsal güç dengesinin sermaye
lehine dönmüş olması ve ona eşlik eden teorik eleştiri zaafıdır. Bu durum
Coca-Cola aydınlarının neden etkinlik sağladıklarını, köpeksiz köyde nasıl
değneksiz gezebildiklerini de açıklıyor...
Şimdilerde
insan hakları söylemi küresel kapitalizmin araçlaştırdığı söylemlerin başında
geliyor. İnsan hakları standardının yükseltilmesinden çok söz ediliyor da bunun
gerçek dünyada bir karşılığı olup/olmadığı, kimin için ne anlama geldiği
tartışma konusu yapılmıyor. Bir taraftan insanı insanlıktan çıkaran bir süreç
hızla yol alırken, insanca yaşamanın temelleri aşındırılırken, bu dayatmanın
faillerinin insan haklarından söz etmesi çelişik değil mi? Neoliberal ekonomik
ve sosyal politikalar sonucu her geçen gün daha çok insan mülksüzleşir,
proleterleşir, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksun bırakılırken,
ortak yaşam alanları yok edilirken, herşey metalaşıp paralılaşırken, insan
insana, insan doğaya daha çok yabancılaşırken, doğal çevre tahribatı
derinleşirken, insan hakları nasıl gelişecek, gerçekleşecek?
Aslında
insan hakları diye bir şey yok ve olmadı ama öyle güçlü bir söylem zaman zaman
piyasaya sürüldü. Söz konusu olan, yasalar karşısında biçimsel eşitlikti,
hiçbir kıymet-i harbiyesi de yoktu. Kaldı ki, yasaları yapanlar çekleri
imzalayan mülk sahibi sınıflardı. İnsan ve yurttaş haklarından söz ediliyordu
ama insanların hakları yurttaşların haklarından farklıydı. Yurttaş sayılmak
için mülk sahibi ve eğitimli olmak gerekiyordu ki, insanlar oyunun dışında
kalmışlardı. "İnsanlar" ancak uzun ve zorlu mücadeleler sonucunda oyuna
‘kısmen’ dahil olabildiler.
İnsanların
doğuştan, vazgeçilmez hakları vardır demek bir şey söylüyormuş gibi yapıp
hiçbirşey söylememektir. Zira bu dünyada soyut, hayali bir insan yok... Bir
topluluğun üyesi ve toplulukta belirli bir konuma sahip işçi, çiftçi, mülk sahibi
veya proleter, işsiz veya aç... velhasıl sınıfsal bir aidiyete sahip, İşsiz
veya bir gelirden yoksun olan, gelecek kaygısı taşıyan bir birey için insan
hakları söylemi ne anlama gelebilir? Böyle bir durumda herkes yasalar
karşısında eşittir demek, reel eşitsizliği hayali bir eşitlik söylemiyle yok
saymak değil midir?
İnsan
hakları söylemi, özü itibariyle politik mahiyetteki bir sorunu hukuk düzleminde
çözmenin mümkün olduğu gibi temelli bir yanılsamaya dayanıyor. Kaldı ki, hukuk
da kanuna indirgeniyor, kanunu kimin neden yaptığı sorusu atlanıyor, kötü
olabileceği kabul edilmiyor...
Aslında
söylem sanıldığından daha da tahripkâr. Sistem tarafından çıplaklaştırılmış,
yalnızlaştırılmış bireyin tek başına hak aramasının mümkün olduğu düşüncesini
içeriyor ve onu bütünüyle etkisizleştirmeyi, pasif, edilgen, iradesiz bir
nesneye dönüştürmeyi, velhasıl özne olmaktan çıkarmayı amaçlıyor.
Üretmek ve
yaşamak için hiçbir imkâna ve araca sahip olmayan, yaşamak için emeğinden başka
satacak bir şeyi olmayan bireyin kendini gerçekleştirmesi, haklarını savunması
nasıl mümkün olabilir? Proleterin politik bir özne haline gelip politik
etkinlik sağlayabilmesinin yegâne yolu, örgütlü/kolektif mücadeleyle politik
sürece katılmasıdır. Aksi halde ‘yurttaş’ sayılması mümkün değildir. Fakat
kapitalist toplumda politik alanla ekonomik alan birbirinden koparılmış
durumda. Emekçi sınıf ekonomik alanın yönetimine dahil edilmiyor, sadece -o da
her zaman değil- oy kullanmasına izin veriliyor. Oysa ekonomik alanın yönetimi
mülk sahibi kapitalist sınıfın tekelinde kaldıkça, oy atmanın, oyunun figüranı
olmak dışında bir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Şimdilerde
insan hakları söylemi, emekçi sınıfların kolektif mücadelesini
etkisizleştirmenin ve emperyalist saldırıyı meşrulaştırmanın aracı, önce
uluslararası hukuk aşındırılıyor, sonra da bir ‘haklı savaş’ söylemi icat
ediliyor... Artık insan hakları standardının yetersiz olduğu düşünülen ülkelere
savaş açmanın yolu açılmış demektir... Şimdilerde insan hakları söylemi
sömürüyü gizlemenin, kitleleri oyalamanın, emperyalist saldırıyı dayatmanın
ve/veya meşrulaştırmanın bir aracına dönüşmüş durumda. Böylelikle dünyadaki
mevcut güç ve iktidar ilişkilerinin meşrulaştırılıp/ kabullendirmesini, yeniden
üretmesini sağlayan ideolojik araçlardan biri...
Küresel
kapitalizmin söylemlerinden biri de sivil toplum, sivil toplum
örgütleri (STK) sivil toplumu güçlendirme.
Sivil toplum söylemi, insan hakları
söylemini tamamlıyor. Emekçi sınıfların kolektif
mücadelesine (sendikalara,
vb.) savaş açılmışken, sivil toplum söylemiyle neyin
murâd edildiği açık değil
mi?Sivil toplum örgütü denilenler aslında içi boş midye kabuğu olmanın
ötesinde bir kıymet-i harbiyeye sahip değiller ama önemli bir ideolojik işlev
gördükleri kesin.
Gerçek
anlamda sivil toplum örgütü olsalardı, sorunun
kökenine inerlerdi ve neoliberal
küreselleşme tarafından tehdit edilen çıkarları
savunurlardı. Benim yalan
üretme dükkânları dediğim think tank’lar sivil
toplum örgütü denilenlerin
ideolojik arka planını oluşturuyor. Ortalığı kaplayan sivil toplum
örgütleri,
küresel kapitalist saldırının, emperyalizmin ortaya
çıkardığı devasa yıkımı
gözden uzaklaştırmanın, kabullendirmenin aracı, dolayısıyla asıl
işlevleri
ideolojiktir. Sorunlar çözülüyor,
çözülebilir, çözüm yoluna
girdi/giriyor
izlenimi yaratılıyor. Mücadele alanı boşaltılarak, kitleler
gerçek mücadele
alanının dışına atılmak isteniyor. Sömürünün,
sınıfların, sınıf mücadelesinin
söz konusu örgütlerin kitabında yeri yok... Apolitik
olmayı marifet sayıyorlar.
Oysa, sosyal ilerleme ve demokrasinin derinleşmesi, ulusal
özerkliğin
pekiştirilmesi için mutlaka politik mücadele gereklidir.
Söz konusu örgütler
‘apolitik’ olarak kaldıkça, sadece küresel
kapitalist saldırıyı
meşrulaştırabilirler.
Genel bir
çerçevede Eklektik ve uzlaşmacı olan söz konusu kuruluşların temel bir zaafı da
sermayeden ve devletten bağımsız olmamaları veya doğrudan sermaye ya da
devletler tarafından finanse edilmeleri... Kimi zaman da devletler veya sermaye
tarafından kurduruluyorlar... Açıkça sistem karşıtı ve gerçek anlamda
alternatif bir projenin taşıyıcısı olmayan, siyaseti etkilemek bir yana egemen
siyaset odakları tarafından araçlaştırılan söz konusu STK’ların teşhir edilmesi
büyük önem taşıyor.
Demokrasi söylemi
de
küresel kapitalizmin (emperyalizmin) sözcüleri, akıl
hocaları, burjuva
siyasetçileri tarafından çok kullanılıyor. Aslında
söz konusu olan liberal
demokrasi veya piyasa demokrasisidir. Üretim araçlarının
mülkiyeti dar bir mülk
sahibi sınıfın elinde toplanmışken, kamusal alan diye bir şey
kalmamışken, ne
var ne yoksa özelleştirilmişken, vb. demokrasiden söz etmek
abesle iştigal
değilse, insanlarla alay etmektir. Zira, kapitalizmin politik alanda
gerçek bir
demokratik işleyişe izin vermesi mümkün değildir. Ekonomik
alanda yabancılaşmış (üretim, tüketim, dolayısıyla yaşamak
için gerekli araçlardan yoksunluk durumu)
bireyin, politik planda kendini gerçekleştirmesi, kendi
kaderinin efendisi
olması mümkün müdür?
Kaldı
ki, söz konusu olan şimdilerde inandırıcılığını bütünüyle kaybetmiş, tam bir
sirk oyununa dönüşmüş olan temsili demokrasidir ve temsili demokrasi
başlangıçta gerçek demokrasinin önünü kesmek üzere ‘icat edilmişti’. Aslında
demokrasiden söz edenler sömürü, yağma ve talan özgürlüğünün hiçbir engelle
karşılaşmadan yol almasını sağlayan bir pratikten söz ediyorlar. Zaten asıl söz
konusu olan da bir seçim ve temsil mistifikasyonundan başkası değil. Mevcut
durumda insanlar oy kullandıkları anda tüm haklarından vazgeçtiklerini ifade
etmiş oluyorlar ve seçtiklerini sandıkları da asla onları temsil etmiyor. Başka
türlü söylersek insanların kaderi parlamentolarda belirlenmiyor. Büyük
sermayenin hizmetindeki merkezlerde, çokuluslu denilen şirketin yönetim bürolarında,
‘uluslararası’ denilen ama uluslarla ilgisi retorikten ibaret olan kurumlarda,
vb. belirleniyor... Retoriğe rağmen gerçek dünyada asıl söz konusu olan,
demokrasinin gerçekleşmesi, derinleşmesi değil, sınırlı demokratik hakların ve
pratiklerin de tasfiye edilmesidir. Dolayısıyla söylemle gerçek durum arasında
bariz bir uyumsuzluk söz konusu...
Herhalde
son dönemin en zehirli, en çok yanılsama yaratan ve en yaygın söylemi sürdürülebilir
kalkınmadır. Oysa gerçek dünyada kalkınma diye bir şey yok. Kapitalizm
koşullarında mümkün de değil. Kapitalizmde geçerli olan sermayenin büyümesidir
ve sermayenin büyümesinin kalkınma diye bir şey üretmesi mümkün değildir. Tam
tersine, sermayenin tek yanlı çıkarını gerçekleştirmek amacıyla kurgulanmış bir
ortamda sermaye sadece sosyal kötülükleri artırabilir ve ekolojik felâketi
tetikleyebilir. Nitekim öyle oluyor.
Geçerli
retorikte önce sermayenin büyümesine (genişletilmiş yeniden üretimine densin)
ekonomik büyüme deniyor ve GSMH ile ölçülüyor, sonra da GSMH artışı kalkınmayla
özdeş sayılıyor. Dolayısıyla neyin büyüdüğü, büyümenin ne olduğu, kimin için ne
anlama geldiği tartışılmıyor. Kalkınma İkinci emperyalistler arası savaş
sonrasında oluşan ‘yeni statükoyu’ meşrulaştırıp dayatmak, sömürgeciliğin
klasik/doğrudan versiyonunun ‘tasfiyesi’ sonucu ‘bağımsızlığa kavuşan’
devletleri ve bir bütün olarak de ‘çevre’ (periferi) denilen bölgeleri
emperyalist sistem içinde tutmak için icat edilmişti. Başka türlü söylersek,
uygarlaştırma misyonundan nöbeti devralmıştı. Bir zamanlar uygarlaştıranlar
bundan sonra kalkındıracaktı...
Fakat
söylemin ipliğinin pazara çıkması için fazla zaman gerekmemişti. Daha
1970’lerin başına gelindiğinde söylemle gerçek durum arasındaki uyumsuzluk
bariz bir biçimde ortaya çıkmıştı. Artık önüne bir niteleme sıfatı koymadan
kavramı kullanmak zorlaşmıştı. Kalkınma kavramının önüne bir dizi niteleme
sıfatı getirilerek kullanılmaya başlandı. İşte endojen(içe dönük) kalkınma,
bir başka kalkınma, sosyal kalkınma, alternatif kalkınma, vb. 1980’li
yılların sonuna doğru da sürdürülebilir kalkınma keşfedildi ve BM Çevre ve
Kalkınma Programı’nın (UNDEP) düzenlendiği zirvelerin ikincisi olan Rio
Zirvesinden sonra da müthiş bir kullanım yaygınlığına ulaştı. Şimdilerde önüne sürdürülebilir
sıfatı getirilmeden kullanılan bir kelime ve kavram yok gibi... Oysa daha önce
başka yerde yazdığım gibi, söz konusu olan tam bir zihinsel akrobasidir. Eğer
gerçek dünya’da kalkınma diye bir şey yoksa, onun önüne sürdürülebilir
sıfatının getirilmesi tam bir oxymore’dur. Bilindiği gibi Kadim Grekçe’de
oxymore, yan yana gelmesi caiz olmayan, zıt anlamlı (antinomik) iki kelimeyi
yan yana getirmeye deniyor. Kapitalist mantık geçerliyken, çevreye duyarlı,
çevre tahribatını kritik eşiğe taşımayan bir ekonomik büyüme, dolayısıyla da kalkınma
mümkün değildir. Zira sermaye birikiminin mantığı, her seferinde daha çok
üretmeye ve daha çok tüketmeye, kirletmeye, yok etmeye mahkûmdur. Oysa
sürdürülebilir kalkınma ‘gelecek kuşakların durumunu tehlikeye atmayan,
dolayısıyla doğanın kendini yenilemesini tehlikeye atmayan bir ekonomik
büyümenin mümkün olduğu görüşüne dayanıyor... Dünyanın bugünkü manzarasına
bakmak söylemin ne anlama geldiğini görmeye yeter...
Çok
kültürcülük ve totalitarizm söylemleri için de benzer bir durum var. Sınıf
farklılıklarını yok saymak üzere başka farklılıklar öne çıkarılıyor. Etnik,
dinî, mezhepsel, kültürel farklılıklar asıl sorunu oluşturuyormuş gibi bir
izlenim yaratılarak, kapitalist yağma ve emperyalist saldırı meşrulaştırılmak
isteniyor. Elbette insanların kendi geçmişlerini, farklılıklarını merak
etmeleri, araştırmaları, kendi geçmişleriyle yüzleşmeleri, tarihsel mirasa
sahip çıkmaları, kimliklerini ifade etmeleri önemsiz değildir ama kültüralizm
söyleminin misyonu başka... Amaç toplumları bir arada tutan bağları koparmak ve
toplum sınıflarını saldırıya açık hale getirmek, iktidarsızlaştırmak,
kültüralizm söyleminin asıl zaafı da kültürlerin tarihsel aşındırmanın
etkisinden muaf olduğu, ebed-müddet geçerli olduğu düşüncesidir. Oysa kültürler
ve hiçbir kültür değişimden, tarihsel aşınmadan muaf değildir. Totalitarizm
söylemiyse daha kötüyü ön plana çıkararak, insanları korkutmak, mevcut
kepazeliğe razı etmek gibi bir işlev görüyor...
Şimdilerde insanlık tarihte eşine rastlanmayan müthiş bir
saldırıyla karşı karşıya. Bunun kapitalizmle insan soyunun nihai mücadelesi
olduğunu söylemek bir abartma değil. Ya kapitalizm insanlığı ve uygarlığı yok
edecek ya da bu sefil süreç tersine çevrilecek... Bir orta yol mümkün değil,
üstelik zaman da daralmakta...
Bu
saldırıya da ancak teorik eleştiriyle ve örgütlü
mücadeleyle karşı çıkılabilir.
Elinizdeki kitapta yer alan yazılar, karşı duruşun önemini ve
aciliyetini
kavrayanların eseridir. Bu kör gidişi durdurmak, tersine
çevirmek ve insana
gerçekten yaraşır, doğayla uyumlu bir dünya ve insan
toplumu yaratmak gayet
mümkündür. İnsan kendi ölümünü
engelleyemez ama insanlığın ölümünü
pekâlâ
engelleyebilir denmiştir... Yeter ki, başta yeryüzünün
lânetlileri olmak üzere,
bu süreçten zarar görenler, felaketli gidişin faili
olmayanlar, durumun
vehâmatinin ve aciliyetinin, kendi potansiyel
güçlerinin bilincinde olsunlar ve
o potansiyeli realize etme iradesini, cesaretini, basiretini ve
yeteneğini
ortaya koyabilsinler... Bu dünyada hiç bir şey insan
iradesinden ve insanın
bilinçli eyleminden bağımsız, kendiliğinden ortaya
çıkmadığına göre...
* Bu
makale özgür üniversite kitaplığından yayınlanan "küresel kapitalizmi
meşrulaştıran söylemler" adlı kitabın önsözüdür.
Pazartesi, 14 Nisan 2008
Küresel Kapitalizmi Meşrulaştıran Söylemler
Editör: Fikret
Başkaya
Araştırma İnceleme
Yayına Hazırlayan: İsmet Erdogan
Kapak
Tasarım: Ali İmren
Basım Tarihi: Mart 2008
Sayfa Sayısı: 219
Kitap
Boyutları: 13.5/21
ISBN: 978-975-8449-50-7