Radyolu Günler 

                  



Yalnız geçirdiğim beşinci gün. Pencereden deniz görünüyor, uçsuz bucaksız.
Üstünde irili ufaklı adalar. Motorların, yatların ve gemilerin geçtiği masmavi deniz. Bu şirin yazevinin balkonunda beş yalnız geceyi sindirmeye çalışıyorum, yanıp sönen deniz fenerleriyle dostluk kurarak. Deniz fenerleri uzaktan uzağa göz kırparak:
"Biz buradayız, korkma !" der gibiler
Ne yazık ki korkmadığımı söyleyemem. Kapalı yerlerde yalnız olmak hep ürkütmüştür beni. Agorafobisi olup da evin dışından korkan insanlara inat ben de evde yalnız olmaktan hep garip bir ürküntü duymuşumdur.
 
Akşam yemeklerini balkonda yiyorum. Yalnız yemek de pek fena olmuyormuş. Radyomu açıyorum. Sürekli bir ses olsun istiyorum evin içinde. Televizyonlu bu son yıllarda neredeyse radyo dinlemez olmuştum. Eski bir dost gibi dolduruverdi evimi. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda ne çok radyo dinlerdik. Babam, sabahları gözünü açar açmaz radyonun düğmesini çevirirdi. "Yurttan Sesler" türküleriyle bizi uyandırdığında öfkeli söylenirdik:
"Öf, ne anlayışsız adam, biraz yavaş açsa olmaz sanki."
Babam özellikle bizi uyandırmak için radyonun sesini biraz daha açardı.  Benim tanıdığım ilk radyo kocaman, neredeyse televizyon büyüklüğünde, koca düğmeli bir kutuydu. Evimizdeki aynalı konsolun üzerinde dururdu. Açma düğmesini çevirdikten çok sonra ses gelirdi. Şimdi de kendi gibi yaşlanan konsolun üstünde, çocukluk günlerimi çağrıştırmaya devam ediyor.
     
Ay ışığının iyice aydınlattığı bu gecede deniz, gemiler, deniz fenerleri öylesine güzel görünüyor ki. Eksik olan geçmişi paylaşacağım insan, bir dost. Radyolu çocuk günlerimi bu gece doyasıya yaşamak istiyorum. Vasconcelos‘un Zeze’si gibi bir düş mü kursam yoksa? Bir kurbağa, bir kuş ya da bir yıldız. Neden olmasın, ay ışığında bile kendini cesurca gösteren şu akşam yıldızıyla neden söyleşmeyeyim? Kaç gecedir o ve ben yalnız geçiriyoruz bu güzel yaz gecelerini. Neden bir dostluk kurulmasın aramızda?
"Biliyor musun cuma geceleri Mikrofonda Tiyatro saatlerini hiç kaçırmazdık kardeşimle birlikte dinlerdik. "
"Mikrofonda tiyatro da ne demek mi? Canım sen hiç radyoda bir oyunun seslendirilmesini dinlemedin mi? Evet, evet işte öyle."
"Brams’ı Sever misiniz? " "Hayır canım sana sormuyorum, bir oyun adı. "
"Sahne ışıkları, Bebek Evi Nora belleğimde iz bırakan oyunlardı. Hele Wilhelm Tell ne çok etkilemişti beni. Wilhelm Tell’in oğlu bendim, başımdaki elma ikiye bölünüvermişti. "
    
Radyolu günlerde görüntüler değil, iz bırakan seslerdi. Oyunları seslendiren tiyatro sanatçıları rollerine ve ses tonlarına göre kafamda şekillenirlerdi. "Brams’ı Sever misiniz?" de Macide Tanır, olgun, duyarlı tiplemesiyle orta yaşlı bir hanımefendi imajı yaratmıştı belleğimde. "Sahne Işıkları" ndaki Palyaço Calvero‘yu seslendiren Kerim Afşar’dı. Yıllarca Calvero beni bırakmadı, ona aşık olmuştum. - Gençliğinde insan ne de çabuk aşık oluyor. Lise son sınıftayken yeşil gözlü bir oğlana tutulmuştum. Oğlanın çok etkileyici, yumuşak bir sesi vardı. Oysa o, benim duygularımdan habersizdi. Onun için ne şiirler yazdım, öldüm bittim. Bir gün tiyatro çalışmasında, o da görevliydi, öylesine düzeysiz davranıyordu ki, o güzel insan birden gözümden düştü, bir sırça gibi kırıldı, tuzla buz oldu. Yazdığım şiirleri de sobada yaktım. Sözün kısası bir saman alevi içimi kavurdu ve söndü. -Radyolu günlerden yeşil gözlü oğlana atladım. Düşünce öylesine akışkan ki bir yerde tutmak olası değil.
 
Ay ışığı denizde bir yol oluşturdu. Karşıdaki adalara o yoldan gidebilirim. Yalnızlığımı paylaşmak istediğim o parlak yıldız da gittikçe uzaklaşıyor, radyolu günlerdeki çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım gibi. Deniz fenerleri uzaktaki eski dostlar gibi yalnız gecelerime el sallıyorlar. Başka bir şey de yapamazlar. Deniz fenerlerinin ve yıldızların uzaktan uzağa yanıp sönen ışıkları , bir zamanlar yazdığım dizeleri anımsattılar:" O eski yıllar / Kimi zaman yanıp sönen yıldızlar gibi uzaklaşırlar... Düşünürüm: O geçmiş yılları yaşayanla bugünkü ben aynı mıyım?"
 
Pek aynıyım diyemiyor insan. Yalnızca biyolojik bir değişim değil bu. Farklı bir insan ortaya çıkıyor. Ama önemli olan eski "ben" ile yeni "ben" i sevebilmek sanırım, barışık olabilmek. Bir de " İyi ki yaşamışım o günleri." diyebilmek mi aslolan?
 
İyi ki yaşamışım, dediğim neler var yaşamımda? Fakülte yıllarımda gece derslerinden kaçıp tiyatroya gidişimiz arkadaşlarla. Hemen usuma gelen bu. Özellikle bir hocamızın derslere geç gelmesini bahane edip tiyatroda soluğu alışımız bugün hiç de utandırmıyor beni. İyi ki gitmişim, diyorum yaşadığım taşra kentinin sınırlı koşullarını düşününce.
   
Dersten kaçtığımız o günleri anımsar da hiç AŞO’yu düşünmez miyim? Hüzünlü göz süzmelerini, iç çekmelerini hiç unutmadım ki. Radyolu günlerimin, genç günlerimin en renkli ve sıcak yüzüydü AŞO. Mektuplarını yıllarca "kıymetli evraklar" gibi sakladım. Aradan geçen beşli, onlu, hatta yirmili yılların eskitemediği dostluğu, sevgiyi yansıtan mektuplarını her okuyuşumda hem güldüm, hem ağladım.



 

    
Strauss’ un valsleri çalıyor radyoda. Müzikle yalnızlığa bir tür meydan okumak benimki. Denizin üstünde beyaz köpükler. Bir balıkçı motoru denize ağ atmış, bekliyor. Ağın üstünde martılar. Beyaz kardelenler gibi suyun üstüne serpilmişler. Strauss’un ezgileriyle bir başka güzel gözüküyorlar. Güneş birazdan batacak. Karşı adacıkların hemen arkasından denizin içine akıp gidecek. Turuncu, sarı, kırmız çağrışımlarıyla bir büyücek tekerlek gibi adaların arkasında yitecek güneş. Ondan sonra bulutlar pembeden mora, mordan kırmızıya ve laciverte geçecek. Bir tansık gibi etkiliyor beni bu görüntü. Güneş bizim dünyamızı aydınlatmanın huzuru ile başka dünyaları aydınlatmaya gidecek. Çocukluğumda Bostancı’da da güneşin denizde batışını böylesi coşkularla izlerdim. Bostancı’daki çocuk yıllarımda da radyonun yaşamımda önemli bir yeri oldu. Edebiyat saatlerinde Tarık Gürcan şiir okurdu. Beni öylesine etkilemişti ki bu ses, belleğimde çok güzel genç bir insan canlandırırdı. Yıllar sonra televizyonun yaşamımıza girişiyle Tarık Gürcan’ı televizyonda görebildim. Giderek yaşlanmıştı. Sesinin tısını devam etmesine karşın genç yıllarındaki gizemli ve tutkulu etkisini yitirmişti. Kim bilir, belki de bendeki yitirilişlerin de payı vardı bu değişik algılayışlarda. Babam çocukluğumda:
"Yiyeceklerin tadı mı değişti, yoksa bizim tat alma duyumuz mu körleşti, hanım?" derdi anneme. Aynı şeyleri şimdi ben de ayrımsıyorum üzülerek. Portakallar, salatalıklar daha bir güzel kokuyordu sanki.
"Her şey yapaylaştı kardeş," diyordu Hayriye Hanım. "Yiyecekler hep hormonlu. İnanır mısın pazardan aldığım patlıcanlar evde durduğu yerde büyüyor."
Ee, orası da doğru. Yapaylığın giderek arttığı bir dünyada yaşadığımızı kim yadsıyabilir ki? Sadece patlıcanlar, biberler mi? İnsan ilişkileri de hormonlu değil mi?
 
Beş uzun gece geçti bu yaz evinde. Sular gene aydınlandı. Denizin yüzeyinde irili ufaklı adacıklar. Adacıkların üstünde gök iyice aydınlandı. Gece göz kırpan deniz fenerleri dinlenmedeler şimdi. Geceki inatçı imge kafamın içinde. Yıldızı arıyor gözlerim. Karşı adanın üstünde doğuyordu. Akşamları doğan ilk yıldızdı o. Bu gece de kalsaydım konuşur muydu benimle? Radyolu günlerimin küçük kızı yeniden doluverir miydi evin içine?
 
Gözlerimi yumuyorum. Radyolu çocuk günlerimi düşünüyorum olanca gücümle. Doğan güneşin aydınlattığı Yunan adasındaki uzak köyler garip bir ışımayla belirmeye başlarken, başım döner gibi oluyor kafama üşüşüveren onca imgeyle. Denizin ve adaların yerinde şimdi radyolu çocuk günlerim can çekişmede. Önemli olan yaşadığım an, bir dünle bir bugün arasında dengede duran. Biraz önce bavulunu hazırlıyordu oğlum, kapatıp çıkıyor kapıyı. Denizin, dünyanın ortasında, orta yerinde yapayalnız durarak, sularda süzülen bir sandal gibi gittiğini görüyorum çocukluğumun.
 
Sonra yeniden çocuk sesleri, radyo sesleri... Kafam gibi gökyüzü de o mavi rengiyle, başa çıkamıyor belleğimdekilerle...         
 

 
 
 
 
  
 Filiz Gülmez
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar