Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar 

                  




 

KANGURU YAYINLARI,
MART 2008, 224 SAYFA, 
ISBN 978 9944 146 37 1

Gazete ve dergilerde yazdığı inceleme, eleştiri ve kitap tanıtma yazılarıyla tanınan Hülya Soyşekerci, bu kez 2004-2007 arasında tuttuğu yazın günlüklerini, bir kitap halinde okurlarıyla paylaşıyor. Bu günlüklerde hem yaşanan zamanın güncel çizgilerine yer veriliyor hem de yazarın okuduğu yapıtlar ve onların yazarlarına açılan araştırma -okuma serüveni ilgiyle okunuyor.  Güncel okuma notlarında,  yazarların günlüklerine de açılan Hülya Soyşekerci, yazar-yapıt ilişkisini aydınlatmaya çalışıyor ve uzun süreden beri ihmal edilen günlük türüne dikkatleri çekiyor. Kitapta günlükleri, anıları ve yarattıkları kahramanlarıyla birlikte incelenen yazarlar arasında Oğuz Atay, Julio Cortazar, Tomris Uyar, Henri  Frederick Amiel,  Pablo Neruda, Bilge Karasu, Aragon, Zweig, Füruğ  Ferruhzad, Sartre, Tezer Özlü, Cesare Pavese, Virginia Woolf, Sylvia Plath, Nilgün Marmara, Svevo, Yusuf Atılgan… yer alıyor.

 

 Sayfa: 67-73

 





SANATÇI, İNTİHAR VE STEFAN ZWEIG

 
10. 05. 2005
insan niçin intiharı seçer? Hangi nedenler yüzünden, yaşamın arka penceresinden çağırır o siyah kanatlı, sessiz ölümü? Bu güneşli mayıs gününde, doğada için için süren yaşama coşkusuyla çelişen bir soru; biliyorum. Yaşamına kendi kararıyla son veren bir öğretmen arkadaşımdan kalan boşluk, aylardan beri içimi acıtıyor. Bu güzel insanın, yaşamının hangi kırılma noktasında böyle bir kararın ardından gittiğini anlayamayışım, gözlerime hüznün gölgelerini bırakıyor. Gölgeler yaşamın gün ışıklarına düşerken, içimi yaprak yeşili ürperişler sarıyor. Günceme yazınca ruhumu ezen ağırlığın biraz olsun azaldığını düşünüyorum. Belki bir yanılsama... Gözyaşlarına harflerin içinde akıyor sanki.
 
Bazen de insan, insan olduğu için, insan kalmak istediği için, yaşamın dayattığı derin kırılmalar karşısında tek yol olarak ölümü görebiliyor. Çok acıtıcı da olsa, "intihar eylemleri" nin ardında yatan gerçeklerden biri de bu. Gün geçmiyor ki darmadağın edilmeye çalışılan Irak'tan bir intihar saldırısı haberi gelmesin... Direnmenin öteki adı oluyor Irak'ta intihar.
 
12 Eylül karanlığında, cezaevlerindeki birçok insanın intiharı seçtiği de ne yazık ki başka bir gerçek... Hayri K. Yetik'in intihar edenlerle ilgili satırları ne kadar düşündürücü: "Yaşanmakta olanı istemiyorlar; hepsi o kadar. Önlerine konan yaşamı reddediyorlar; yaşamaya katlanamıyorlar yani. Katlanamadıklarını tükürüyorlar yüzünüze Andre Breton'ca: "Benim için hazırlanmış yazgıya boyun eğmiyorum; en yüce bilincin bu adaletsizlikle yaralı yaşayışımı, bu yeryüzündeki her türlü yaşayışın gülünç kurallarına uydurmaya yanaşmıyorum." (...) Anlayın artık, geleceği de yüzünüze çarpıyorlar; yüzünüzde parçalanıp yerlere savrulan sizin sahte iyimserliğiniz, sanal kurgularla gelen geleceğinizdir; onlarınsa gelecekleri hiç olmamıştı. Dalsanız arkada bıraktıkları kuyuya, bilinen bir kuyu değil. Bir kara delik sanki. İzini sürseniz yüreğinizin karalığına çıkar. Karalığınızı bulursunuz orda en fazla. Şaşıp kalırsınız "n'olacak şimdi?" yeni sorularla burgaca dönüşür... Bu anlamsız dizgeyi bu saatten sonra yenilir yutulur duruma getirebilir misiniz? Artık sizin için de inandırıcılığı kalmamış bu boşluğu neyle dolduracaksınız; hangi yalanla? Yalnız onlar için mi; hepimiz içindir; içinde bir dipsiz kuyu olan bu zarf. Bir "ölüm" atıyorlar önümüze.
 
11.05.2005
 
Yaşam yerine ölümü seçen şair ve yazarlar, Ahmet Ok­tay'ın dizelerinde, her biri birer şiir halinde gözlerimin önünden geçtiler. 1987'de yayımlanan Yol Üstündeki Se­mender, intihar eden sanatçılar için yazılmış, derinlikli bir yapıt. Bu kitabıyla Behçet Necatigil Şiir Ödülü'nü almış Ahmet Oktay. Yol Üstündeki Semender, şu dizeyle başlı­yor: "Beni intihar ettiler." (A. Artaud) Bir prolog var son­ra: "...Bin yıllardır/ Yargının bukağısında Söz, / Ya kargış yazgısı ya sürgün. / Aynasında yansıttığı / zamanı sorgu­luyor yine de. Yenilgisi / yengiye dönüşüyor. Söz gibi in­tihar da bu yüzden / tarihin tam içinde işliyor." dizeleri dikkati çekiyor prologda. İntiharı yaşamın tek anlamına dönüştüren sanatçılar (Kleist'ten Virginia Woolf'a. Mayakovski'den Walter Benjamin'e, Gerard De Nerval'den Cesare Pavese'e, Stefan Zweig'dan Beşir Fuad'a on iki in­san...) dizelerin içinde, ruhlarındaki yoğun kederleri da­mıtıyor; kendilerini anlatıyorlar. Epilog'la biten yapıtın son dizelerini şöyle yazmış Ahmet Oktay:" Bu kitabın adı­nı andığı,/ ölümlerini bir bir / denemeye çalıştığı 12 insan, / korkak oldukları kadar cesur / umutsuz oldukları kadar / umutluydular. Yaşamlarından da / ölümlerinden de çı­karacağımız / dersler unutulur gibi değil. / Yapıtları ise iç­lerinde / kendi suretlerimizin yansıdığı / kristal aynalardır Edemediğimiz / ve edebileceğimiz / tüm intiharlar / ateş­ten gözleriyle bakıyorlar / yol üstündeki / bir semender gibi"
 
İkinci Dünya Savaşı yıllarında insanların ölümlerine, kı­yımlara dayanamayıp kendi yaşamına son veren Avustur­yalı yazar Stefan Zweig, adını insanlık tarihine bu olağa­nüstü eylemiyle yazdırıyor. Karısı Charlotte de onu yalnız bırakmıyor. Birlikte gidiyorlar ölüme; ruhlarında yüzyılın insanlık acılarının bütün yükünü taşıyarak. Yol Üstündeki Semender'de şair, Zweig'in seslenişiyle yazmış STEFAN ZWEİG bölümündeki dizeleri:
 
"İnsan / vaktinde bilebilseydi: Sessiz / durmakla uzak kalınamıyor. Bilebilseydi. / Savaş işte her yanda, susanın da / dağlandı eti karşı koyan kadar. Meltem / acıtıyor ya­nıklarını. Azalıyor / insan: unuta unuta otellerde / andaç­larını. 'Yitirdim / ayaklarımı sağlam basabileceğim / tüm toprakları.' Dinledim son kez / öteki ucunda dünyanın: Üzünçle / çınladı Noel çanları. Renkli / çam dallarında gö­zümü kamaştırdı / son kez yaşam. Rilke'nin dediği gibi /' dayanabilmek bütün sorun." (A. Oktay)
 
Zvveig, İkinci Dünya Savaşı'nın acılarından uzaktaydı görünürde; dünyanın öteki ucunda, Brezİlya'da sürgün­deydi. Fakat gazete başlıklarını okumayı bir gün olsun bı­rakmıyordu. Savaşın yıkımları ve acılan o duyarlı ruhun­da öyle onulmaz yaralar açıyordu ki bir noktadan sonra ölüm onun için kaçınılmaz bir gerçek halini aldı; ölümün çağrısına bütün varlığıyla yanıt verdi. Stefan Zweig'ın Ma­salımsı Bir Gece öyküsündeki adam, yaşamı için bulduğu anlamı şöyle dile getiriyor: "Kendi benliğini bulan kimse şu dünyada hiçbir şeyi yitirmez. Kendi içindeki insanı tanımış olan, bütün insanları tanır." Bu sözler, yazarın ken­di yaşamında bulduğu anlamı da içeriyor bence.
 
Yapıtlarıyla yazarlığı arasında bir tutarlılık vardı Zwe­ig'ın. İkisi de birbirinden ayrıştırılamaz bir bütün halin­deydi. Yazarın bütün çabaları, dünyada bütünlüğün ku­rulması ve korunması içindi. Kültürler arası iletişime ver­diği önem doğrultusunda dünyanın her tarafında konfe­ranslar veriyor; evrensel barışı savunuyordu. Yapıtları açılımlandığında işlediği konuların, kültürler arası arabu­lucu kimliğini yansıttığı görülebilir. Yazdığı biyografiler, bu yönünün göstergeleridir. Stefan Zweig, önemli bir bi­yografi yazarı olarak dünya yazın tarihinde yerini aldı. Dostoyevski, Verlaine, Rimbaud, Kleist, Hölderlin, Nietzche, Tolstoy, Baudelaire, Balzac, Dickens... gibi yazar ve şairlerin yaşam öykülerini, psikolojik boyutlar da katarak oluşturdu. Çok yönlü bir sanatçıydı Zweig; şair, öykücü, romancı, düşünür kimliği taşıyordu.
 
Tarihler 1933'ü gösterirken Nazilerin yakmaya başla­dıkları kitapların arasında Stefan Zweig'ın yapıtları da yer alıyordu. 1934'te Nazilerle Zweig arasındaki çatışmalar doruğa ulaştı. Önce yazardan "savunma" istendi, sonra evi basılarak silah araması yapıldı. Bunun üzerine Zweig yurdunu terk etmek zorunda kaldı ve Londra'ya yerleşti. Sürgün yılları başlamıştı:
"Ah, ulus / diye haykıran zorba! Horladı / sözünü yüre­ğin. Gün günden / kabarıyor ölüler listesi. Geleceğim / çöl­de yazılı belki ya da / öteki ilk yazın yağmurunda. 'Günü­müz / kovalanış ve kin.' Batık kıtalar / oluşturdu göğsüm­de / mülteci yüzleri. Tarihe yanıt / istiyor mahpus da: Ne­yin tapıncı /yakılan kitaplar? Nedir zalimi / önder sayma­nın mantığı?" (A.Oktay)
 
Zweig'ın yaşamı, yüzyılın şiddet, kıyım, ırkçılık kasırga­larına karşı direnmeyle geçti. Evrensel barışın egemen olduğu, ortak mutluluğa ulaşılmış, savaşsız bir dünya için uğraştı ve yaşamını bunun gerçekleşebileceğini kanıtla­maya adadı...
 
Yıl 1942. Brezilya, Petropolis kenti... Zweig, hayranı ol­duğu Avrupa kültürünün korkunç bir zulmü ve canavarlı­ğı yaratması, inandığı değerlerin bir bir yıkılması üzerine, yaşamında en ufak bir anlam parçasının kalmadığını dü­şünüyor:
 
"Avrupalı / benim belleğim. Yazım da. Geç kaldım / yurt edinmeye gurbeti. Zorbaysa / ateşe veriyor dünyayı." (A. Oktay)
 
Savaşla dolu bir dünyada insanca paylaşılabilecek hiç­bir şeyin kalmadığına inanıyor. Büyük bir umutsuzluk bu... Müthiş bir kırılma... Ve Charlotte ile birlikte gidi­yorlar ölüme:
 
"Charlotte! / Bana bak son kez. Aynan yansıtsın / ki­tapları ve dere kenarlarını / ikisiydi yaşamım. / Uyumunu yitiren / dil susar. Yansa da / geleceği bilmek için. Duru kalan tek sözcük / bu mu yoksa? Gelecek. / Işığın / ve karanlığın geleceği. / Sis her yanda. Ah Charlotte / çevir ba­na son kez / kadınlığın gözlerini." (A. Oktay)
 
12.05.200S
 
Stefan Zweig'ın Günlükler'inde, yaşamındaki gizleri bulmaya, iç dünyasının yansımalarını görmeye çalışıyorum, iki yıl önce İngiltere'deyken yazdığı 16 Haziran 1940 tarihli günlüğünde: "Hayatlarımız on yıllarca düzelmeyecek, benim önümdeyse on yıllar yok. Olmasını da istemi­yorum... Bitti. Avrupa'nın işi bitti, dünyamız çökertildi. İşte şimdi tam anlamıyla vatansızız." sözleri yer alıyor. Bir gün önce de şöyle yazmıştır günlüğüne: " Neredeyse elli dokuz yaşındayım, önümdeki yıllar korkunç olacak; bu aşağılanmalara niye katlanayım ki?" Yıllar süren yurtsuzluk, süreğen göçmenlik yaşantısı Zweig'da büyük bir ruh çöküntüsü yaratıyor. 1939'da Max Herman - Neisse'ye "İnsanlık her yerde var ama bu her yer çok az... Bununla birlikte insanlık nerede bulunuyorsa orası bizim gerçek vatanımız olsun." diye yazmıştı, işte 30 Mayıs 1940 tarihli günlüğünden satırlar: " ... gitmek istediğim başka bir ülke de yok, tasımı tarağımı toplayıp bir kez daha iltica edecek gücüm yok, en kritik anda Oscar Wilde'ı pençesine almış olan o yazgısal ağırlık benim de içimde. Az önce, New York üzerinden Brezilya'ya gidebileceğim haberini aldım. Ama bunu yapmalı mıyım? Yeniden mi işimden, evimden kopacağım, bir uçuruma, belirsizliğe mi bırakacağım kendimi, ruhum bedenimin içinde kaskatıyken konferanslarla, toplantılarla zaman mı harcayacağım?"
 
Sığındığı İngiltere'de rahat değildir Zweig. Kendini aforoz edilmiş gibi duyumsar; İngilizlerin kendi adını bile telaffuz edemediğini, bu afarozun ömür boyu süreceğini düşünür. "Sorun, Alman olarak mı, Yahudi olarak mı daha çok nefret edileceğim; üzerimize Nessus'un gömleği gibi atılmış olan nefret konusunda tartışılmıyor bile." diye yazan Zweig, kendisini çevreleyen nefret duygusunun içinde yaşamak zorunda kalmıştı. Boşluğun içine düşmüş gibiydi; yüreği uçurumdaydı. 28 Haziran 1940'ta şöyle ya­zıyor: "Avrupa'yla birlikte ölmek gerekmez mi! Dayandığı­mız için, kurban olduğumuz için teşekkür beklememeliyiz elbette, sözün ve onurun geçerli olmadığı her gün kanıt­lanıyor; Hitler'in en korkunç suçu, yalanı ve aldatmayı saygın bir konuma getirmiş olması ve binlerce yıldır suç olarak görülen şeylerin devlet sanatı ve yaşam sanatı ola­rak kabul edilmesi. Bizim gibi eski kavramlarla yaşayanla­rın işi bitik; bir şişeyi hazırda tutuyorum..." Öyle zorlu bir ruh durumudur ki bu, yazarı derinden kuşatmış ve bütün dünyasını tutsak almıştır. Ölümün kaçınılmazlığı, intiha­rın ipuçları, öncülleri gizli bu satırlarda. Gerçekten, "önü­ne konan yaşamı reddediyor"; böyle bir yaşamın içinde boğulmaktansa, ölümün içinde özgür olmayı tercih edi­yor.
 
Kendi yaşam öyküsünü anlattığı Dünün Dünyası'nda aynı zamanda Batı Avrupa kültürünü ele alır Zvveig. O, bu kültürü hem sevmekte hem yermektedir; ama sevgisi her zaman daha ağır basar. 1939-1942 yıllarında, sava­şın karanlıklarında yazdığı bu kitapta Zweig kendi hayatı­nı anlatırken şöyle der: "Hayatım, dediğimde, hemen ar­kasından 'hangisi' diye kendi kendime sorduğum çok­tur. Savaşlardan önceki mi? Birinci, İkinci Savaştan önce­ki mi? ... Ben kendi payıma, insanlığın iki en büyük savaşı ile çağdaşım. Birini Alman, ötekini Almanlara karşı olarak iki ayrı cephede yaşadım. Kişisel özgürlüğün en yüksek çizgisine ve biçimine savaş öncesinde ulaştım. Fakat son­ra yüzyıllardan beri görülmemiş bir derinlikte olan en alt basamağa indim." Savaşa bütün varlığıyla karşı çıkar Zweig. O, gerçek bir barış tutkunudur. Yaşadıkları, düşünceleri ve düşlerini doğrulamaz ne yazık ki. Dünün Dünyası'nın son sayfasında şunları yazar: "Küt küt atan kalbim, şu anda başlayan ve korkunç yanlarını bakışlar­dan henüz saklayan savaşı hissederken, geçmiş savaşı da her yanıyla duymaktaydı. Anlamıştım. Dünün her şeyi gecip gitmiş, başarılan ne varsa yok edilmiş, gerçek yurt bi­lip sevgiyle yaşadığımız Avrupa, kendi ömürlerimizden çok daha korkunç biçimde tuz buz edilmişti."
 



Dil, din, ulusal kimliklerin ötesinde, evrensel kültürün utkusu için çalıştığı dünya, hızla ellerinden kayıyordu. Dü­şündükleri ve idealleriyle çelişen bir dünyada yaşamak, korkunç acı veriyordu yazara. Savaşın en yakıcı ve yıkıcı yılında, karısıyla birlikte ölüme gitmeden önce bir mek­tup bıraktı. Mektup, Almancaydı, şunlar yazılıydı satırlar­da: "Kendi isteğimle ve bilinçli olarak hayattan ayrılma­dan önce, son bir görevi yerine getirmeye kendimi mec­bur hissediyorum: Bana ve çalışmalarıma, böyle iyi ve ko­nuksever şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya'ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün, bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim ve benim lisanımın konuşul­duğu dünya, bana göre mahvolduktan ve manevi yurdum Avrupa'nın kendi kendisini yok etmesinden sonra, hayatı­mı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim başka bir yer yoktu. Ama 60 yaşından sonra, yeni baştan başla­mak için özel güçlere ihtiyacım vardı. Benim gücüm ise, uzun yıllar süren yurtsuz göçüm sırasında tükendi. Böy­lece, ruhsal çalışması her zaman en büyük sevinci; birey­sel özgürlüğü dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor. Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek sabahı görebilirler! Ama ben aşırı sabırsızım, bekleyemeyeceğim o sabahı." Bütün dünyadaki dostlarına, ününe karşın, kendisini ezen bir yükten kurtulduğunu yazmıştı kısa süre önce: "Artık o yükten kurtulup kendime döndüm, içimdeki her şey, ya­şadığım çağa isyan ediyor, 'HAYIR' diyordu."

 
Zweig'ın ruhu, insanlığın acıları için ölebilecek kadar yüceydi. Kleist'ın biyografisinde belirttiği gibi " O, kendi yaşamından bir şiir yaratarak" ölmüştü...
 



  

  
 Hülya Soyşekerci
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar