Hain 

                  



İmam Kulaksız, uykulu sesiyle, sabah ezanını baştan savarcasına okurken Sakine gözlerini açtı, yavaşça başını kaldırıp kabarmış pirinç karyolasından doğruldu. Çatlak topuklu, çıplak ayaklarıyla, buz gibi yere bastı. Yorgun, yaşlı adımlarla pencereye yaklaşıp, sararmış dantel perdeyi yana çekti. Güneş karşı çıplak tepeleri yavaştan kızıla boyamaktaydı. Komşu evlerin hepsi uyuyordu. Aşağılara, yola baktı, her yer bomboştu. Uykusuzluktan yanık gözleriyle pencerenin önünde durdu... Bekledi... Öylece beklerken, değil araba sesi, uykuları erkenden bölen o tek mobilet bile geçmedi, bir tek horoz ötmedi, uzaktan da olsa bir köpek havlamadı. Sabahın köründe Sakine'ye yalnızlığını hatırlatan derin bir sessizlik vardı. Alnını, şafak serinliğini sızdıran cama dayadı, bakışları dalgın, kendisine haksızlık edilmiş bir çocuk gibi titreyen dudaklarını ısırdı, kimsenin görmeyeceğinden emin, önce sessiz, içten içten, sonra çaresiz, katıla katıla ağlamaya başladı. Ağlarken hıçkırdığını duydu. Burnunun direği sızlarken, ağlayan kadına acıdı. Gelmiyor... Artık gelmez.' dedi... Hain, gelmez. Umma Sakine, umma ki üzülmeyesin. Boş yere ağlama.

"Bekleme artık. Ne üzersin kendini? Her zaman yaptığın gibi, kıvır bir yalan kurtar zevahiri. 'Gel', dediler de. 'Israr üstüne ısrar ettiler ama ben gitmedim' de. 'Onlar beni çok çağırdılar. Ben gitmeyi istemedim' de. 'Öyle yap. Rezil olma bu yaşta kimseye.'" Sonra hem ağlamaktan, hem de çıplak ayaklarla pencere önünde beklemekten yoruldu. Güneş ışınlarını yüzüne doğrulturken, göz yaşlarını elinin tersiyle sildi. "Artık ağlama, nüzul mü indireceksin bir yerine?" deyip, toparlandı. Ama tam elini yüzünü yıkamak için kapıdan çıkmak üzereydi ki, komodinin üstündeki oğlunun hasret dolu asker mektuplarının içinden çıkan, ardında özenle yazılmış satırların olduğu eski fotoğrafıyla göz göze geldi. Görmezden gelemezdi. Gördü ama gönenmedi. Kafasını sertçe çevirdi, çıktı dışarı. Elini yüzünü yıkayıp içeri girdiğinde komodinin önünde küskün bir ifadeyle durdu. Resme dik dik, öylece baktı. Direnci kırıldığında elini yavaş yavaş uzattı, fotoğrafı kavradı aldı avucunun içine, dayadı soğuk camı yanağına. Onu okşarken "Oğlum" dedi kulağına fısıltıyla, "Oğlum."
Öptü, öptü. Oda aydınlandığında oğlu başını okşayan annesine gülümseyecekteydi. Yanında ne karısı ne de çocukları vardı. Eskiden olduğu gibi yine ikisi.
"Ama küsüm sana." dedi.
"Burnumda tütüğünü biliyorsun. İçim sızlıyor sen aklıma gelince. Hiç aramazsın. Ele güne karşı da aramazsın. Şöyle usullen de olsa. Babam da öldü, anam bunca yıldır ne yapar, ne yer ne içer, hiç aklına gelmez miyim? Hastalansa kim bakar da mı demezsin? Onca parayı aldım arada sırada şu kadına da üç beş kuruş göndersem diye hiç düşünmez misin? İstemem mi lazım? Demem mi? Bir başına kalmış anası hiç aklına gelmez mi insanın? Benim senden başka kimim var ha? Başka çocuğum mu var?' Öyle derdin eskiden. Boynuma sarılır sarılır, 'Benim senden başka kimim var?' Yaaaa.. Öyle derdin hep. Anacığını, anacığım... Başka bir laf çıkmazdı ağzından. Demek hepsi işin bitene kadarmış. Artık hayatından memnunsun, beni niye arayasın değil mi ya? Ben de inanırdım sana."

Duvarlarında eğri bir kaç nişin bulunduğu, yerin toprak, tahta kirişlere bağlı tavanla dam arasına erişte yosun kurularının tıkıldığı bu küçük eski taş evi, tavandan sarkan çıplak ampulle birlikte güneş de aydınlatmaya başlamıştı. Elindeki fotoğrafı kırgın,umutsuz yerine koyarken;
'Offf, of.' dedi... 'Her şey boş... Boş."
Geceliğini üstünden öfkeyle sıyırırken yine mırıldanıyor, elinde olmadan yine söyleniyordu. “Kalk Sakine kalk kıpırdan. Güneş yükseliyor. Anca gidersin ot toplamaya. Anca yetişirsin pazara. Aman ha yumurtaları unutmayım, akıl mı kaldı gayrı bende bi geliyor bi gidiyor.”
Eprimiş elbisesini, rengi soluk eski hırkasını giyindi. Yatağını topladıktan sonra hiç kıpırdamadan birkaç saniye öylece durdu. Aklına bir şey gelmiş gibi ya da bir şey hatırlamış gibi bekledi... Bekledi. Sonra da kararsız, biraz önce topladığı karyolanın üstüne sus pus oturdu. Öylece kaldı.
Üç beş dakika sonra, böyle niye oturduğuna şaşkın dışarıya, bahçeye çıktı aceleyle. Havayı kokladı, etrafı dinledi, yine girdi içeriye. Yine oturdu karyolasının üstüne. Yine dışarıya çıktı, yine girdi eve.
Yine çıktı. Yine girdi...
Yine, Niye?
Bomboş bir oda, hafif bir kızıllık, birkaç pencere, bir küçük masa. Komodin.
Nişlerin içinde kaba camdan yapılma, birkaç eski bardak, bir sürahi... Raflarda çeyizlik kalaylı bakır kaplar. Gözleri birden karyolanın ayak ucundaki duvarda asılı siyah beyaz bir evlilik fotoğrafına takıldı. Yavaşça yerinden indirdi. Önce geline, anlamsız anlamsız öylece boş gözlerle baktı. Fotoğraftaki kadının kim olduğu konusunda kararsız, kendisi olduğuna da inanmadan baktı. Baktı... Baktı. Geçmişle bu gün arasında, şu an arasında, hiç bir bağlantı kuramadı. Elini yüzünde gezdirdi. Dudağında utangaç bir gülümsemeyle, gözlerinin içi gülen fotoğraftaki şu kadında kendisinden bir eser bulamadı. Yanındaki damat “şu, yakışıklı görünen, şu adam” sekiz yıl önce ölüp onu oğluna emanet bırakan kocası değildi. Değildi... Bu fotoğraf düğününde çekilen fotoğraf değildi. Bu gelin de kendisi. Bu yüz hiç bildik gelmiyordu işte, kadının yanındaki bu adam da. Ama kimdi bunlar?
“Bu fotoğrafın benim evimde, burada ne işi var ? Ben tanımadığım bu insanların resmini duvarıma niye asmışım? Sonra birden anımsadı. Haaaa! Şimdi oldu. 'Bildim' dedi. 'Hatırladım'.”
Hatırladığına sevindi. Yüzü güldü ama hemen de asıldı.
“Bu... Bu delikanlı? Oğlu muydu yoksa?”
“Şu yanındaki de aç gözlü gelin.”
Fotoğraf elindeydi ama yine de gerçekten onları tanıyıp tanımadığı konusunda kuşkuluydu.
“Ama bu oğluma hiç benzemiyor. Nuri'min gözleri sürmelidir. Kirpikleri uzun. Bıyıklan, saçlan gürdür. Kansı da böyle güzel değildir.”
Fotoğrafı gözlerine yaklaştırdı. Ama, yine seçemedi. Aklı karıştı. Kalktı, kocasından kalma yakın gözlüğünü nişin içinden çıkarttı, taktı gözüne.
Büfenin üstündeki asker fotoğrafını da aldı eline iki fotoğrafı karşılaştırmaya başladı. Bir ona, bir buna, baktı durdu.
İki sureti de tek tek inceledi. Benzer noktalar bulmaya çalıştı.
Bulamadı... Zihni bulandı. “Şu küçük asker resmi oğlumun, Nuri'min. Bildim de bu kimin?"
Birden çerçevesindeki fotoğrafı, kadifesi dökülmüş astarı sarkmış eski koltuğun üstüne tiksintiyle fırlattı.
“Rezil... Rezil köpek. Arif bu dedi... Anamın oğlu. Sensin.”
Bağırıyor, yanında birisi varmış gibi söylenip konuşuyor, sorularına yine kendi cevap veriyordu.
“Kim koymuş bunu buraya?”
“Ne işi var onun büfemin üstünde?”
“Onun işidir, kim olacak? Yere göğe koyamadığı oğlunun suretini getirip buraya koymuş. Bana inat. Bana kast. Gözüm görmesin. Seni çoktan unuttuydum bak... Durduk yerde hatırlattın sabah sabah. Allah'ın belası. Anamın sevdalısı. Ben deli miyim de senin resmini alıp böyle baş köşelere koyacağım. Konduğun tarlalar, anamın babamın evleri, mallar mülkler, sana mezar olsun. Traktör altlarında can ver. Geber de anam ardından ağlasın. Görelim bakalım öksüz kardeş hakkı yemek ne imiş?”
“Şuncacık bir kızdım... Aklım mı ererdi mala mülke? Babam öyle erkenden ölmeseydi yedirmezdi hakkımı. Ah ben... Ah kafa. Köpeğin önüne atar gibi tuzlu bir tarla verdiler. İşe yaramaz deniz ayazında poyraz kesen bir de kıraç tepe. Yarısı kayalık. Kuş uçmaz kervan geçmez. Hah hah hahhhh. Güya kandırdılar beni. Ama ne yaptı güzel Rabbim? Deniz ayazında poyraz kesen o tepeyi ne yaptı? Nee? Haaa?”

Evin içinde bir aşağı bir yukarı gezinmeye başladı. Keyiflenmişti, gülüyordu, dişi dökük ağzını aça aça gülüyor, bir yandan da kızıyordu. “Allah'ın adaleti böyledir işte, sopası.”
“Aha böyle, deste deste banknotları saydı da aldı elin adamları bana dehlediğiniz o yerleri. Bakakaldınız değil mi? İyi.. Bakın Öyle. Ama yine de hakkımı helal etmiyorum, hiç etmiyorum. Zehir zıkkım yiyin. Elli dönüm... Ne para etti ama. Etti de ne oldu? Hani para? Nerede? Yine ot toplayacağım. Yine tavukların yumurtalarını biriktirip satacağım.” Sustu, derin bir iç geçirdi. Başını önüne eğdi, güçsüz fısıltıyla söylendi. “Gelir... Olum gelir... Helal süt emmiştir o... Gelir. Beni darda koymaz... Yok yoksul değilim ki ben... Çok şükür bak başımı sokacak bir evim var, koca bahçem var. Elim ayağım tutuyor, kimseye muhtaçlığım yok. Çok şükür ya Rabbim, çok şükür, beterin beteri var.” Canı sıkılmıştı. Söylediklerine kendisi de inanmamıştı sanki, yeniden söylenmeye başladı. Birilerinin duymasından korkar gibi ürkek sessiz mırıldanıyordu pencerenin önünde. “Sakine, aptal kadın... Kandır... Kandır daha sen kendini .İnadı bırak artık kabul et. Oğlun artık gelmeeeeeez! Sattırdı onca araziyi sana... İt gibi peşinde dolandı yalakalık yaptı sana, satana kadar.”
“Ne diller döktüler 'anam anam' diye. Seni nasıl el üstünde tuttular. Az uğraşmadılar kandırmak için. Çoluk çocuk... Ev ne çok şenlenmişti o günlerde. Gelin de çocuklar da pır pır döndüler etrafında, evinden çıkmak bilmediler. Çok para saydı adamlar çok. Onlar paralan sayarken gelinin gözleri nasıl da parlıyordu... O bakışlar gözümün önünden gider mi hiç. Unutur muyum ? Her şey yalanmış. Kaç yıldır yüzlerini görmedim. Çocuklar kocaman olmuştur. Beğenmezler artık beni. Şimdi öleyim diye müjde beklerler...”
“Aaa. Anam ölmedi mi benim? Öldü... Babam da... Ablam da. Kocam da öldü. Herkes Öldü.” Ölüm düşüncesi bedenini ürpertti. Hızla uzaklaştı pencerenin önünden, gözlüğü yeniden taktı, fotoğrafa yeniden baktı...
Baktı... Baktı...
Yanıldığını fark etti. Nasıl da anlamamıştı. Sonra özür diler gibi sessiz şaşkın kalktı, gözlüğü çıkarttı gözünden.
“Hay Allah” dedi, “Buabim değil ki. Bu da yengem, Meryem değil. Nereden uydurdum şimdi bunu. Sabah sabah bak gördün mü durduk yerde aklıma düşürdüm rezili. Karıştırdım. Tamam tamam karıştırdım, Amaaan, akıl mı kaldı bende ? Kocadım gayrı.”
“Ama kim bunlar?'
Fotoğrafa yeniden, dikkatlice bakmaya başladı. Kafası karışıktı. Emin değildi...
Hiç bir şeyden emin değildi.
“Bu Nuri'nin düğünde çektirdiği fotoğraf “ diye fısıldadı. Resme bir süre baktı.
“Sizsiniz tamdım. İyi gülün” dedi... “Daha çok sokulun birbirinize. Sizsiniz..
Sizsiniz ya... Nasıl da bilemedim.”
Birden bağırmaya başladı.
“Hayırsız oğluuuuuum. Sensin bu... Sen gelinim olacak kara suratlı kadın senin de güzelliğin işte böyle düğün resminde kalmış. Çeldin oğlumun aklını. Sen ayarttın, yoldan çıkarttın. Benim oğlum yapmazdı. Mala mülke bakmazdı. Araba diye tutturmazdı. Kanmazdı. Sen istedin. Arabada şöyle yanma kurulup kurum kurum gezmeyi sen istedin. Bilezikleri koluna sıralayıp çalım atmayı sen istedin. Yooo, benim oğlumda da var... Olmaz mı? İkiniz birden kandırdınız beni... Sattırdınız baba toprağımı elin adamlarına. O, bir gecede gözlerini kırpmadan kestikleri ağaçları bir bir diktiydim ben o kıraç tepelere... Babanla birlikte sana yüklüyken hem de. O fidanları sırtımızda taşıdık biz . Susuz günlerde, tenekelerle su taşıdık iki büklüm, kurutmadık. Hiç acımadılar keserken.”
“Aha kafa aha... Parayı aldılar ya avuçlarına... Arabayı çektiler ya altlarına. Apartman dairesine bir güzel kuruldular ya artık İzmir'lerde; aramazlar... Aramazlar analarını. Niye arasınlar niye? Ha?” Fotoğrafı eline aldı. Çıktı avluya.
“Gelmezsen gelme. Kimseye yalan da söylemeyeceğim. Bana gel diye ısrar ettiler...Aradılar da demeyeceğim.”
“Aramıyorsanız... Aramıyorsunuz... Allah sizi de bildiği gibi yapsın. Bak ben kimseye bir şey yapmadım da başıma neler geldi.” Resmi, kaptığı gibi fırlattı bahçedeki kurnanın üstüne. Resim çerçevesinden kurtuldu, camı paramparça yayıldı avlunun zeminine. Başından sıyrılan yemenisini öylesine bağlayıp, avludan eve yeniden girerken, kümesteki horoz öttü... Biri daha öttü ötelerden. Birkaç evin ışıklarının yandığını gördü. Her sabah uykusunu testere gibi kesen eski mobiletin cızırtılı sesi taa ötelerden yaklaşırken zamanı hatırladı. Telaşla toparlanırken, “Geciktim” dedi. “Gecikiyorum.” Bahçedeki tulumbadan çektiği suyla uzun uzun ellerini yıkadı. Bileklerini ovuştururken, “Damga vurdular” dedi. “Sakine, unuttun mu? Bileğine sabit mürekkepten simsiyah pis bir damga vurdular. Tabipliğe götürdüler seni. Rapor aldılar. Sevindiler. Az uğraşmadılar, az.” 

Ayağına lastiklerini geçirdi, bahçe kapısının ardından çuvalını aldı hızla çıktı evden. Tek tük ışıkların yandığı köyü ardına alıp bayır aşağı inmeye başladı. Pazar onun için bir renkti. Pazara gitmek, evden çıkmak demekti. Minibüse binmek, yolcuların arasında oturmak, şoförün çaldığı müziği dinlemek, denize giden turistleri seyretmek, dillerini anlamasa da onların konuşmalarını duymak, onlara gülümsemek, onların da kendisine gülümsediğini görmek bir hafta boyunca özlediği şeylerdi. Yol parası vermek adamdan sayılmaktı. İnene binene bakmak oyalanmaktı. İnsanlarla özellikle de tanımadığı insanlarla konuşmaktı. Ayak üstü sohbetti. Çakır Ali'nin küçük lokantasından alınıp yenen ekmek arası dönerdi, köfteydi. Yorucu da olsa pazara gitmek güzeldi. Hayatındaki en güzel renkti.

Pazarın curcunası, koşuşturması telaşı bittikten, yumurtalarını,topladığı otlarını,favalık baklasını sattıktan,alışverişini de  bitirdikten sonra  Çakır Ali'nin küçük lokantasında ekmek arası dönerini de afiyetle yemiş, minibüsün önüne oturmuş, etrafı seyrede seyrede dönmekteydi köye. Hava çok sıcaktı. Emlakçı İsmail yanındaki adamla hararetle hararetli konuşurken,birden minibüsten inen Sakine'yi gördü. Gözü Sakine'de konuşmasını aceleyle bitirip   adamı   başından savdıktan sonra köyün yolunu tutmuş ağır adımlarla yürümekte olan Sakine'nin ardından soluk soluğa koştu... Yaklaştı, yetişti. Sakine Emlakçı İsmail'in böyle ardından soluk soluğa koşmasına, hürmetle elini öpmesine, halini hatırını sormasına o an bir anlam veremedi. ama meraki uzun sürmedi. İsmail hem konunun hassasiyetini bildiğinden, hem de sıkı sıkıya tembihlendiğinden olsa gerek, lafı  ağzında yuvarlamadan, söyleyeceğini bir çırpıda ,aceleyle söyleyivermişti. Sendelemişti Sakine. İsmail'in gayet saygılı, efendi, yumuşak bir ses tonuyla çocuk kandırır gibi ya da müjdeli bir haber verir gibi, “Eve müşteri var Sakine Ana, Nuri'yi aradım. Pek sevindi. Bugün yarın gelir.” deyivermesiyle nefesi tıkanmış, başı birden dönmüş, yer yarılmış da içine girivermişti sanki. “Arkadaşı Emlakçı İsmail'e evin satılması için Nuri haber salmıştı besbelli. Müşteriyi de hemen buluvermişler. Onca para yetmemişti demek. Onca para. O kadar çok para. Başını soktuğu evi satılacaktı ha?”
“Ev satılınca kendisi ne olacaktı?”
Sakine öfkesi burnunda çaresiz, evinin bahçesine yorgun- argın, kan-ter içinde girdiğinde yerde, çerçevesi dağınık, camı paramparça bir fotoğraf gördü. Gözlerine inanamadı. “Aaaa!” diye bir çığlık attı. “Benim düğün resmim.”
“Kim yapmış bunu?” diye bağırdı. Evde birinin olduğundan kuşkulu, korkuyla bağırdı “Kim var? Kim o? Niye attınız bunu?”
“Ne istediniz benim düğün resmimden?”
İçinde biraz sebze, biraz tavuk yeminin olduğu sırtındaki çuvalı bahçe kapısının ardına bıraktı, çerçeveyi kaptığı gibi evden içeri daldı. Evde kimse yoktu. Yeniden bahçeye çıktı. Yerdeki kırık cam parçalarını topladı, çerçeveyi düzeltmeye, menteşelerinden ayrılmış parçalan, yan yana getirmeye çalıştı. “Bu nasıl asılır yerine bu halde, hay Allah” dedi. Komodinin üstüne öylesine koydu. Dışarıya çıktı. Torbadan çıkarttığı tavuk yemleriyle tavuklarını isteksizce yemledi. Elini yüzünü yıkadıktan sonra bahçe kapısını kapattı, arkasına sürgüsünü çekti. İçeriye girip, kendini yalnızlığına kilitlerken, ağzından bir tek sözcük çıkmadı. Hiç konuşmadı, kendisiyle bile konuşmadı. Çok yorgundu uykusuzdu, karyolanın üstüne kıvrıldı, gözleri boşlukta, uyuyakaldı.

İmam Kulaksız, uykulu sesiyle, sabah ezanını yine baştan savarcasına aceleyle okurken Sakine gözlerini açtı, kararmış eski pirinç karyolasından yavaşça kalktı. Çatlak topuklu, çıplak ayaklarını, buz gibi toprak zemine değdirip indi karyoladan... Hızlı adımlarla bahçeye çıktı. Odunların yığılı durduğu yere yöneldi. Çivi kutusunu devirdi döktü toprak zemine, paslı eski çivilerin en irilerini, en kalınlarını seçti ayırdı, koca uzun tahtaları bir bir çeke sürükleye getirdi kapının ardına. Sabahın sessizliğini çivilerin üstüne inen çekiş sesleri delerken tahtaları kapıya, enine, çaprazına, uzunlamasına diklemesine, özenle çaktı... Çaktı... Açılmaz etti bahçe kapısını, yok etti sokakla bağını. Yetmedi bir tahta daha çaktı. Bir daha, bir daha. İşi şansa bırakmak istemediğinden, kapıyı kalın urganla bağladı, gerip doladı, düğümledi. Yetmedi, bahçede dayanak olacak ne kadar ağır görünen şey varsa taşıdı, sürükledi, yuvarladı, yığdı kapının ardına. Direnci güçlendirmek için, uzun koca kütükleri, ocakta yanacak dallan, odunları kapının ardına destek yaptı, kütüklerin dibine de koca kurnayı kan ter içinde yuvarladı.

Gücü yaşının, bedeninin ötesindeydi.
Masayı, sandalyeleri, taşları, ağırlık yapacak kapıya destek olacak gözüne ne göründüyse, ne varsa yığdı... Yığdı... Yığdı... Karınca gibiydi.
Sürüklüyor, yuvarlıyor, taşıyor, yığıyordu. Kapının ardında küçük bir tepe oluşturduktan sonra yorgun, içeriye girdi. Pencereye yaklaştı, sararmış dantel perdeyi yana çekip uzaktan görünen tepelere, aşağılara, yola baktı, gecenin serinliğinde her yer bomboştu. Çok yorulmuştu, nefes almakta zorlanıyordu. O, öylece yola bakarken, pazara giden arabaların, uykuları bölen o cızırtılı mobiletin sesini duydu. Alnını, 
gecenin serinliğini sızdıran cama dayadı, bakışları dalgın, kendisine haksızlık edilen bir çocuk gibi titreyen dudaklarını ısırdı...
Ağladığını kimsenin görmeyeceğinden emindi ama ağlamadı.
Gözünden bir tek damla yaş gelmedi. Belli belirsiz mırıldandı;
“Demek geliyorsun. Gözün şimdi de evimde, yattığım karyolada ha?”

“Gelirsin ya. İyi gel.”
“Hain.”
“Gel bakalım.”
“Gir girebilirsen içeriye. Sat evimi kolaysa.”





Aşk Kaldığı Yerden
Ara Yayınları, İstanbul, 2008
Öykü
144 Sayfa
ISBN 978 9944786034







  
 İnci Gürbüzatik
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar