Gemilerde Zalim Var

                  

 

İstanbul Tuzla'da bulunan Tersaneler Bölgesi'ndeki işçi
ölümleri, ülke gündemindeki s
ıcak yerini koruyor.
Onlarca emek
çinin, türlü iş kazalarıyla yaşamını yitirdiği
"Tersaneler B
ölgesi", öyküde de konu edinildi.
2007 y
ılı Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması'nda,
birincilik
ödülünü alan, "Gemilerde Zalim Var" adlı öykü,
Tuzla tersanelerini ve i
şçi ölümlerini anlatıyor.

Mehmet Atilla'nın, henüz konu Türkiye gündemine bu
kadar egemen de
ğilken, iki yıl önce yazdığı bu
öyküsünü ekli dosyada ilginize sunuyorum.
San
ırım, sorunu, edebiyatın diliyle estetize etmek, bizlere düşüyor.

Gökhan Cengizhan

 

 

Babasıymış," dedi derinlerden gelen bir ses; cılızdı, onca gürültünün içinde zor ayırt edilmişti ama duyanlar birbirlerinin yüzlerini arayıp buldular çabucak. Herkes tam da gözbebeğine baktı ötekinin. Hiçbir şeyi görmüyor ama her şeyi gösteriyor gibiydi o bakışlar. Asıl gerçeklikle buluşma zamanı gelmişti öyleyse. Köşebentlerin üzerinden atlayanlar, merdivenlerden inenler, boya kutularını kenara çekenler oldu. Önlenemez bir tıkırtı, geminin küpeştesine doğru ilerledi ve durdu. Eğilip baktılar. Minik bir kalabalık oluşmuştu şimdiden aşağıda. Sekiz on kişi. Çoğu mavi baretli, biri sarı, öteki de beyaz.

Tam ortalarındaki yaşlı adamı seçmek zor olmadı, işçilerin rengârenk tulumları yabancı bir giysiyi açığa vurmakta oldukça sabırsızdılar doğrusu. Üstelik genç bir kadın da vardı adamın yanında. Bu olağan dışılığı algılamaya dönük birkaç zaman dilimi yaşandı hızlıca. "Kadın kim?" dedi sonra biri. "Kadın kim?" Çıt çıkmadı güvertede. Kimsenin kılı kıpırdamadı. Sustular. 

Öteki firmaların işçileri canla başla çalışıyorlardı. Kimi duraklamalar dışında çok da ilgilenmiyorlardı olan bitenle. Bir hafta öncesini unutmuşlardı sanki. "Ah Tayfun!" diyen bir zonklama bile kalmamıştı içlerinde. Yazık! Kocaman boşluklardan vazgeçmişti Suat, herkesin aynı ölçüde yaralanmasını beklemek haksızlıktı elbette, ama henüz taze olan bir acının oyduğu küçük delikler olmalıydı hiç olmazsa her birinin yüreğinde. Birkaç gün öncesine kadar Tayfun da oradaydı çünkü. Kablolar, halatlar, kazanlar, hortumlar nasıl oradaysa...

Eldivenlerini çıkarıp kenara koydu, içinden ters şeyler söylemek geliyordu ama dingin bir kafayla düşündüğünde hiçbirine doğru dürüst kızamayacağını da biliyordu. Başka bir şey vardı çünkü kızılması gereken; gözle görülmeyen, elle tutulmayan, insanları birbirinden uzaklaştıran başka bir şey... 

Yanındakilere göz ucuyla baktıktan sonra geminin iskele tarafındaki çelik merdivene doğru yürümeye başladı. Murat da arkasındaydı hemen, sonra Bülent, en sonda iki kişi daha... Kimileri inmekten son anda vazgeçmişlerdi demek. Olurdu bazen böyle, yola on kişi çıkılır, geriye üç beş kişi kalırdı. Korkup çekindiklerinden mi, hayır! Yarım bırakılamayacak işlerin buyruğuna uymak zorunda kalırdı insan. Elbette kimi zaman da usta korkusu, patron baskısı... Karışık işler... 

Dağınık bir atölyeyi andıran rıhtıma ayak bastıklarında az sonraki basmakalıp sözlerin hiçbir acıyı hafifletemeyeceğini biliyordu hepsi.

Bomlu vincin yanından bir sis bulutunun içinden geçer gibi geçmeleri bu yüzden. Yine de yapılanlara şöyle bir bakmaktan alamadılar kendilerini. Meslek hastalığı, alışkanlık; adı neyse artık. Kocaman bir ambarın iç çeperi asılıydı kancanın ucunda. İşçiler ağır ağır havalanan gövdeyi sağından solundan iterek doğru biçimde yönlendirmeye çalışıyordu. Kimileri de elleri bellerinde izliyordu bu yükselmeyi. Ne para, ne sigorta, ne izin o anda. Vincin piston kolu güneşte öylesine parlıyordu ki başka bölümlerdeki işçilerin bile çalışma isteklerini çoğaltacak denli göz alıcıydı uzayıp kısalan o gümüşi beyazlık. Belli ki eldivenler iyice kararacaktı bugün, baretler saçlara adamakıllı yapışacak, şapkaların siperi ikide bir arkaya alınacaktı ama yine de apayrı bir erinç duyulacaktı yaşananlardan. Zor işlerin üstesinden gelmekten kaynaklanan özel bir gururlanma herhalde. 

Suat'ı gören küçük kalabalık açıldı biraz, yol verenler oldu. Yaşlı adam da anladı olağan dışı bir şey olduğunu, Burhan'ın kolundan yavaşça ayrılıp dikleştirdi bedenini. Ama gözlerindeki ürkekliği silemedi bir türlü. Suat yaklaştı: 

"Hoşgeldin amca. Başın sağ olsun!" 

"Dostlar sağ olsun." 

Acısını belli etmemeye çalışan bir dinçlik sızıyordu adamın göz kapaklarından, kırçıl bıyıklarıyla on günlük sakalı solgun yüzüne tuhaf bir aydınlık yerleştirmişti, alüminyum bir maskeyle bakıyordu sanki dünyaya. İlk kez bir tersaneye ayak basmanın tedirginliği vardı üzerinde, bir de oğlunun henüz uzaklaşmayan sıcaklığı. Suat alışılmadık bir duygunun esrikliğine kaptırdı birden kendini. Ne oluyordu böyle? Hiç başına gelmeyen bir şey. Belli belirsiz titremeye başlamıştı. Üşüme değil, korku ya da heyecan da değil, peki ne öyleyse? Ellerini tulumun ceplerine soktu. Bir yandan derisinin seğirmesini önlemeye çalışırken bir yandan da gözlerinin önünde şimşekler gibi çakan görüntülere alışmak için çaba harcıyordu.

Birdenbire konuşmalardan uzaklaşmış, Tayfun'la baş başa kalmıştı. 

Oradaydı işte Tayfun, ölmemişti henüz. Parlak bir bilye gibi babasının bakışlarına gizlenmişti iyice küçülerek. Bir damla yaş olarak yuvarlanacaktı az sonra oradan, yere düşer düşmez de zıplayıp gülmeye başlayacaktı. Her şey geriye doğru akacaktı böylelikle.

Bir hafta öncesine... Hiçbir şey olmamışlığa... 

 Yukarıda şimdi! Geminin pruvasında kumlama yapıyor bak, yanında kazan, sağında solunda hortumlar... On metre kadar var yok yüksekliği, tabancadan püsküren zerrecikler tozu, pası, kurumuş yosunları sıyırıp alıyor, birbirine karıştırdıktan sonra savuruyor boşluğa. Yapay bir bulut, bir uçuşma... Yeni gelmiş Urfa'dan, bir oto boyacısında çıraklık yapmışlığı var geçmişinde, kompresör nedir, tabanca nedir, basınç nedir biliyor azıcık. Taşeronlar için çok bile bu kadarı, sonrası iş başında öğrenilir nasılsa. "Önce hastalık, sonra ustalık,"

gibi geniş karınlı bir cümleleri de varken üstelik. Tayfun'u birkaç günlük deneyimin sonucunda çıkarmışlar iskelenin tepesine. Derine kaçmış gözleriyle uzun uzun süzdükten sonra "Sen de çık," demiş biri.

O da çıkmış. 

Metalik vuruntular, elektrod cızırtıları... 

Murat'la Bülent aceleci. Kazanın nasıl olduğunu anlatıyorlar yaşlı adama. Nerden düştüğünü, nasıl bulduklarını... Suat'ın söyleyecek sözü yok şimdilik. Ötekiler anlattıkça Tayfun'un yüzü daha çok canlanıyor gözünde. "Bir tıkırtı oldu o gün havada," diyor Murat. Doğru söylüyor.

Bir tıkırtı oldu o gün havada. Kopan bir halatın sesi mi, kırılan bir cıvata mı, yerinden çıkan pim mi? Onun gibi bir şey. İskelenin yana doğru eğildiğini herkes gördü. Gerçi üstündekini düşürecek kadar değildi bu eğilme. Ama Tayfun'un dengesi bozulmuştu bir kez, sağa sola tutunmaya çalışıyordu telaşla. Nereye uzansa orası uzaklaşıyordu gövdesinden, hiç istememesine karşın bacaklarını azıcık oynatmak zorunda kalmıştı. O anda da sol ayağı hortumlardan birine takılmıştı, basamamıştı bir türlü istediği yere. Tek ayak üstünde kalmanın yeryüzünde bile bedeli varken, onca yükseklikte, hem de yan yatmış iskelenin üstünde durmak olacak iş değildi artık. "Allah!" dediğini duyanlar oldu sonra. Kimisi de hiç ses çıkarmadığını, buna bile zaman kalmadığını söylüyor. Dönmedi de öyle havada. İskeleden hangi açıyla ayrıldıysa o şekilde düştü yere. 

Suat güvertedeydi o gün. Elindeki taşlama makinesinin gürültüsünden hiçbir şeyin ayrımına varamamıştı. Gözlüğün sınırlı alanı ve sağa sola saçılan kıvılcımlar da cabası. Bir ara çevresindekilerin dolaşık adımlar attığını görünce kafasını kaldırıp bakmıştı. Bir şeyler oluyordu evet. Taşlamayı uygun bir yere bırakmış, doğrulurken de kafasındaki gözlüğü sıyırmıştı. Baktığı yerde ne göreceğini adı gibi biliyordu koşarken. Ya bir elektrik çarpması ya da yüzü gözü kanlar içinde bir beden. Şu işe girdi gireli bu kaçıncıydı kim bilir? Beş mi, on mu? Yalnızca sonucu merak ediyordu. Onca kazanın ardından derin bir oh çekildiğini görmemişti hiç. Çürük anılar birikirdi herkesin yüreğinde, hep öyle olurdu. Sonrası uzun dalgınlıklar... 

"Karısıdır abi." 

Burhan'ın sesiyle kendine geldi. Oysa bir tek babasının geleceği söylenmişti iki gün önce, karısından söz eden olmamıştı. Belli ki son anda alınan bir karardı bu. Belki ailenin, belki de bakanlık danışmanlarının kararı. Neyse, orası önemli değildi. Genç kadına baktı. Baktı ama yüzünü tam olarak göremedi. Kadın bakışlarını yerden kaldırmıyor, bu karmakarışık ortamda anlatılanlarla kocasının acısıyla birleştirmeye çalışıyordu. 

"Allah sabır versin kardeşim," dedi. 

Kadın asık bir yüzle döndü Suat'a, ardından birkaç kişiye daha, bir şey diyecekti, diyemedi. Alnını yaşlı adamın omzuna dayadı, birkaç küçük sarsılmanın eşliğinde kapandı oraya, o tanıdık kokuya yapıştı kaldı. Bu sırada Bülent'le birlikte birkaç işçi uzaklaştı. İşbaşı yapmaktan çok kalabalığı küçültmekti onların derdi. Patron yoktu nasılsa görünürlerde. Sabah bir ara gelmiş, ortalığı derleyip toparlatmış, sonra da ana binaya gitmişti. Ustabaşı ise ses çıkaracak durumda değildi, birazdan bakanın gelecek olması kocaman bir pelerin olarak sarıp sarmalıyordu henüz ilişkileri. Üstelik iki özel konuğun getirdiği bambaşka bir zırh da pırıl pırıl parlıyorken güneşin altında. 

"Şurada çay içelim," dedi Murat. 

Karşı sokağın girişindeki çay ocağından söz ediyordu. Burhan'la birlikte önden yürüdüler. Yaşlı adam gözünde iyice olgunlaşan damlayı elinin tersiyle sildi, genç kadının kolundan yavaşça tuttu, dengesiz de olsa birlikte atmaya başladılar adımlarını. Ruloları, profilleri, naylon örtüleri düzenlemeye çalışan işçilerin arasından geçtiler. Kimi taşeronlar yeni tulumlar, pırıltılı baretler, pahalı eldivenlerle donatmıştı çalışanlarını. Düzmece bir fotoğraf yansıyordu tersanenin her köşesinden. 

Kaldırımdaki hasır taburelere oturdular. Yükleyicilerin gürültüleri, halatların gıcırtısı geliyordu kulaklarına. Daha ikinci yudumda Suat'ın cep telefonu çaldı. Bilmediği bir numara arıyordu. Açtı. 

"Suat Bey?" dedi baygın bir ses. 

"Buyrun?" 

"Bakanlık özel kaleminden arıyorum. Merhaba!" 

"Merhaba." 

"Ölen kişinin yakınları gelmiş galiba." 

"Evet, geldiler. Birlikteyiz şu anda." 

"Babası ve karısı, öyle mi?" 

"Evet." 

"Nerede olduğunuzu öğrenebilir miyim?" 

"Kazanın olduğu tersanede. Yakın bir çay ocağında daha doğrusu."

"Şey... Sendikanızın odasına geçmenizi rica etsek..." 

"Neden?" 

"Sendika temsilcisi değil misiniz siz?" 

"Öyleyim." 

"Biliyorsunuz, sendikaların böyle durumlarda..." 

Alttan alıcı bir sesti karşıdaki. Ağlamaktan yeni çıkmış gibi, biraz titrek, biraz da kederli. Koskoca bakanın ayaküstü başsağlığı dilemesinin yakışık almayacağını, demirlerin, boruların, arabaların arasında karışıklık yaşanmasının aynı zamanda bir güvenlik sorunu da yaratacağını söylemeye çalışıyordu. Sözcükleri öylesine eğip büküyordu ki Suat sıkıldı bunca gereksiz açıklamanın art arda yinelenmesinden.

Sözünü kesti adamın: 

"Bu sizin düşünceniz mi, yoksa bizimkilerin mi?" 

Soruyu duymamış gibiydi karşıdaki, kaldığı yerden sürdürüyordu konuşmasını. Aynı durgunluk, aynı ses tonu, aynı gerekçeler... Yüzünü bile görmediği biriyle telefonda tartışmak, hele hele konukların gözü önünde böyle bir işe kalkışmak anlamsız geldi birden Suat'a. 

"Tamam. Geçiyoruz. Orada bekleyelim sizi." 

Danışman rahatladı birden. Teşekkürler, mutluluk dilekleri, selamlar... Telefonu kapattıktan sonra kadınla göz göze geldi Suat.

Konuşmadılar, öylece baktılar birbirlerine. Olsa olsa bir iki saniye... Az önce yaşlı adamın gözlerinden bir damla olarak yere düşen o görüntü kadının sarı tüylü yanağında geziniyordu şimdi. İki büklüm bir tümseklik, bir giysi yığılması. Suat merdivenden nasıl indiğini anımsamıyor ama yerde oluşan tuhaf yumuşaklığa dokunmaya korktuğunu unutması olanaksız. Betona diz çöküşünü, omuz başına yığılan işçilerin haykırışlarını, başını kaldırıp iskeleye bakışını da. Düşerken bile şansı olmalı insanın. Katlanmış brandalara, onların hemen bitişiğindeki boş kutulara çarpsaydı, belki bir umut... Öyle olmadı oysa, çelik blokların keskin köşeleriyle buluştu Tayfun. Ezilmeyle kırılmanın sesi aynı anda boğdular birbirlerini. Kollarını, bacaklarını oynatacak gücü kalmadı. Belli belirsiz bir kıvrılma, boynunun altında gittikçe büyüyen kızıllık ve külrengi bir yüz... Her şey ne kadar çabuk, ne kadar doğal.  Şaşırdı Suat. Düşen ölür bilgisini ne kadar kolay anımsıyordu insanlar ve ne kadar hızlı düşünüyorlardı bir adım sonrasını! İnanılır gibi değil. Herkes birbirine bağırdı, ambulans çağrıldı, tahminler, gazete sayfalarından örtü... 

"Hadi, herkes işine!" 

"Yapılacak bir şey yok." 

"Neydi onun adı yahu?" 

"Nereliymiş?" 

Kimse kimseyi tanımıyor koca gemide. Herkesin taşeronu, patronu ayrı.

Selamlaşmayla başlayıp bitiyor günler. Ara sıra takım alışverişleri de olmasa şu yayla gibi güverteler, kuyu gibi ambarlar yabancı bir ülkeye dönüşecek. Ambulansın gelişi gözünün önünde Suat'ın. Dağılan kafatası, orada buraya saçılan beyazlıklar, hemşirenin baygınlık geçirmesi, Tayfun'daki son titreme... 

"Çayın soğudu abi." 

İyi ki Murat var. Kendisi için bir esenlik yaratmak istercesine doğal yapıyor bu tür uyarıları. Sehpanın üstündeki çayı uzatıyor koruyucu bir tavırla. Suat kendini toparlıyor biraz, kuruyan dudaklarını ıslatıyor diliyle, köşedeki asetilen tüplerine kaydırıyor sonra bakışlarını. Şekerler bir türlü erimese de dönen kaşığın boğuk tıngırtısı herkesi rahatlatıyor. Yandaki gemiye bir ambar kapağının yüklenişini izliyorlar hep birlikte. Vinçler oyalanmaya alışkın makineler değil; ya unutulacaklar bir köşede ya da bidonların, konteynerlerin arasında güçlü bir hayvan gibi gezinecekler. Gururlu ve aldırışsız. 

Caddede bir dalgalanma beliriyor bu sırada. Polis otolarının ışıkları, motosikletler, değişik renklerde beş altı otomobil, aradaki kocaman ve siyah, sonra ötekiler. Hızla geçiyorlar sokağın öteki ucundan.

İşverenlerin binasına gidilecek önce, program öyle, ardından da Tayfun'un düştüğü yerde inceleme yapılacak, çıkarken de başsağlığı... 

Ana caddede yaşanmakta olan telaş tersanenin tümünü kaplıyor kısa sürede. 

Ustabaşlarının sesleri ambar boşluklarında, kaptan köşklerinde yankılandıkça çoğalıyor. 

"Üstümüzü başımızı düzeltelim beyler! Takımlar yerinde olsun." 

"Kaldır şu sandığı ayak altından." 

"Çabuk!" 

Sendika temsilciliği karşı binada. Kapısı açılır açılmaz gazeteler, afişler, duyurular karşılıyor insanı. Ortalık karışık biraz. O güne değin kazalarda ölen işçilerin fotoğrafları büyütülüp panolara sıralanmış, en sondaki Tayfun. Masadaki kalemliğin önünde ise cenaze töreninde yakalara dağıtılan küçük fotoğrafından kalanlar duruyor. 

"Bundan sonra hangimizin fotoğrafı asılacak bakalım buraya? diyor yavaşça Murat.

Orasını bilen yok. Herkes suskun. Genç kadın başörtüsünün ucuyla dudaklarını ve hıçkırıklarını gizliyor. Yaşlı adam ise sürekli yutkunarak içindeki acının gittikçe katılaşan bir safraya dönüşmesini önlemeye çalışıyor. 

Oturuyorlar. Metal sandalyelerin kulak tırmalayan sesleri odanın yarı karanlık köşelerine gizlenmiş karamsarlığı iyice katlanılmaz yapıyor.

Ölen işçilerin ağırlığı sinmiş bütün eşyaların üzerine. Her şey olduğundan daha hantal, daha katı. Ama yine de başka bir hava var bu dört duvarın arasında. Eve, kahveye, dükkâna benzemeyen başkalık, bir keskin koku. Burhan kalkıp köşedeki elektrik düğmesine dokunuyor, böylece gri renkli beton kutu azıcık genişliyor sanki. Yaşlı adam duvarlarda gezdiriyor bakışlarını. Gazete kesiklerinde iki gün önce yapılan eylemin haberleri yer alıyor boy boy. Onlara bakıyor. Suat'ı seçebiliyor onca kalabalığın arasından, çevresinde polisler, gazeteciler, işçiler... Birkaç milletvekilinin sözleri, sendika liderleri... Aynı şeylerden söz ediliyor hep. Düşerek ölenler, elektrik akımına kapılanlar, patlayan taşların, basınçlı suların delip geçtiği bedenler... Panodaki fotoğraflar kendilerinden söz edildiğini biliyormuşçasına gülümsüyorlar arada bir. O yana bakmak ister istemez zorlaşıyor böyle durumlarda. İyi ki Burhan yardıma yetişiyor hemen.

Tayfun'un çocukluk arkadaşı olmasının verdiği ayrıcalıkla sözün tıkandığı yerlerdeki geçişleri çok iyi beceriyor. 

Dışarıda boya kokusu, zımpara sürtünmeleri... 

Bir süre sonra Bülent beliriyor kapıda. Yüzündeki kararma ürkütücü.
T
ıkanmış gibi soluk alıp veriyor. 

"N'oldu?" diyor Murat. 

"Gittiler."

"Nereye gittiler?" 

"Ne bileyim ben nereye gittiler!" 

İki adım atıyor içeriye doğru. Duruyor. Dudaklarının kenarındaki tükürük kabarcıkları söylediklerinden fazlasını anlatıyor aslında: 

"Bizim sokağa girmediler bile. Ana binadan döndüler. Size haber vermeye geliyordum tam. Kaşla göz arasında yok oldular vallahi." 

Suat sinirli bir gülümsemeyle kalkıyor yerinden, doğruca pencereye gidiyor. Başka bir kirlilik var dışarıda. Camın temiz olması boşuna.

Midesindeki kasılmaları yatıştırmak için bütün gücüyle sıkıyor pencerenin tutamağını. Önündeki küçük aralıktan deniz görünüyor, körfezin karşı yakası, yan yana dizilmiş tersaneler, sarılı mavili vinç rayları, hangar çatıları... Korkulan değil de, beklenen bir olumsuzluğun kol gezişini sindirmeye çalışıyor içine. Şu kısacık sürede ne kadarını yapabilirse. 

"Başsağlığı da dilemişler abi. Program tamam yani." 

Dönüyor Suat. Arkasını bekliyor sözcüklerin, böyle bir açıklama yarım kalmamalı elbette. Küçülen gözlerini Bülent'in yüzünde gezdirirken geniş bir bekleme avlusu da oluşturuyor kendiliğinden. Bekledikçe de kızarıyor, öfkeden mi, utançtan mı anlamak zor. 

"Ahmet Bey var ya, kaynak işlerini yapan firmanın sahibi," diyor Bülent. 

"Evet?" 

"Onun da annesi ölmüş meğer iki gün önce." 

Dışarıdaki kirlilik büsbütün artıyor o anda, lekeleri cama kadar ulaşıyor, içerdeki aydınlığın azalması bundan. Biriktirdiği sıkıntılı havayı ölçüsüzce dışarı atıyor Suat, patlayacak yoksa. Bakana değil, danışmana ve patronlara da değil, kendine kızıyor en çok. Bu kaçıncı inanış, bu kaçıncı aldatılma! Ertesi günkü gazeteler geliyor gözünün önüne. İnceleme, önlemler, hazırlanacak rapor, başsağlığı... Şöyle bir baktıktan sonra fırlatacak tümünü masanın üstüne. 

Yeni bir kirlilik daha. 

Tayfun'un fotoğrafları tozlanmamışken bile orda henüz...

 

  
 Mehmet Atilla
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar