….
Bilir misin Mahir'im, mahpus adam en çok neye hasrettir?
Özgürlüğe mi? Anaya, avrada, evlada mı? Onlar bir yana… Toprak Mahir'im toprak!
Toprak kokusu!.. Mahpushâne, topraksızlıktır… Şimdi daha iyi anlıyorum, ölümün
rıhtımına dayanmışların topraklarına gömülme isteklerini. Bana bir tablo getir,
bir daha ki sefere. Bana toprağın resmini yap Mahir'im. Demirden, betondan
kurtar beni.
….
Baban
C Blok
6. Koğuş
Toprağın resmi nasıl yapılır? Toprak!.. Sâde toprak!..
Sonunda kararımı verdim: Doruğu karlı dağın dibinde bir tarla… Karasabanla
toprağı süren bir köylü… Tarlanın kıyısında asırlık meşe ağacı… Resim bitince
kuş oldu gönlüm. Diğer gün görüş günüydü. Gar'a gittim.
Nihayet gelebildi. Yük altında beli bükülmüş, alnı terli,
eli nasırlı bir hamal… Geldiğini bildiren naralar atıp, durdu ikinci yolda.
Birinci yolda bir beyzâde… Boğaziçi Ekspresi. Az önce İstanbul'dan gelmiş.
Hamal, utanmadı, sıkılmadı beyzâdeden. Doğu 'zor' demekti ne de olsa… Oysa,
geciktiği için ne çok küfretmiştim hamala. Bekletilmek, aldatılmak değil miydi?
Kara, paslı, kirli vagonlarını; bir şişe su için çeşmeyi linç eden kadın-erkek,
yaşlı-genç fındık işçilerini gösterdi. Utandım. "Hamal kardeş, kusura
bakma! Yarın görüş günü. Şu toprağı babama götürmeliyim! "
İnen indi, binen bindi. Hamal gücünü sesinden alıyormuş
gibi uzun bir "Ya Allah!" çekip, yükünü omuzladı. Ah, o ilk adımlar!
Zor atılır hep.
Ağlayan bebeler, kusan kadınlar, sarı sümüğü üst dudağını
aşmış çocuklar, yad elleri hayret dolu gözlerle seyreden yeni yetmeler, vay
leee leee'li türkü söyleyen yavuklular, tütün içip efkar dağıtan yaşlılar;
gelişi güzel bırakılmış, çuvallar, çantalar, balyalar… Havasızlık, kesif bir
koku… Bunca insan toprağını bırakıp nerelere gider? Nazi kamplarına götürülen,
fındık işçileri mi bunlar?
Kompartımanlı vagonlarda, balık istifleri yoktu; ama
koridorlar da boş değildi. Neyse ki elimdekine bir şey olmadan, yerime ulaşıp;
lekeli, muşambası yırtık koltuğa oturdum. Pencere dört parmak kadar açık
olmasına rağmen burun sızlatan kaçak tütün kokusu vardı içeride. Dört kişiydik.
Puşili, şalvarlı, orta yaşlı iki köylü uyuyordu. Karşımda oturan, kasketli,
esmerin esmeri, pos bıyıklı ise diğerlerine göre daha gençti. Selamımı başını
eğerek aldı, daldı dünyasına.
Küçük büyük istasyonlarda yük indirdi, yük aldı hamal.
Güneş koşuyordu, ufka doğru. İç Anadolu'nun bozkırları önce maviye, turuncuya,
mora; sonra kızıla kesti. Hamal,"Ha gayret!" diyordu. "Çoğu
gitti azı kaldı. Ha gayret!"
Pencerenin camını indirdim. Sert, serin bir rüzgârla
birlikte sürülmüş toprak kokusu, doldu içeriye. Toprak, köylülere soğanı, yele
kokusunu cömertçe sunuyordu.
"Ohhh! Toprak kokusu!" dedim, kendimi tutamayarak.
Pos bıyıklı gülümsedi ilk kez. Göz göze geldik.
"Sen toprağı seversin?"
"Kokusunu severim."
Ah çekti. Tütün sardı. Uzattı. "İçmiyorum,"
dedim. Suskun geçen saatlerin acısını çıkarır gibi başladı anlatmaya: Önce
yaylalar yasaklanmış, ardından meralara gidilmez olmuş. Sürü-sığır kırılmış.
Elde kalanlar da yok pahasına satılmış. Beterin beteri de varmış. Gün gelmiş,
'gideceksiniz,' demişler. Niçin, nasıl, nereye?.. Toprak anadır oysa. Ana
bırakılır mı? Yavru anadan kopartılır mı? Evler, ahırlar, komlar yıkılmış.
Âhûzar etmeler… Herkes bir yana…
"Anamı, çoluğu çocuğu aldım, geldim Adapazarı'na. İki
göz bir dam bulduk, soktuk başımızı. Allah seni inandırsın, hayvan durmaz
böylesi damda. Koku, küf, nem!.. Avrada da bir hastalık peyda oldu mu? Çıksan
esaslı bir eve, kiralar, teyyy!.. Din olmuş para… Başladık iş aramaya. Halde
hamal, inşaatta amale… Baktık olmuyor, çocuğun birine boya sandığı uydurduk,
diğerine sünger, mendil… Küçüğü okulu bıraktı, çırak oldu kaportacıya. Nana
muhtaç olmadık şükrettik, memleket aklımıza düştü küfrettik… Sonra bir söylenti
düştü ortalığa. Hükümet kanun
çıkaracakmış, köyü yakılıp, yıkılana para, çimento; sığır-sürü verilecekmiş,
isteyen köyüne dönecekmiş! Teyyy!.. Anamın canına can geldi. Bıraksan yayan
düşecek yola. O gece, sabaha kadar Evdale Zeynike'nin gökyüzüne hasret kalmış
yaralı turnasını söyledi. Sonra… Sonra buz oldu, eridi! "
"Anneniz hasta mı?"
"Anam anladı ki memlekete sağ dönemeyecek…"
Söz bitti. Dışarı bakıyorduk. Yeryüzü, gökyüzü yıldız
doluydu. Sessizliği kendisi bozdu yine.
"Sen nereye gidiyorsun hemşerim?
"İstanbul'a, babamı ziyarete. Babam cezaevinde."
"Suçu ne?"
"Yazmak, konuşmak, düşünmek…"
"Hıı?"
"Siyasi suç."
"Allah kavuştursun. İmamın arkasından gitmesin de
kimin ardından giderse gitsin. Her gecenin vardır sabahı."
Var mıdır? O geceler, o sabahlar bir daha yaşanır mı?
"Çiyayi Agıri'yi bilirsin?"
"Neyi?"
"Ağri Daği işte."
"Bilirim."
"Anam oralı. Gelin olmuş bizim köye. Çiyayi Agıri'yi
dilinden düşürmezdi. Çiyayi Agıri her dem başını göstermezmiş. Yazdan yaza,
arada bir… Seyrine toplanırmış herkes. Biz dengbej deriz, türkü söyleyenlere.
Anam iyi bir dengbêjmiş, şevhuherklerde çok türkü söylemiş. Çiyayi Agirinin
tepesine bakıp Hüseyno'nun, Bekiro'nun, Zahiro!nun stranlarını, kılamlarını,
destanlarını söylermiş hep… Şimdi anam da mahpus! Susuyor! Eriyor!"
Gözlerinde çiy damlaları… Ana sevilmez mi?
"Ona toprağı lazım. Öyle de bir vasiyet etti ki
belimi büktü! "Beni toprağıma götür Ramo, Çiyayi Agıriye! "Nasıl
götüreyim? Çoluk çocuk… Avradın hastalığı… Elde de bir şey yok. Araba parası,
ilaçlama parası…"
Birden babam düştü aklıma. Benden bir şey isteyecekti
babam ve ben isteğini yerine getiremeyecektim!.. Koltuğa dayadığım tabloyu
aldım, dizime yatırdım.
Arifiye. Fındık işçilerinin son durağı. Biraz merak, biraz
ürkeklik… Ağlayan çocuklar, esneyen yaşlılar… Tası-tarağı indirme telaşı…
Yükünden kurtulan hamalın mutluluğu… Yanımızdakiler çoktan inmişlerdi. Ramo'yla göz göze geldik. İlk kez
sıcacıktı bakışları.
"Kardaş, arka vagonda torbalarım var. Bir el atsan,
zahmet olmazsa!"
Biri diğerinden ağır, orta boy yedi çuval indirdik.
Sormadan edemedim.
"Anamın vasiyeti. Baktım anamı toprağına
götüremiyorum, bari toprağını getireyim dedim. Mezarın altına, üstüne… Rahat
etsin fukara!"
Namussuz hamal, ya Allah'ı, çekti, hemen! Helalleştik.
Yerime oturdum. Başım ellerimin arasında. Gözlerim kapalı. Dilimde, Ramooo!
Ramooo! Ramooo! Ve tablo! Sımsıkı tuttum tabloyu.
"Sana toprağını getiriyorum baba, umarım
beğenirsin!"
21 Kasım 2006
Bekirpaşa