Yuva Yıkan Evlat

                  


 
Doksanına merdiven dayayan bu Yaşlıçınar, yolda yürürken ne bir yardım istiyor, ne de baston kullanıyordu. Yola çıktığında, kendisiyle birlikte yürüyenleri çoğu zaman geride bırakıyordu. Bu uzun ve sağlıklı ömrü bağışlayan Rabbine şükrederken, babasının, anasının ardından da hayır-duayı eksik etmiyordu.
Çünkü, babasının ve anasının sağlığında çok hayır dualarını almış. Özellikle de babasının… Böyle uzun ömürlü olmasının bir nedenini de ailesinden aldığı hayır-duaya bağlıyordu. Babasının, çocukken verdiği öğütler hiç aklından çıkmamıştı. Sanki daha dün söylemişti. "Oğlum!" demişti. "Kardeşlerinin içinde, huyu suyu bana benzeyen tek sensin. Elinden geldiğince insanlara her zaman yardımcı ol; yapacağın yardımları ve iyilikleri Allah rızası için yap…"

Bu zamana dek bilinci hep yerindeydi. Canının kıymetini iyi bilirdi, bu yüzden yaşamı boyunca doktor nedir bilmiyordu. Ayrıca, güçlü bir midesi vardı; taşı yese eritirdi. Hele tatlıyı çok severdi. Daha o yaşta sofrasına konan bal, reçel gibi tatlıları kaşık kaşık yerdi. Bir günden bir güne midesinden şikâyetçi olmamıştı.
 
Yaşlanınca, şikayeti saçı ve sakalındandı. Doğuştan saçı ve sakalları hem gür, hem de sertti. Saçı-sakalı biraz uzayınca kaşıntıdan duramıyor, hart hart kaşınıyordu. Bu nedenle sık sık saç-sakal tıraşı olmak zorundaydı. Tıraş parası için de kızının, damadının eline bakıyordu. Zoruna gitmiyor değildi… İçinden "Zaten yeterince yük oluyorum, bu yetmiyor gibi bir de berber parası vermek zorunda kalıyorlar. Kızımın bir geliri olup da verse, amenna. Onda da yok! O da kocasının eline bakıyor." diyordu.
Bu Yaşlıçınar'ın bir özelliği de çocukları çok sevmesiydi. Kimin çocuğu olursa olsun; ayrım yapmazdı… Onları sevindirmek için cebinde sürekli şeker bulundururdu. Nedense evlatlarının hiç biri kendisine çekmemişti… "Cenâb-ı Hak, bir âlimden bir zâlim; bir zâlimden bir âlim yaratır." diye boşuna dememişlerdi.
 

 
 
1910 yılının kışında askere alındığında, yirmisine yeni basmıştı. 1912 Ekim'inde Balkan Harbi patlak verince, Birinci ve İkinci Balkan Savaşı'na bölük çavuşu katılmıştı. İkinci Balkan Savaşında ellerine esir düşen, Petrus adında Yunanlı bir subay, esir kampında çalıştırılmak üzere kendisine verilmişti. Petrus'un bilim adamı olduğunu öğrenince, onunla dostluk kurup kendisinden tarih, coğrafya, fizik ve matematik dersleri almış, kendisini çok iyi yetiştirmişti. Bunun karşılığında da ona esir muamelesi yapmamıştı. Daha sonra, bu öğrendiği bilgilerden başta köyün öğretmenleri ve köylüler yararlanmışlardı. Çoğu zaman devlet kurumlarında işe girecekler, sınav öncesi kendisinden matematik, fizik, tarih ve coğrafya dersleri alırlardı.

Balkan savaşlarında, cephede açlıktan ve susuzluktan kırılmışlardı. Hayatta kalabilmek için ağaç ve çalı diplerindeki otlardan çok yemişlerdi. Ot bulamadıkları zaman postallarının derilerini, atların dışkılarındaki arpa danelerini yedikleri zamanlar da olmuştu. Postal derilerinden, dışkı danelerinden ölen olmamıştı; ama otlardan olmuştu. Zehirli otlardan. Yaz günlerinde, cephede, akşamdan çalı diplerine çöreklenmişler, sabah kalktıklarında bir de bakmışlar ki içlerinden üç-beş kişi ölmüş… Bilemişlerdi, yedikleri otlardan hangilerinin zehirli olup olmadığını. Yeri geldiğinde, bir yudum su için çok dere tepe aşmışlardı. Bu savaşlar bittikten kısa bir süre sonra, Birinci Dünya Savaşı başlamış; bu kez soluğu Çanakkale'de almıştı…
 
Savaşlar bittikten sonra, yorgun ve bitkin bir halde köyüne dönmüştü… Savaştan sonra erkek kardeşiyle siyasete girmiş, önce köyünün muhtarı, sonra da CHP'den ocak başkanı olmuştu. Kardeşi siyasetin yanında bir de ticarete atılmış, bugünün deyimiyle köşeyi dönmüştü. Bu da yetmemiş, daha sonra 1946'da abisiyle yollarını ayırarak, Demokrat partiye geçmişti. Şimdi Vatan Cephesi'nin ateşli savunucularındandı. İki kardeş arasındaki bu siyası gerginlik Menderes'in idamıyla daha da artmıştı…
Bu Yaşlıçınar, 27 Mayıs 1960 darbesini iki cümleyle özetliyordu: "Menderes iktidar hırsına kapılmıştı; İnönü de iktidarı kaybedeceğini düşünememişti.  

 
 



Yaşamının yetmiş yılını ülkesinin ve milletinin hizmetinde geçirirken nice zorluklara göğüs germiş; ama hiçbir şey onu elli yıllık eşinin bırakıp gitmesi kadar ağır gelmemişti. Onu asıl üzen buydu. Karısıyla yaptığı son tartışmada fazlaca diklenmiş, o da soluğu köydeki damadının yanında almıştı. Giderken on üç yaşındaki kızı Nurten'i* de yanında götürmüştü. Karısı damadının evine kapağı attıktan sonra, bir daha kendisini arayıp, sormamıştı. Yalnız karısı olsa neyse… Kızları ve damadı da arayıp sormamışlardı. En küçük kızı Nurten'i de babalarından soğutmuşlardı. Önceleri sevdiği, değer verdiği babasını, artık o da acımaz olmuştu. Annesi, ablası ve eniştesiyle bir olup, yaşlı babalarına karşı birlikte cephe almışlardı. Hani, kurt kocayınca köpeğin maskarası olur misali. O duruma düşmüştü Yaşlıçınar. Şimdi çok gücüne gidiyordu. Bu son tartışma, kendisinden on beş yaş küçük karısı için bir bahaneydi. Çünkü, o Yaşlıçınar'ın ihtiyarlığında dırdırını çekmemek için damadına sığınmayı çözüm olarak görmüştü. Bir zamanlar, kızlarını o kumarbaza vermek istemediklerinden yıllarca araları açıktı… İşin içine bir kez çıkar girmeye görsün. Simdi, damadıyla aralarından su sızmıyordu. Damat da az uyanık değildi. Eli ayağı tutan kaynanasıyla baldızını, köydeki işlerinde tepe tepe kullanıyordu. Oysa, aynı kaynana yıllar önce kızımı eziyet ediyor diye, fırıncı küreğiyle damadının kafasının pekmezini akıtmıştı. Sonra da damat kafası yaran kaynana diye köyde nam salmıştı… Bunlar hep unutulmuştu.

Evlatlarının içinde en aksi ve dik kafalı olanı bu kumarbaza kaçan kızıydı. Zamanında üzerinde çok durmuş; ama yola getirememişti. Boşuna mı diyorlardı, Allah hayırlı evlat versin diye. Huysuz hayvan olsa kolaydı. Mısmılsa kesersin veya satarsın; değilse de atarsın. Var mıydı bundan ötesi? Yoktu. Yok olmasın yoktu; ama evlat olunca işler değişiyordu. Atsan atılmıyor, satsan satılmıyordu. Başa püsküllü bela diye buna deniyordu. "Ne yapayım?" diyordu. "Allah ıslah etsin, hidayete erdirsin." 

Yaşlıçınar, yazın sıcak günlerinde, yarım asırlık yuvasında baykuş gibi tek başına kalakalmıştı. Bu yaştan sonra bu durumlara düşmesini kabullenemiyordu… Eşiyle küçük kızı kendisini terk ettikten iki hafta sonra "On bir Ayın Sultanı" başlamış; O, sıcak yaz günlerinde kuru ekmek ve suyla orucunu tutarken karısı, kızları iftar ve sahurlar için yemekler hazırlayıp, güle oynaya yiyip içmişlerdi. Yaşlıçınar'ın evinden bir şeye ihtiyaç duyulduğunda, Nurten'i gönderiyorlardı babasının evine. O bunları fark etmiyor değildi; ama elinden bir şey gelmiyordu. Nurten'e kızsa da, kin tutmuyordu. Onun kendi iradesiyle hareket etmediğini, yönlendirildiğini, kendisine düşman ettirildiğini biliyordu…
Köyde evli bir oğlu vardı; ama o da hayırsızdı. Yalnız babasına değil, anasına karşı da merhametsizdi. Günün birinde, hayatta oturan annesinin önünden selâmsız sabahsız geçip giderken, annesi dayanamayıp: "Oğluum! Ben senin ananım, anaan! Niye selamsız sabahsız geçiyorsun?" deyince, bu kez "Ana baba, adama evleninceye kadar lazım." demişti.

Yaşlıçınar yıllarca çocuklarını bakıp büyütmüş; bununla da kalmayıp Nurten'in dışındaki yedi çocuğunu evlendirip barklandırmıştı… Köyde evli kız kardeşi de vardı; ama eniştesi çok huysuz olduğu için kardeşi kendisine hiçbir şekilde yardımcı olamıyordu… Yaşlıçınar, onca evlatlar, kardeşler olduğu halde sipsivri kalmıştı köyde.
Ortanca kızı Fatma'yı, köydeki kız kardeşi oğullarından birine istemiş; ama yaşı küçük gerekçesiyle vermemişti. Sonra, kız kardeşiyle eniştesi ısrarcı olunca dayanamayıp kabul etmişti. Bu kez de karşılarına yaş sorunu çıkmıştı. O vakit, ana-babanın rızası da dahil, resmi nikâha yaşı tutmadığı için mahkeme kararıyla bir yaş büyüttürülüp, öyle evlendirilmişti. Köyde, yarı aç yarı tok yaşayan kızının imdadına, damadının en büyük ağabeysi yetişmiş; kardeşini TCDD'ye işçi olarak aldırmıştı. Birkaç yıl sonra da Fatma, eşi ve çocuklarıyla Gediz Ovası'nın şehzadeleriyle ünlü ilinin S. İlçesine göçmüşlerdi. Mutlu bir yaşam sürdürüyorlardı.




Babasının köydeki durumunu öğrenen Fatma, hafta sonunda, eşiyle trene atlayıp, soluğu köyde almışlardı. Kızı, Yaşlıçınar'ı perişan halde bulanca dayanamamış; sarılıp, hüngür hüngür ağlamıştı. Bunanla da kalmayıp, babasının bu durumlara düşmesine neden olan ablasına da sitemler etmişti…

Yaşlıçınar'ın, çocuklarının içinde yalnız Fatma vefalıydı… Damadı da yabancı değildi; kız kardeşinin çocuğuydu. O da sahip çıkmıştı dayısına.
Fatma, kocasıyla köye geldiklerinde annesini baba evine getirmek için çok uğraşmış; ama başaramamıştı. Annesi Nuh demiş, peygamber dememişti. Bugün yarın babasını alıp gideceğini söyleyince; annesi: "Sen bilirsin, babandır. Bir şey diyemem." demişti. Bunun üzerine, Fatma babasını alıp, kentteki evlerine getirmişti. 
Getirmesine getirmişti; ama sen gel, bir de o'na sor. Kızıyla damadı, kendisinin gönlünü ne denli hoş tutarlarsa tutsunlar, yine de üzülüyor; bu duruma düşmesini kabullenemiyordu. İkide bir "Ben bu hallere düşecek adam mıydım. Yetmiş yıllık yuvamı yıktılar, düzenimi bozup dağıttılar. Beni bu hallere düşürenler, benden bin beter olsunlar… Bu yaştan sonra gurbet ellerde, ömür tüketmek zor. Hem de çok zor. Allah düşmanımın bile başına vermesin. Aaah, ah! İnsanın kendi evi damı gibisi var mı. Kendinin olsun, çamurdan olsun. Atalarımız, ‘Dağ, dağ üstüne olur; ev, ev üstüne olmaz.' diye boşuna dememişler." diyordu. 

Yaşlıçınar'ın köyden kente getirilişi, yaşamının en önemli dönüm noktalarından biri olmuştu. Bir daha köyüne dönüp dönmeyeceği belli değildi. Sanki eski bir tekneyle, sonu gelmez uzun yolculuğa çıkmıştı. Artık, bundan sonra hangi limanlara uğrayacak, hangi açık denizlere demir atacak? Belli değildi. 


Nisan 2007, Çiğli-İzmir
 
 
 

*Nurten ilk Göç adlı öykü'deki kahramanlardan biri.

 

  
 Nail Uyar
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar