Pınar Şenel - Yücel Balku 

                  




"Öykülerimde temelde üç farklı coğrafyanın izleri olduğunu düşünüyorum"



“Öyküleme mekânı”nızdaki seçimleriniz ve bunları konumlandırma biçiminiz, mekânlarınıza, örneğin şehirlere, birer “öykü kişisi” rolü veriyor. Bu şehirler, kendileri için mi varlar, onlar olmasalardı bu öyküler olmaz mıydı; yoksa mekânın adını koymak istediğinizde tanıdığınız yüzler olarak mı seçiliyorlar?"

Benim öykülerimde temelde üç farklı coğrafyanın izleri olduğunu düşünüyorum. İlki, Iğdır ve civarındaki olup biten öyküler. Kimi zaman yer ismi vererek, kimi zaman vermeden kurduğum, ama kafamda orada olup biten öyküler var. Başka bir grup öykü, Sapanca-Sakarya civarında, orada yaşadıklarımın etkisiyle yazılan öyküler. Fakat belki en çok dikkat çeken, belki biraz garipsenen türden olan öyküler, Bursa’da geçiyor. Neden Bursa içinde bu tarz öyküler yaşandığını düşünüyorum -niye- böyle öyküler yazıyorum diye ben de kendi kendime sordum. Sonra bir edebiyatçının kendi edebiyatını mutlaka bir coğrafyaya oturtması gerektiği kanaatine vardım. Çünkü ancak böyle derinleşme ihtimali vardı. İnsanî olana, yaşantının kendisine böyle yaklaşma ihtimali vardı. Bu, en fantastik olayı anlatırken de geçerli olan bir şey bence. İnsanların hiç aklına gelmeyecek, onları çok şaşırtacak bir olayı bile, bildikleri ama belki benim gibi yorumlamadıkları bir mekân içerisinde anlatınca daha akılda kalıcı, daha sarsıcı olabiliyor.

Bursa parantezinde şunu da söylemek istiyorum. Bursa’yla ilgili öyküler yazmamın sebebi, hasbelkader Bursa’da yaşamam değil. Elbette bu bana Bursa’yı daha iyi tanıma fırsatı verdi ama daha temel ayrım aslında Bursa’nın bir “kent” değil, “şehir” oluşu. Neden kent değil? Mesela, Ankaralılar belki alınır ama, sosyolojik anlamda Ankara bir şehir değildir; kurulmuştur, tasarlanmıştır, bir kurgudur, dolayısıyla bir kenttir. Ve kentlerin sosyolojik tabirle “eril” oldukları, dolayısıyla çok üretken olmadıkları, kendilerini yeniden üretemedikleri söylenir. Şehirler ise doğal oluşumlardır. Çoğu kere çok verimli bir ovada, bir su kenarında oluşmuşlardır. Ve biraz da anarşiktirler; kendilerini yeniden üretirler, düzensiz biçimde üretirler. Bu düzensizlikte, bu kaotik ortamda çok fazla öykü konusu, çok fazla öykü kişisi ortaya çıkabiliyor. Dolayısıyla bir edebiyatçının, bir yazarın gerçek bir şehirde istese de istemese de çok fazla öykü yakalayabileceği kanaatindeyim. Çünkü şehir, öyküyü kendisi üretmektedir. Dolayısıyla Bursa öyküleri bir takıntı değil ya da Bursalılık ekseninde değil. -Aslında İstanbul da olabilirdi, o da iyi bildiğim bir şehir- Sadece şehir olmak gibi bir esası kolluyorum diyebilirim.

Öykülerinizin bazıları korkuya-korkulu insanlara; bazıları haritalara-arayan insanlara; bir kısmı da tutkulu karakterlere ilişkin. Ama korku, en fazla vurgu alan izleğiniz bana göre.

Öykü kahramanlarından bazılarının kendi korkularıyla iç içe yaşaması, hatta o öykünün tamamen bu korkudan oluşması veya bu korkuyla yüzleşme hikayesinden oluşması, çok rastlantısal değil. Benim şehir hayatına ya da modern hayata ilişkin düşüncelerimden kaynaklanan bir tavır olduğunu söyleyebilirim. Doğadan kopmuş insanın bu tür korkular üretebildiğini düşünüyorum. Daha doğrusu doğayı alt ettiğini sanan insanların korkularıdır onlar. Doğayı bunca değiştirmiş, dönüştürmüşken hâlâ anlayamadığımız, başa çıkamadığımız unsurların olması, yaşantılarımızın kendi kurduğumuz düzenin içerisinde savrulup gitmesi, kendimizi, düşüncelerimizi, yaşantılarımızı denetleyemememiz bir çok korku üretiyor. Korku her çağda her toplumda vardı ama niteliği değişikti. Bugün belki yüz binlerce insan sürekli psikologlara-pskiyatrlara gidiyor; her konuda, en küçük yaşamsal ayrıntıda, yüz yıl önceki bir insanın sadece iç çekerek atlatabileceği bir konuyu, bir başkasıyla konuşup giderme ihtiyacı duyuyor. Bunlar şehirli insanın ya da şehirli yaşantının tepkileridir. Doğadan kopuşun bir bedelidir. Doğanın ritmleriyle iç içe olmayan insanlar huzursuz oluyorlar. Çünkü doğadan ayrı bir hayat, sadece insanların kurguladığı bir hayat -örneğin kapalı şehir hayatı- insanlara her şeyi yapabileceği hissini kazandırıyor ve yapamadıklarını gördükçe de huzursuz, içine kapalı hale geliyorlar. Giderek özel bir tür yalnızlık duygusu egemen olmaya başlıyor. Oysa doğaya saygı duyan, kendini bir mütemmim cüz, bir tamamlayıcı parça olarak tanımlayan insanlarda korkunun olduğunu görsek de, korkuyu kendi hayatının bir parçası gibi kabullenme, korkuyu alt etmek için gerekenleri yapma iradesine de tanık oluyoruz. En azından benim gözlemim böyle.

Kimse dünyayı alt edemiyor, bunun herkes farkında, veya bilinçaltımız bize bunu gösteriyor, ama dünyanın ürettiği korkulardan, hurâfelerden, hortlaklardan sıyrılmak için gerekli gücümüz, düşünce yeteneğimiz, her şeyimiz var.

Ve insanın dünya üzerindeki diğer canlılardan ya da nesnelerden daha üstün bir tarafı olduğunu düşünmüyorum. Üstün tarafı varsa bile -ki bunun hep düşünmek, düşünen bir canlı olmak olduğunu söylüyoruz- bu tarafı çok abartmanın bir anlamı yok. Sonuçta diğer canlılar gibi dünya üzerinde belli bir yaşantımız ve bunun bir sonu var. Dolayısıyla bu ritmi hissetmek; mevsimleri, doğanın nefes alıp verişini, doğaya dair her şeyi hissetmek ve o ritmin içinde yaşamak gerekiyor, onu kendi iç ritmimiz haline getirmemiz gerekiyor.

Kendimizi doğanın tamamlayıcı parçası olarak görmemiz ihtimali, kentleri terk etmedikçe söz konusu olabilir mi? Ve sizin söylediğiniz macrocosmos - microcosmoz dengesini bulmaya tek başına “doğanın gerçeği” yeter mi.

Dünya üstünde, bugünkü yaşamdan memnun olan çok fazla insan olduğunu sanmıyorum. Dünyanın her yerinde, doğuda-batıda, tek bir kalıp üzerinden bir yaşantı devam ediyor. Kimdi hatırlamıyorum ama bir yazar “Uydular yükseldikçe kültür alçalıyor” demişti. O çok yüksek uydular, dünyanın her tarafına aynı kültürü, aynı basitleştirilmiş, çocukluk seviyesine çekilmiş bir kültürü yayıyorlar. Bu kadarla da kalmıyor: Modern yaşantı bize sanayiyle, makinelerle, bunlara bağlı olarak bölümlendirilmiş, ölçülebilir bir zaman içinde yaşama zorunluluğu getiriyor. Dolayısıyla hepimiz nereye varacağını bilmediğimiz bir koşunun içindeyiz. Panik atak gibi yeni hastalıklar yaşıyoruz. Sık sık psikiyatrlara koşuyoruz ama yine de her şeye rağmen, bütün sağaltma çabalarımıza rağmen, iyi değiliz. Bunun ideolojik eleştirisi yapılabilir. Bunun sosyolojik değerlendirmesi de yapılabilir. Ben bir edebiyatçı olarak, sadece bugünkü yaşantıdan rahatsız olan bir insan olarak, bunu kırmanın yolları olduğunu düşünüyorum. Çok gerilemeci bir insan olarak algılanmak istemem ama nedense kadim kültürlerin oluşturduğu yaşantı düzlemlerinin insanı daha mutlu kıldığını düşünüyorum. Yine dönmek zorundayım; bunun, kendini doğanın bir parçası olarak görmek, dolayısıyla kendini çok önemsememek gibi bir eksende gerçekleştiğini düşünüyorum. Bu kadim gelenekler, felsefeler insanın çok daha fazla önemsenecek bir varlığı olduğu düşüncesini taşımazlar. Evet önemlidir, yüceltilmelidir ama her şeyin üstünde, her şeye rağmen, hatta kendisine rağmen bir varlık değildir insan. Dolayısıyla tekrar doğaya dönmesi -ki bu asla bir makine kırıcılık tavrı, sanayi reddi, “kırlara dönelim” önerisi değildir- şehirlerde düzenleme ve planlama yapılırken de mümkün olabilir. Kenti kurarken, doğayı orada bir şahit olarak bırakmak gerektiğini düşünüyorum. Sabah evden çıktığımda mevsimin değiştiğini algılayabilirsem, kendimi zamanda ve mekânda konumlandırabilirim. Ama akşam dokuzlara kadar kapalı ofislerde çalışıyorsak, oradan araçlarla eve gidip kapanıyorsak, artık mevsimin, zamanın, havanın hiçbir şeyin önemi kalmaz. Ve insan kendini zaman ve mekân içinde konumlandıramaz. Bütün huzursuzluğumuz bundan. Benim doğu felsefesine düşkünlüğüm bu yüzdendir. Belki kişisel bir kaçıştır bu. O felsefelerin önerdiklerini kendim için bir kaçış noktası, bir rahatlama, belki kendi yaşamımı oraya doğru evrilterek bir sağaltma aracı olarak görüyorumdur. Ama bu kişisel bir önermedir. Doğal olarak herkes kendi önermelerini ortaya koyar ve kendi yaşantısını yaşar. Ben, kendi yaşamımda giderek daha batılı bir hayat değil -batılı demekle modernize, mekanize bir hayatı kast ediyorum- giderek doğulu, kendi zamanını yaratan, zamanı mümkün olduğunca ölçmeyen, bir yere yetişme telaşında olmayan bir hayat kurgulamaya çalışıyorum. Bunu yaparken daha iyi bir edebiyatçı olacağım inancını taşıyorum. Çünkü en büyük sanatsal yaratılar, büyük eserler zamanın ve paranın önemli olmadığı, sınırsız bir zaman düzleminde, sadece sanatsal yeterlilik, kalıcılık düşünülerek yaratılmış eserlerdir. Bunun herhalde bugün en güzel örnekleri mimaride var.

Öykülerinizde görülen bir diğer motif “harita”. O öykülerinizin polisiye niteliğine hizmet eden bir araç mı yoksa sizin için özel bir ilgi, ya da simgeleştirme mi söz konusu.

Haritalara olan ilgim, aslında belki herkeste vardır, çocuklukla ilgili bir şey öncelikle. Rengârenk, kimi zaman çözemediğimiz gizemli kağıtlar her çocuğun ilgisini çekiyor zannederim. Benim de her zaman ilgimi çekmiştir. Ve görsel anlamda da iyi bir malzeme olduğunu düşünüyorum. Ama bunun da ötesinde haritayla yazmak arasında sıkı bir ilişki olduğunu düşünmüşümdür. Bu ilişki her ikisinde de bir boyutun eksikliğinden kaynaklanıyor. Ne metin üç boyutludur ne de harita. Size gerçeğin sadece krokisini sunar ikisi de. Kocaman bir dünya haritasına bakarsınız, en fazla bir metrekare büyüklüğündedir, bütün dünyayı gördüğünüzü düşünürsünüz. Oysa bu, gerçeğin kendisi değildir. Metnin de böyle bir şey olduğunu düşünüyorum. En can alıcı, belki gerçekten yaşanmış bir olayı çok iyi bir yazar çok canlı, etkileyici sözcüklerle anlatsa bile orda bir boyut kaybı vardır. Belki de bu yüzden metinlerle haritaları çok iç içe düşünen bir insanım. Ama şunu diyemem; “haritaları bir metafor olarak kullandım, aslında gizli anlamları vardı” diyemem.Belki var ama sadece benim bilinçaltımda.

Sizin ayırıcı özelliğiniz, doğu öyküleri yazıyor, doğulu duyarlılıkları anlatıyor olmanız. Kullandığınız biçim ise batılı. Kurduğunuz bu bileşimden söz eder misiniz.

Öykülerimin bir tarafıyla doğulu bir tarafıyla batılı olduklarını ben de düşünüyorum. Teknik anlamda doğulu öyküler olduğunu söylemek mümkün değil. Zaten sanırım o zaman öykü de diyemezdik. Buna eski kullanımla “hikâye” demek gerekirdi. Oysa ben “öykü” yazdığım iddiasındayım. Öykülerim teknik anlamda batılılar çünkü batılı yazarlardan etkilendiklerim var. Borges, Poe, Cortazar… bunların batılılıkları elbette tartışılabilir ama teknik anlamda batılı olduklarını söylemek mümkün. Bunlar beni her zaman besleyen yazarlar olmuştur. Ama içerikte çok fazla doğulu ayrıntı olduğunu düşünüyorum ve okuyuculardan aldığım geri iletimler de bu yönde.

Bunun nedenini ben de kendi kendime sordum. Birkaç sebebi var sanırım: Birincisi, benim kültürel kökenimle ilgili. Iğdır’da doğmuş olmam, oradaki birkaç farklı kültürün kavşağı diyebileceğim ortam. Değişik diller, değişik anlatılar… Sonrasında benim doğulu anlatılarla çok fazla ilgilenmem, başta Binbir Gece Masalları olmak üzere. Çok daha sonra, özellikle Binbir Gece Masallarının batılı anlatılardan çok da aşağı kalır tarafı olmadığını; çok oyunlu, eğlenceli, okuyucuyu sürükleyen bir tarafı olduğunu, herkes gibi keşfetmem. Bunların iç içe olabileceğini gösterdi bana. Fakat bu teorik bir bilgiydi. Böyle yazıp yazamayacağımı, ancak yazınca anladım. Ne ölçüde becerebiliyorum doğuyu ve batıyı içerik ve teknik anlamda iç içe geçirmeyi… Bu tarz biraz da benim kendim demek. Ben de öyle bir insanım. Batıda büyüdüm, doğuda da hâlâ ilişkilerim, gidip-geldiğim insanlar var. Her ikisinden de kopamam. Dolayısıyla öykülerim de bu eksende oluşacaktır. Kişisel bir dilek olarak ibrenin doğudan yana kaymasını bekliyorum, arzu ediyorum. Çalışmalarım o yönde.

Bu, batılı anlatıdan tamamen uzaklaşacağım anlamına gelmese de öykülerimin giderek tüm doğuyu kapsayan bir içerik, bir ruh kazanmaları beni mutlu ediyor. Bu yönüyle de sanki biraz Osmanlı coğrafyasının renklerini taşımaya çalışan öyküler oluyorlar. Bu maceranın ileriki aşamalarını ben de herkesle birlikte göreceğim.

Yazarlığınızdaki doğululuğu, köken kültürü ve ilham alınan edebiyat birikimi ile açıklamak yetersiz kalır bence. Doğu felsefesinde sizi çok etkileyen, kendisine çeken bir şeyler olmalı.

Doğulu yaşantılar -doğulu derken, örneğin Uzak Doğu’yu da katarak söylüyorum- hep bir durmuş-oturmuş, sakinleşmiş, her şeye soğukkanlı bakan, her şeyi doğal karşılayan hava içindedir. Bunun tek sebebinin doğayı kabullenmek olduğunu düşünüyorum. Doğulu yaşantıyı benimsemenin, doğu felsefesini ya da doğulu yaşam tarzını benim için üstün olmasa bile farklı ve tercih edilir kılan en önemli sebebin yine doğayla ilişki olduğunu söyleyebilirim.
Sanırım son yazdığım öykülerden birinde kullandım; “İnsanı bunca huzursuz, huysuz kılan, kendini doğadan ayrı tutmasıdır”. Bu cümlenin çok içimden geldiğini hissettim.

Ve insanın dünya üzerindeki diğer canlılardan ya da nesnelerden daha üstün bir tarafı olduğunu düşünmüyorum. Üstün tarafı varsa bile -ki bunun hep düşünmek, düşünen bir canlı olmak olduğunu söylüyoruz- bu tarafı çok abartmanın bir anlamı yok. Sonuçta diğer canlılar gibi dünya üzerinde belli bir yaşantımız ve bunun bir sonu var. Dolayısıyla bu ritmi hissetmek; mevsimleri, doğanın nefes alıp verişini, doğaya dair her şeyi hissetmek ve o ritmin içinde yaşamak gerekiyor, onu kendi iç ritmimiz haline getirmemiz gerekiyor.

Taşın Teri ve Horozlu Ayna öykülerinizi anımsatarak soruyorum; size anlamlı gelenler içinde doğulu değer yargıları da yok mu?

Doğu yaşantısı üzerinden direkt olarak ürettiğim iki öyküdür onlar. İkisi de farklı noktalara işaret eder. Taşın Teri bence “modern öncesi” yaratma sürecini anlatan bir öyküdür. Yani paradan ve zamandan bağımsız, mutlak ustalık ve mükemmellik adına bir yaratıdır o. Aslında Taşın Teri’nde üretilen nesne, kirli suyu süzen taş bir süzgeçtir sadece. Ama bunu yapan ustanın tavrı, tarzı, uğrunda canını vermesi, bize modern öncesi yaratının ruhuna dair bir fikir veriyor. Beni o öyküde etkileyen, buydu. Aslında beni doğulu yaşantımda da etkileyen şeylerden birisidir bu. Modern ya da şimdilerde post-modern olarak anılan sanat yapıtlarına her zaman çok fazla ısınamayışımın sebeplerinden birisi de budur. Yani tüketilsin diye üretilmiş bir sanat eseri benim için çok makbul değil. En azından kendi öykülerimde bu tuzağa düşmemeye çalışmışımdır. O anlamda o öykü benim için çok önemlidir.

Horozlu Ayna’da ise değer yargıları ön plana çıkıyor ama burada daha çok “yanlış değerler” demek gerekir. Bâtıl inançlar, bunun üzerine örülmüş korkular, geleneksel tavırlar… Gerçekte öykünün anlatmak istediği bu olmamakla birlikte –bâtıl inanç benim çağımda yaşayan bir yazar için övülesi bir şey olamaz - neticede bâtıl inanç da bir güdüdür; insanları bir şey yapmaya, bir eylemi gerçekleştirmeye itebilir. Bunu övmemiz gerekmiyor ama anlamamız gerekiyor. En büyük şehirlerin en gözde-en parlak semtlerinde yaşayanlarda dahil, bâtıl inanç her zaman vardır. Oran değişir bölgelere-şehirlere göre ama, her zaman vardır. Dediğim gibi bunları övmeden anlamaya çalışmak, insanları nasıl yönlendirdiğini anlamaya çalışmak gerekiyor.

Taşın Teri “doğulu onur”u, Horozlu Ayna ise “doğulu aşk”ı anlatıyor, aynı zamanda.
Ben Azerbaycan Edebiyatı’nı en azından bugün internet sayesinde izlemeye çalışan bir insanım. Sadece edebiyatını değil, tiyatrosunu, müziğini de… Azerî kökenli olmam dolayısıyla bunda kültürel bir engelle de karşılaşmıyorum. Dikkatimi çeken bir şey var. Fuzulî’nin, Nizamî’nin, bir çok eski ve iyi şairin yazdığı klasik eserler -Leyla İle Mecnun gibi- oyunlaştırılıyor ve batılı ülkelerde sahneleniyor. Çok ciddi ilgi gördüğüne dair yazılar okuyorum. Önce ilginç geldi; üzerine düşününce, çok doğal olduğunu gördüm. Bugün hepimiz büyük aşklara, ne pahasına olursa olsun seven çiftlere hayranlıkla bakıyoruz. Neden böyle yapıyoruz. Bence artık hayatlarımızda böyle bir ilişki tarzı, böyle bir aşk anlayışı kalmadığından. İhtiyaç duyduğumuz için. Bugünün aşkları, bugünün hayatı gibi. Vakitle sınırlandırıldığını hisseden insanların ilişkileri de koşuşturmaca seviyesinde olup bitiyor. Ama herkes çok derinden, çok marazî biçimde sevilmek istiyor. Doğulu aşk kavrayışım, bu noktada. Veya şu soru çevresinde: Neden çok derin, hastalıklı, uzun sevilmek isterken, çok derin, hastalıklı ve uzun sevmiyoruz. Bunun önündeki engeller nedir. Nasıl bir yaşantı dönüşümü bizi bu noktaya getirdi. Gerçekten dönüşerek mi geldik bu noktaya, yoksa ithal ettiğimiz bir yaşantıya uyma çabasıyla mı. Bence bunlar önemli sorulardır. Aşk yazarları bugünlerde çok meşhur, onlardan biri olmadığımı, ya da o seviyede aşkı konuşmak istemediğimi söylemek isterim ama belki dönüp o eski uzun aşklara, ıstıraplı aşklara bakmakta fayda var. Başka türlü, bugünün yüzeysel, bütün tarafları kıran, yaralayan ilişkilerini aşmamız mümkün görünmüyor.

Belki Varmış Belki Yokmuş adlı derlemede yer alan “Dizimde Uyuyan Dev” adlı masalınız önceki öykülerinizden biraz farklı göründü bana. Bir değişim var mı yazarlığınızda. “Sükût Ayyuka Çıkar”daki öykülerinizden sonra neler yazdınız örneğin.

“Dizimde Uyuyan Dev”i diğer yazdıklarımdan ayrı tutuyorum. “Melik Memmed” adlı bir Azerî masalının yeniden yazılmış halidir o. Kaynak metinden kaynaklanan sınırlamalar vardı. Masal türünün sınırlarının içinde dolaşmak gereği vardı, vs. Yeniden yazılmış haline bir parça “ şeytanlık” dahil olduysa da, Melik Memmed masalıdır o.

“Sükut Ayyuka Çıkar” dan sonra ikinci bir öykü dosyası hazırladım ve şu anda yayınevinde bekliyor. Adı, eğer son anda değiştirmezsek, “Goncanın Üçüncü Günü”(*). Bu dosyada sadece bir Bursa öyküsü var, diğer öyküler daha “doğulu” bir içeriğe sahip. Bununla birlikte “Sükût Ayyuka Çıkar” dan çok uzağa düşmeyen, hatta onun devamı olan öyküler. Benim için “Sükût Ayyuka Çıkar” defteri “Goncanın Üçüncü Günü”ndeki öykülerle tamamlanmış oldu. Yazarlığımdaki muhtemel değişim ancak bir sonraki kitapta gözlemlenebilecek sanıyorum.

İki yıldan fazla zamandır egzersiz olsun diye bir roman üzerinde çalışıyorum. “Yedi Güzel“ başlıklı, Nizâmî Gencevî’nin “Heft Peykâr” adlı eserinden ilhamla yazdığım bir roman. Çok yavaş ilerliyorum, bitireceğimden emin değilim ama olsun, uğraşmanın hazzı yetiyor.

Arada bir istek üzerine bir masal ya da deneme yazdığım oluyor. Az yazıyorum. Çok verimli bir yazar olduğum söylenemez. Ama bu verimsizlik endişe ve sabırla besleniyor. Yazıp yayınlattığım ama sonradan eksiklerini fark ettiğim bir yazıdan duyduğum pişmanlık kadar içimi acıtan çok az şey vardır çünkü.

Son olarak, sizin de içinde yer aldığınız modern Türk öykücülüğünü ve genç öykü yazarlarını nasıl değerlendirdiğinizi sormak istiyorum.

Bazı edebiyat dergilerinde bugünün öykücülüğüne ilişkin yazılar okuyorum. Genelde çok fazla öykü yazarı olduğu, ama kalitede bir düşüklük yaşandığı, hatta bugünkü öykü yazarlarının diyalog yazmayı bilmediklerine dair eleştiriler okuyorum. Aynı kanıda değilim. Bence çok ciddi, önü açık, mutlaka iz bırakacak bir öykücü kuşağı 90’dan beri ortaya çıktı ve devam ediyor. Kişisel kanaatim bu kuşağın içinden on beş civarında ismin kalıcı olduğudur. Bunların yeni kitapları, dergilerde gördüğüm yeni öyküleri de bu inancımı pekiştiriyor. Bence bu konuda ümitli olmak gereği var. Evet, belki 1950’lerdeki tarzda öyküler yazılmıyor. Biraz daha bugünün yaşantısı içinde, belki hep şikayet ettiğimiz şehir yalnızlıkları, bireysel kıvranmaları fazla ifade eden öyküler. Ama iyi bir edebiyatçı, öykücü kuşağı var. Ve mutlaka çok daha iyi ürünler ortaya çıkacak 



 



  
  Pınar Şenel- Yücel Balku
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar