"Öykülerimde temelde üç farklı coğrafyanın izleri olduğunu
düşünüyorum"
“Öyküleme mekânı”nızdaki seçimleriniz
ve bunları konumlandırma biçiminiz, mekânlarınıza, örneğin şehirlere, birer
“öykü kişisi” rolü veriyor. Bu şehirler, kendileri için mi varlar, onlar
olmasalardı bu öyküler olmaz mıydı; yoksa mekânın adını koymak istediğinizde
tanıdığınız yüzler olarak mı seçiliyorlar?"
Benim öykülerimde temelde üç farklı coğrafyanın izleri olduğunu düşünüyorum.
İlki, Iğdır ve civarındaki olup biten öyküler. Kimi zaman yer ismi vererek,
kimi zaman vermeden kurduğum, ama kafamda orada olup biten öyküler var. Başka
bir grup öykü, Sapanca-Sakarya civarında, orada yaşadıklarımın etkisiyle
yazılan öyküler. Fakat belki en çok dikkat çeken, belki biraz garipsenen türden
olan öyküler, Bursa’da geçiyor. Neden Bursa içinde bu tarz öyküler yaşandığını
düşünüyorum -niye- böyle öyküler yazıyorum diye ben de kendi kendime sordum.
Sonra bir edebiyatçının kendi edebiyatını mutlaka bir coğrafyaya oturtması
gerektiği kanaatine vardım. Çünkü ancak böyle derinleşme ihtimali vardı. İnsanî
olana, yaşantının kendisine böyle yaklaşma ihtimali vardı. Bu, en fantastik olayı
anlatırken de geçerli olan bir şey bence. İnsanların hiç aklına gelmeyecek,
onları çok şaşırtacak bir olayı bile, bildikleri ama belki benim gibi
yorumlamadıkları bir mekân içerisinde anlatınca daha akılda kalıcı, daha
sarsıcı olabiliyor.
Bursa parantezinde
şunu da söylemek istiyorum. Bursa’yla ilgili öyküler yazmamın sebebi,
hasbelkader Bursa’da yaşamam değil. Elbette bu bana Bursa’yı
daha iyi tanıma fırsatı verdi ama daha temel ayrım aslında Bursa’nın bir “kent” değil, “şehir” oluşu.
Neden kent değil? Mesela, Ankaralılar belki alınır ama, sosyolojik anlamda Ankara
bir şehir
değildir; kurulmuştur, tasarlanmıştır, bir kurgudur, dolayısıyla bir
kenttir.
Ve kentlerin sosyolojik tabirle “eril” oldukları,
dolayısıyla çok üretken
olmadıkları, kendilerini yeniden üretemedikleri söylenir.
Şehirler ise doğal
oluşumlardır. Çoğu kere çok verimli bir ovada, bir su
kenarında oluşmuşlardır.
Ve biraz da anarşiktirler; kendilerini yeniden üretirler,
düzensiz biçimde
üretirler. Bu düzensizlikte, bu kaotik ortamda çok
fazla öykü konusu, çok fazla
öykü kişisi ortaya çıkabiliyor. Dolayısıyla bir
edebiyatçının, bir yazarın
gerçek bir şehirde istese de istemese de çok fazla
öykü yakalayabileceği
kanaatindeyim. Çünkü şehir, öyküyü
kendisi üretmektedir. Dolayısıyla Bursa öyküleri
bir takıntı değil ya da Bursalılık ekseninde değil. -Aslında İstanbul
da
olabilirdi, o da iyi bildiğim bir şehir- Sadece şehir olmak gibi bir
esası
kolluyorum diyebilirim.
Öykülerinizin bazıları
korkuya-korkulu insanlara; bazıları haritalara-arayan insanlara; bir kısmı da
tutkulu karakterlere ilişkin. Ama korku, en fazla vurgu alan izleğiniz bana
göre.
Öykü
kahramanlarından bazılarının kendi korkularıyla iç içe
yaşaması, hatta o
öykünün tamamen bu korkudan oluşması veya bu korkuyla
yüzleşme hikayesinden
oluşması, çok rastlantısal değil. Benim şehir hayatına ya da
modern hayata
ilişkin düşüncelerimden kaynaklanan bir tavır olduğunu
söyleyebilirim. Doğadan
kopmuş insanın bu tür korkular üretebildiğini
düşünüyorum. Daha doğrusu doğayı
alt ettiğini sanan insanların korkularıdır onlar. Doğayı bunca
değiştirmiş,
dönüştürmüşken hâlâ anlayamadığımız,
başa çıkamadığımız unsurların olması,
yaşantılarımızın kendi kurduğumuz düzenin içerisinde
savrulup gitmesi,
kendimizi, düşüncelerimizi, yaşantılarımızı denetleyemememiz
bir çok korku
üretiyor. Korku her çağda her toplumda vardı ama niteliği
değişikti. Bugün
belki yüz binlerce insan sürekli psikologlara-pskiyatrlara
gidiyor; her konuda,
en küçük yaşamsal ayrıntıda, yüz yıl önceki
bir insanın sadece iç çekerek atlatabileceği
bir konuyu, bir başkasıyla konuşup giderme ihtiyacı duyuyor. Bunlar
şehirli
insanın ya da şehirli yaşantının tepkileridir. Doğadan kopuşun bir
bedelidir.
Doğanın ritmleriyle iç içe olmayan insanlar huzursuz
oluyorlar. Çünkü doğadan
ayrı bir hayat, sadece insanların kurguladığı bir hayat -örneğin
kapalı şehir
hayatı- insanlara her şeyi yapabileceği hissini kazandırıyor ve
yapamadıklarını
gördükçe de huzursuz, içine kapalı hale
geliyorlar. Giderek özel bir tür
yalnızlık duygusu egemen olmaya başlıyor. Oysa doğaya saygı duyan,
kendini bir
mütemmim cüz, bir tamamlayıcı parça olarak tanımlayan
insanlarda korkunun
olduğunu görsek de, korkuyu kendi hayatının bir parçası
gibi kabullenme,
korkuyu alt etmek için gerekenleri yapma iradesine de tanık
oluyoruz. En
azından benim gözlemim böyle.
Kimse dünyayı alt edemiyor, bunun herkes farkında, veya bilinçaltımız bize bunu
gösteriyor, ama dünyanın ürettiği korkulardan, hurâfelerden, hortlaklardan
sıyrılmak için gerekli gücümüz, düşünce yeteneğimiz, her şeyimiz var.
Ve insanın dünya üzerindeki diğer canlılardan ya da nesnelerden daha üstün bir
tarafı olduğunu düşünmüyorum. Üstün tarafı varsa bile -ki bunun hep düşünmek,
düşünen bir canlı olmak olduğunu söylüyoruz- bu tarafı çok abartmanın bir
anlamı yok. Sonuçta diğer canlılar gibi dünya üzerinde belli bir yaşantımız ve
bunun bir sonu var. Dolayısıyla bu ritmi hissetmek; mevsimleri, doğanın nefes
alıp verişini, doğaya dair her şeyi hissetmek ve o ritmin içinde yaşamak
gerekiyor, onu kendi iç ritmimiz haline getirmemiz gerekiyor.
Kendimizi doğanın tamamlayıcı parçası
olarak görmemiz ihtimali, kentleri terk etmedikçe söz konusu olabilir mi? Ve
sizin söylediğiniz macrocosmos - microcosmoz dengesini bulmaya tek başına
“doğanın gerçeği” yeter mi.
Dünya üstünde, bugünkü yaşamdan memnun olan çok fazla insan olduğunu
sanmıyorum. Dünyanın her yerinde, doğuda-batıda, tek bir kalıp üzerinden bir
yaşantı devam ediyor. Kimdi hatırlamıyorum ama bir yazar “Uydular yükseldikçe
kültür alçalıyor” demişti. O çok yüksek uydular, dünyanın her tarafına aynı
kültürü, aynı basitleştirilmiş, çocukluk seviyesine çekilmiş bir kültürü
yayıyorlar. Bu kadarla da kalmıyor: Modern yaşantı bize sanayiyle, makinelerle,
bunlara bağlı olarak bölümlendirilmiş, ölçülebilir bir zaman içinde yaşama
zorunluluğu getiriyor. Dolayısıyla hepimiz nereye varacağını bilmediğimiz bir
koşunun içindeyiz. Panik atak gibi yeni hastalıklar yaşıyoruz. Sık sık
psikiyatrlara koşuyoruz ama yine de her şeye rağmen, bütün sağaltma
çabalarımıza rağmen, iyi değiliz. Bunun ideolojik eleştirisi yapılabilir. Bunun
sosyolojik değerlendirmesi de yapılabilir. Ben bir edebiyatçı olarak, sadece
bugünkü yaşantıdan rahatsız olan bir insan olarak, bunu kırmanın yolları
olduğunu düşünüyorum. Çok gerilemeci bir insan olarak algılanmak istemem ama
nedense kadim kültürlerin oluşturduğu yaşantı düzlemlerinin insanı daha mutlu
kıldığını düşünüyorum. Yine dönmek zorundayım; bunun, kendini doğanın bir
parçası olarak görmek, dolayısıyla kendini çok önemsememek gibi bir eksende
gerçekleştiğini düşünüyorum. Bu kadim gelenekler, felsefeler insanın çok daha
fazla önemsenecek bir varlığı olduğu düşüncesini taşımazlar. Evet önemlidir,
yüceltilmelidir ama her şeyin üstünde, her şeye rağmen, hatta kendisine rağmen
bir varlık değildir insan. Dolayısıyla tekrar doğaya dönmesi -ki bu asla bir makine kırıcılık tavrı, sanayi reddi, “kırlara dönelim” önerisi
değildir- şehirlerde düzenleme ve planlama yapılırken de mümkün olabilir.
Kenti kurarken, doğayı orada bir şahit olarak bırakmak gerektiğini düşünüyorum.
Sabah evden çıktığımda mevsimin değiştiğini
algılayabilirsem, kendimi zamanda ve mekânda konumlandırabilirim. Ama akşam
dokuzlara kadar kapalı ofislerde çalışıyorsak, oradan araçlarla eve gidip
kapanıyorsak, artık mevsimin, zamanın, havanın hiçbir şeyin önemi kalmaz. Ve
insan kendini zaman ve mekân içinde konumlandıramaz. Bütün huzursuzluğumuz
bundan. Benim doğu felsefesine düşkünlüğüm bu yüzdendir. Belki kişisel bir
kaçıştır bu. O felsefelerin önerdiklerini kendim için bir kaçış noktası, bir
rahatlama, belki kendi yaşamımı oraya doğru evrilterek bir sağaltma aracı
olarak görüyorumdur. Ama bu kişisel bir önermedir. Doğal olarak herkes kendi
önermelerini ortaya koyar ve kendi yaşantısını yaşar. Ben, kendi yaşamımda
giderek daha batılı bir hayat değil -batılı demekle modernize, mekanize bir
hayatı kast ediyorum- giderek doğulu, kendi zamanını yaratan, zamanı mümkün
olduğunca ölçmeyen, bir yere yetişme telaşında olmayan bir hayat kurgulamaya
çalışıyorum. Bunu yaparken daha iyi bir edebiyatçı olacağım inancını taşıyorum.
Çünkü en büyük sanatsal yaratılar, büyük eserler zamanın ve paranın önemli
olmadığı, sınırsız bir zaman düzleminde, sadece sanatsal yeterlilik, kalıcılık
düşünülerek yaratılmış eserlerdir. Bunun herhalde bugün en güzel örnekleri
mimaride var.
Öykülerinizde görülen bir diğer motif
“harita”. O öykülerinizin polisiye niteliğine hizmet eden bir araç mı yoksa
sizin için özel bir ilgi, ya da simgeleştirme mi söz konusu.
Haritalara
olan ilgim, aslında belki herkeste vardır, çocuklukla ilgili bir
şey
öncelikle. Rengârenk, kimi zaman çözemediğimiz
gizemli kağıtlar her çocuğun
ilgisini çekiyor zannederim. Benim de her zaman ilgimi
çekmiştir. Ve görsel
anlamda da iyi bir malzeme olduğunu düşünüyorum. Ama
bunun da ötesinde
haritayla yazmak arasında sıkı bir ilişki olduğunu
düşünmüşümdür. Bu ilişki her
ikisinde de bir boyutun eksikliğinden kaynaklanıyor. Ne metin
üç boyutludur ne
de harita. Size gerçeğin sadece krokisini sunar ikisi de.
Kocaman bir dünya
haritasına bakarsınız, en fazla bir metrekare
büyüklüğündedir, bütün dünyayı
gördüğünüzü
düşünürsünüz. Oysa bu, gerçeğin kendisi
değildir. Metnin de böyle
bir şey olduğunu düşünüyorum. En can alıcı, belki
gerçekten yaşanmış bir olayı
çok iyi bir yazar çok canlı, etkileyici
sözcüklerle anlatsa bile orda bir boyut
kaybı vardır. Belki de bu yüzden metinlerle haritaları çok
iç içe düşünen bir
insanım. Ama şunu diyemem; “haritaları bir metafor olarak
kullandım, aslında
gizli anlamları vardı” diyemem.Belki var ama sadece benim
bilinçaltımda.
Sizin ayırıcı özelliğiniz, doğu
öyküleri yazıyor, doğulu duyarlılıkları anlatıyor olmanız. Kullandığınız biçim
ise batılı. Kurduğunuz bu bileşimden söz eder misiniz.
Öykülerimin bir tarafıyla doğulu bir tarafıyla batılı olduklarını ben de
düşünüyorum. Teknik anlamda doğulu öyküler olduğunu söylemek mümkün değil.
Zaten sanırım o zaman öykü de diyemezdik. Buna eski kullanımla “hikâye” demek
gerekirdi. Oysa ben “öykü” yazdığım iddiasındayım. Öykülerim teknik anlamda
batılılar çünkü batılı yazarlardan etkilendiklerim var. Borges, Poe, Cortazar…
bunların batılılıkları elbette tartışılabilir ama teknik anlamda batılı
olduklarını söylemek mümkün. Bunlar beni her zaman besleyen yazarlar olmuştur.
Ama içerikte çok fazla doğulu ayrıntı olduğunu düşünüyorum ve okuyuculardan
aldığım geri iletimler de bu yönde.
Bunun nedenini ben de kendi kendime sordum. Birkaç sebebi var sanırım:
Birincisi, benim kültürel kökenimle ilgili. Iğdır’da doğmuş olmam, oradaki
birkaç farklı kültürün kavşağı diyebileceğim ortam. Değişik diller, değişik
anlatılar… Sonrasında benim doğulu anlatılarla çok fazla ilgilenmem, başta
Binbir Gece Masalları olmak üzere. Çok daha sonra, özellikle Binbir Gece Masallarının
batılı anlatılardan çok da aşağı kalır tarafı olmadığını; çok oyunlu,
eğlenceli, okuyucuyu sürükleyen bir tarafı olduğunu, herkes gibi keşfetmem.
Bunların iç içe olabileceğini gösterdi bana. Fakat bu teorik bir bilgiydi.
Böyle yazıp yazamayacağımı, ancak yazınca anladım. Ne ölçüde becerebiliyorum
doğuyu ve batıyı içerik ve teknik anlamda iç içe geçirmeyi… Bu tarz biraz da
benim kendim demek. Ben de öyle bir insanım. Batıda büyüdüm, doğuda da hâlâ
ilişkilerim, gidip-geldiğim insanlar var. Her ikisinden de kopamam. Dolayısıyla
öykülerim de bu eksende oluşacaktır. Kişisel bir dilek olarak ibrenin doğudan
yana kaymasını bekliyorum, arzu ediyorum. Çalışmalarım o yönde.
Bu, batılı anlatıdan tamamen uzaklaşacağım anlamına gelmese de öykülerimin
giderek tüm doğuyu kapsayan bir içerik, bir ruh kazanmaları beni mutlu ediyor.
Bu yönüyle de sanki biraz Osmanlı coğrafyasının renklerini taşımaya çalışan
öyküler oluyorlar. Bu maceranın ileriki aşamalarını ben de herkesle birlikte
göreceğim.
Yazarlığınızdaki doğululuğu, köken
kültürü ve ilham alınan edebiyat birikimi ile açıklamak yetersiz kalır bence.
Doğu felsefesinde sizi çok etkileyen, kendisine çeken bir şeyler olmalı.
Doğulu yaşantılar -doğulu derken, örneğin Uzak Doğu’yu da katarak söylüyorum-
hep bir durmuş-oturmuş, sakinleşmiş, her şeye soğukkanlı bakan, her şeyi doğal
karşılayan hava içindedir. Bunun tek sebebinin doğayı kabullenmek olduğunu
düşünüyorum. Doğulu yaşantıyı benimsemenin, doğu felsefesini ya da doğulu yaşam
tarzını benim için üstün olmasa bile farklı ve tercih edilir kılan en önemli
sebebin yine doğayla ilişki olduğunu söyleyebilirim.
Sanırım son yazdığım öykülerden birinde kullandım; “İnsanı bunca huzursuz,
huysuz kılan, kendini doğadan ayrı tutmasıdır”. Bu cümlenin çok içimden
geldiğini hissettim.
Ve insanın dünya üzerindeki diğer canlılardan ya da nesnelerden daha üstün bir
tarafı olduğunu düşünmüyorum. Üstün tarafı varsa bile -ki bunun hep düşünmek,
düşünen bir canlı olmak olduğunu söylüyoruz- bu tarafı çok abartmanın bir
anlamı yok. Sonuçta diğer canlılar gibi dünya üzerinde belli bir yaşantımız ve
bunun bir sonu var. Dolayısıyla bu ritmi hissetmek; mevsimleri, doğanın nefes
alıp verişini, doğaya dair her şeyi hissetmek ve o ritmin içinde yaşamak
gerekiyor, onu kendi iç ritmimiz haline getirmemiz gerekiyor.
Taşın Teri ve Horozlu Ayna
öykülerinizi anımsatarak soruyorum; size anlamlı gelenler içinde doğulu değer
yargıları da yok mu?
Doğu yaşantısı üzerinden direkt olarak ürettiğim iki öyküdür onlar. İkisi de
farklı noktalara işaret eder. Taşın Teri bence “modern öncesi” yaratma sürecini
anlatan bir öyküdür. Yani paradan ve zamandan bağımsız, mutlak ustalık ve
mükemmellik adına bir yaratıdır o. Aslında Taşın Teri’nde üretilen nesne, kirli
suyu süzen taş bir süzgeçtir sadece. Ama bunu yapan ustanın tavrı, tarzı,
uğrunda canını vermesi, bize modern öncesi yaratının ruhuna dair bir fikir
veriyor. Beni o öyküde etkileyen, buydu.
Aslında beni doğulu yaşantımda da etkileyen şeylerden birisidir bu. Modern ya
da şimdilerde post-modern olarak anılan sanat yapıtlarına her zaman çok fazla
ısınamayışımın sebeplerinden birisi de budur. Yani tüketilsin diye üretilmiş
bir sanat eseri benim için çok makbul değil. En azından kendi öykülerimde bu
tuzağa düşmemeye çalışmışımdır. O anlamda o öykü benim için çok önemlidir.
Horozlu Ayna’da ise değer yargıları ön plana çıkıyor ama burada daha çok
“yanlış değerler” demek gerekir. Bâtıl inançlar, bunun üzerine örülmüş
korkular, geleneksel tavırlar… Gerçekte öykünün anlatmak istediği bu olmamakla
birlikte –bâtıl inanç benim çağımda yaşayan bir yazar için övülesi bir şey
olamaz - neticede bâtıl inanç da bir güdüdür; insanları bir şey yapmaya, bir
eylemi gerçekleştirmeye itebilir. Bunu övmemiz gerekmiyor ama anlamamız
gerekiyor. En büyük şehirlerin en gözde-en parlak semtlerinde yaşayanlarda
dahil, bâtıl inanç her zaman vardır. Oran
değişir bölgelere-şehirlere göre ama, her zaman vardır. Dediğim gibi bunları
övmeden anlamaya çalışmak, insanları nasıl yönlendirdiğini anlamaya çalışmak
gerekiyor.
Taşın Teri “doğulu onur”u, Horozlu Ayna ise “doğulu aşk”ı anlatıyor, aynı
zamanda.
Ben
Azerbaycan Edebiyatı’nı en azından bugün internet sayesinde
izlemeye
çalışan bir insanım. Sadece edebiyatını değil, tiyatrosunu,
müziğini de… Azerî
kökenli olmam dolayısıyla bunda kültürel bir engelle de
karşılaşmıyorum.
Dikkatimi çeken bir şey var. Fuzulî’nin,
Nizamî’nin, bir çok eski ve iyi şairin
yazdığı klasik eserler -Leyla İle Mecnun gibi- oyunlaştırılıyor ve
batılı
ülkelerde sahneleniyor. Çok ciddi ilgi
gördüğüne dair yazılar okuyorum. Önce
ilginç geldi; üzerine düşününce, çok
doğal olduğunu gördüm. Bugün hepimiz büyük
aşklara, ne pahasına olursa olsun seven çiftlere hayranlıkla
bakıyoruz. Neden
böyle yapıyoruz. Bence artık hayatlarımızda böyle bir ilişki
tarzı, böyle bir
aşk anlayışı kalmadığından. İhtiyaç duyduğumuz için.
Bugünün aşkları, bugünün
hayatı gibi. Vakitle sınırlandırıldığını hisseden insanların ilişkileri
de
koşuşturmaca seviyesinde olup bitiyor. Ama herkes çok derinden,
çok marazî
biçimde sevilmek istiyor. Doğulu aşk kavrayışım, bu noktada.
Veya şu soru
çevresinde: Neden çok derin, hastalıklı, uzun sevilmek
isterken, çok derin,
hastalıklı ve uzun sevmiyoruz. Bunun önündeki engeller nedir.
Nasıl bir yaşantı
dönüşümü bizi bu noktaya getirdi. Gerçekten
dönüşerek mi geldik bu noktaya,
yoksa ithal ettiğimiz bir yaşantıya uyma çabasıyla mı. Bence
bunlar önemli
sorulardır. Aşk yazarları bugünlerde çok meşhur, onlardan
biri olmadığımı, ya
da o seviyede aşkı konuşmak istemediğimi söylemek isterim ama
belki dönüp o
eski uzun aşklara, ıstıraplı aşklara bakmakta fayda var. Başka
türlü, bugünün
yüzeysel, bütün tarafları kıran, yaralayan ilişkilerini
aşmamız mümkün
görünmüyor.
Belki Varmış Belki Yokmuş adlı
derlemede yer alan “Dizimde Uyuyan Dev” adlı masalınız önceki öykülerinizden
biraz farklı göründü bana. Bir değişim var mı yazarlığınızda. “Sükût Ayyuka
Çıkar”daki öykülerinizden sonra neler yazdınız örneğin.
“Dizimde Uyuyan Dev”i diğer yazdıklarımdan ayrı tutuyorum. “Melik Memmed” adlı
bir Azerî masalının yeniden yazılmış halidir o. Kaynak metinden kaynaklanan
sınırlamalar vardı. Masal türünün sınırlarının içinde dolaşmak gereği vardı,
vs. Yeniden yazılmış haline bir parça “ şeytanlık” dahil olduysa da, Melik
Memmed masalıdır o.
“Sükut Ayyuka Çıkar” dan sonra ikinci bir öykü dosyası hazırladım ve şu anda
yayınevinde bekliyor. Adı, eğer
son anda değiştirmezsek, “Goncanın Üçüncü Günü”(*). Bu dosyada sadece bir Bursa
öyküsü var, diğer
öyküler daha “doğulu” bir içeriğe sahip.
Bununla birlikte “Sükût Ayyuka Çıkar”
dan çok uzağa düşmeyen, hatta onun devamı olan
öyküler. Benim için “Sükût
Ayyuka Çıkar” defteri “Goncanın
Üçüncü Günü”ndeki
öykülerle tamamlanmış oldu.
Yazarlığımdaki muhtemel değişim ancak bir sonraki kitapta
gözlemlenebilecek
sanıyorum.
İki
yıldan fazla zamandır egzersiz olsun diye bir roman üzerinde
çalışıyorum.
“Yedi Güzel“ başlıklı, Nizâmî
Gencevî’nin “Heft Peykâr” adlı eserinden
ilhamla
yazdığım bir roman. Çok yavaş ilerliyorum, bitireceğimden emin
değilim ama
olsun, uğraşmanın hazzı yetiyor.
Arada bir istek üzerine bir masal ya da deneme yazdığım oluyor. Az yazıyorum.
Çok verimli bir yazar olduğum söylenemez. Ama bu verimsizlik endişe ve sabırla
besleniyor. Yazıp yayınlattığım ama sonradan eksiklerini fark ettiğim bir
yazıdan duyduğum pişmanlık kadar içimi acıtan çok az şey vardır çünkü.
Son olarak, sizin de içinde yer
aldığınız modern Türk öykücülüğünü ve genç öykü yazarlarını nasıl
değerlendirdiğinizi sormak istiyorum.
Bazı edebiyat dergilerinde bugünün öykücülüğüne ilişkin yazılar okuyorum.
Genelde çok fazla öykü yazarı olduğu, ama kalitede bir düşüklük yaşandığı,
hatta bugünkü öykü yazarlarının diyalog yazmayı bilmediklerine dair eleştiriler
okuyorum. Aynı kanıda değilim. Bence çok ciddi, önü açık, mutlaka iz bırakacak
bir öykücü kuşağı 90’dan beri ortaya çıktı ve devam ediyor. Kişisel kanaatim bu
kuşağın içinden on beş civarında ismin kalıcı olduğudur. Bunların yeni
kitapları, dergilerde gördüğüm yeni öyküleri de bu inancımı pekiştiriyor. Bence
bu konuda ümitli olmak gereği var. Evet, belki 1950’lerdeki tarzda öyküler
yazılmıyor. Biraz daha bugünün yaşantısı içinde, belki hep şikayet ettiğimiz
şehir yalnızlıkları, bireysel kıvranmaları fazla ifade eden öyküler. Ama iyi bir edebiyatçı, öykücü
kuşağı var. Ve mutlaka çok daha iyi ürünler ortaya çıkacak